Gönül Yonar

Gönül Yonar

Mail: gonul_yonar@@hotmail.com

Korkma!

15 Temmuz 2016 tarihi sadece Türk demokrasisi için değil, dünyanın geleceği, milletlerin direniş potansiyelleri ve dünyayı yöneten üst akılların teçhizatlarının planlarının altüst olduğu kutsal ve milli bir tarihtir.


Müslüman Türk milletinin tarih kitaplarında böyle destanları çoktur. En son, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı adıyla anılan direnişte Türk evladı Akdeniz’de destan yazmış idi.


Kıbrıs Barış Harekâtı, babalarımızın dedelerimizin hafızalarında diri tuttuğu olağanüstü hadiselerle doludur. İstiklal şairimiz merhum Akif’in mısralarında “Gökten ecdad inerek öpse o pâk alnı değer” ifadeleri adeta Kıbrıs Barış Harekâtı’nda vücut bulmuştur. Hafızalarda diri tutulan hatıralara kulak verdiğimizde gerçekten gökten ecdadın indiğini, toprağa düşen o yiğit adamların alınlarını öptüğünü… cephede Türk askeriyle bizzat savaştığını, yalın kılıç sallayıp, Tekbirlerle şehadetleri kutladıklarını görürüz. Bunlar, savaş meydanlarının görünmeyen kahramanları olarak her daim hafızamızda canlıdırlar, tıpkı o zaman cephede savaşan askerlerin arasında canlı oldukları gibi…


Bugün de Türk milleti benzer bir direniş ile tarih sahnesinde destan yazmaktadır. Bu destanın tıpkı Kıbrıs Harekâtı’ndaki gibi görünmeyen kahramanları, merhum Akif’in mısralarından fışkırıp gelmiş, Türk milletini bu zorlu günlerde yalnız bırakmamış gibidir.


İstiklal Marşımızın her bir mısraı, bu direniş günlerinde yanımızda, kanlı canlı birer kahraman olmuşlardır.


“Korkma!” diye seslendi önce o görünmez kahraman. Korkma!

“Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” diyerek milleti cesaretlendiren bir kahramandı o, kol kola girdiğimiz…


Millet, kendi içinde bulunan hainlarin sinsice, bizden görünerek kurdukları tuzaklarla yüzyüze geldiğinde “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım / Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım!” diyerek meydanlara koştu.


O gün, gün akşama vurduğunda, meydanlar, milletin askere emanet ettiği tanklarla doldurulmuş, köprüler geçit vermez bir çelik zırh gibi kapatılmıştı. Kışlalar harekete geçmiş, savaş jetleri sortilerle korku salıyordu. Ülkenin resmi iletişim kanalına girilmiş, tüm hayati noktalar işgal edilmiş, özel harekât birimleri bombalanmıştı. Halk, ilk haberi alır almaz, bir anda sokaklara döküldü. Kendisine kurulan tuzağı hemen anladı ve tanklardan yükselen “geri dön!” emrini dinlemedi. Aslında halk 17 Eylül 1961’de yani bundan 55 sene önce darbe yönetimi tarafından idam edilen rahmetli Menderes’i hatırladı ve “bir daha asla!” diyerek meydanlara döküldü. Bu defa bir kurban daha vermek niyetinde değillerdi. Hep bir ağızdan, canlarını ortaya koyarak “Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar / Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var!” dediler ve tankların üzerine yürüdüler.


Çok ciddilerdi, onların iman dolu göğsü, çelik zırhlı duvarları parçalayabilirdi, parçalamalıydı…


Tanklardan bir anda yaylım ateşi açıldı, gökyüzünden bombalar yağdı yiğitlerin üzerine… Kükremiş bir sel gibiydi hepsi… Enginlere sığmayacak taşacaklardı… Her birinin yüreğinde şu mısra: “Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar!” Doğruydu, böyle bir iman, tankla tüfekle boğulabilseydi eğer, Müslüman Türk milletinin alnına bir kader gibi yazılmış “Çanakkale geçilmez!” gerçeği varolabilir miydi hiç?


Ateşe koşuyorlardı kelebekler gibi yiğitler… O tanklar o tüfekler halkındı, halka doğrultulamazdı. Hangi pis hain oyunun parçası olmuştu asker, neyle kandırılmıştı bu rütbeler? Anlaşılıyordu ki, hain iç-dış mihraklar vatana saldırıyı bir dua gibi okumuştu bunca zaman.


“Arkadaş!” dedi gerilerden bir ses: “Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın / Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.!” Her bir yiğit, kadınıyla, çocuğuyla, yaşlısıyla atıldı tankların üzerine… Yürütmeyecekleri onları… Her bir gövde, çelik bir zırh gibi siper oldu birbirine… Babalar oğullarıyla, anneler kızlarıyla, dedeler torunlarıyla vatan semalarına bir destan yazmaya başladılar. Gecenin karanlığı adeta: “Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın!” nidalarıyla yırtılıyordu. Ardı şafaktı, biliyorlardı. Hakk’ın vaadinin Hâk olduğuna inanmış yiğitlerdi onlar, biliyorlardı…


Tek tek düştüler şehid kanlarıyla ezelden beri sulanmış mübarek topraklara… tek tek… Abdestli yüzlerine, şehâdetli dillerine ve Tekbirli nefeslerine değen her bir kurşun: “Değmesin ma’bedimin göğsüne na-mahrem eli” içindi.


Adı içindi yaşamak, Adı içindi ölmek. Ve işte sırası geldiğinde ölmeyi de biliyordu yiğitler. Ezanların, salâların şehadetiydi onları muzaffer kılan… Uğruna ölecekleri bir Ad’ları vardı çünkü…


Meydanları hınca hınç doldurmuş yiğitler bir bir toprağa düştüler… Hain kurşunlar, hain emellerin hizmetkârı olarak onları cennetlere uçuruyordu bir bir..


Şafağın ilk ışıkları vurduğunda toprağa, şehitlerin yakamoz kan damlaları asfaltları bir tül misali kaplamıştı… Ağlayan yoktu, korkan yoktu, hüzünlenen üzülen yoktu… Yiğitler, bu topraklar için tek tek düşmüştü işte. Bu topraklardı onları sevdalılar gibi sarıp sarmalayacak… Sevgiliydi onlara bu toprak… Onlar  toprağa düşerken dillerindeki şehâdete Akif merhumun mısralarını şahit tutmuşlardı: “Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı!” dediklerinde, kendi kanları pahasına bu cennet vatanı vermeyeceklerini ispat etmişlerdi.


Geride kalanlar… Ahh.. Bu topraklar için ölmeyi divaneler gibi arzulayanlar… Bayrağı, kaldığı yerden taşıyan olacaklardı. Bunun için kalmışlardı geride, bunun için haykıracaklardı sonraki nesillere: “Bastığın yerleri ‘’toprak!’’ diyerek geçme, tanı / Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı!” Geride kalanlar, günlerce, geceler boyu, direnişin başladığı, şehidlerin bir bir toprağa düştüğü yerleri terketmeyecekler ve altında yüzlerce kefensiz yatanı salâlarla, tekbirlerle, onlarca kez cenaze namazlarıyla anacaklardı…


Bir ülke, uğruna toprağa düşen evladı yoksa, vatan değildir…

Bu böyleydi… Müslüman Türk evlatlarına taa Siriderya, Amuderya kıyılarından bu yana, ezelden ebede bu öğretilmişti. Bu nedenle toprağına “vatanım” diyemeyen adamlar bunu anlayamaz ve “Türk halkı anlamsız şekilde, bomba atılan, ateş edilen yerlere gidiyor.” Diyebilirlerdi ancak.


Arkada kalanlar, meydanların yiğit öncüleri olarak günlerce salâlar okudular, Fatihalar gönderdiler şehitlerine… Vatan nöbetini Mehmetçiğin düşürüldüğü yerden teslim aldılar, hala devamla nöbetteler… Her gün ve her gece…


Onlar, toprağın bağrına teslim ettikleri şehidlerinin alnında “Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?” yazısını bir kader gibi şehitlerinden emanet alanlardır…


Onlar, “canı, cananı, bütün varımı alsın da Huda / Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cûda.” niyazıyla bayraklarını vatan toprağına seccade yapanlardır…


Onlar, “Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal!” diye diye, can can hayat verenlerdir ölü ruhlarımıza…


Onlar, imanın inşa ettiği zaferle burca bayrak diken Ulubatlı’nın mirasıyla can bulan  “Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal / Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.” dizelerine yeryüzünün bütün dualarını iliştiren ve bayrağın ucunda hürriyetle dalgalandıran korkusuz kahramanlardır…


Şimdi artık bize “Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet / Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklal.” mısralarındaki o devasa iman ve yenilmez güç kaldı.


Ruhları şâd olsun, rahmet olsun…


Facebook Yorum

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar