Gönül Yonar

Gönül Yonar

Mail: gonul_yonar@@hotmail.com

Haçlı Ruhu Bir Slogan mı?

VIII. yüzyılda İslam karşıtı ilk polemikleri kaleme alan Yuhanna ed-Dımeşkî’den 2000’li yıllarda Amerikalı evangelist Jerry Falwell’in Hz. Peygamber’in “terörist” olduğunu söylemesine ya da Papa XVI. Benedikt’in Regensburg konuşmasında İslam’ın özünde şiddet barındırdığını ve bu nedenle rasyonel bir din olmadığı beyanına dek süregelen bir İslam-Batı kavgası var. 


Özellikle 15 Temmuz darbe girişiminin ardından, Batı’nın Haçlı ruhunun yerli işbirlikçiler eliyle yeniden hortlatıldığı üzerine oluşan genel kanının İslam-Batı karşıtlığında kökenleri nereye dayanıyor? Hristiyan dininin askeri tarihinin en iyi bilinen sembollerinden biri olan Haçlı seferleri ruhu hala yaşıyor mu? Kısaca İslam-Batı karşıtlığı bir slogandan ibaret değilse eğer, kökenleri nereye dayanıyor?


Bu konuda masamızda nitelikli bir çalışma var. Ben, Öteki ve Ötesi adını taşıyan çalışma Doç. Dr. İbrahim Kalın’a ait. Kitap, Doğu-Batı ilişkilerini etkiler, etkileşimler, çatışmalar ve antlaşmalar ekseninde ele almış. Kitabın sayfaları arasında gezinirken geçmişten bu yana Haçlı ruhunun zaman zaman nasıl hortladığına değil, aslında bu ruhun hiçbir zaman yatışmadığına, silinip yok olmadığına şahit oluyoruz. 

Doğu-Batı arasında süren ve aslında ontolojik bir ayrım olan “ben” ve “öteki” algısı, anlaşma, uzlaşma, ortak bir gelecek inşası ve insanlık birikiminden ziyade, sürekli kırılma ve gerilimlerle yol almış bir süreç olarak karşımıza çıkıyor. Elbette bunda Doğu’nun göz kamaştıran kültürel ve maddi zenginliğinin, kutsal topraklardaki hâkimiyetinin (Kudüs) ve hakimiyet alanlarını sürekli genişletme politikasında başarılı olmasının payı büyük.


Rudyard Kipling “Doğu Doğudur, Batı da Batıdır. Ve bu ikili hiçbir zaman bir yaraya gelmeyecektir; ta ki yer ve gök Tanrının büyük hüküm kürsüsünde hazır bulunana kadar” der. Bu ifadedeki dinsel referans, Batı’nın Doğu’ya bakış açısının temelinde dini inanışın yattığını göstermesi bakımından dikkat çekicidir. 

 

Alexandre The Great filminde Aristo’nun, öğrencisi İskender’i Doğu’ya karşı uyarması da bu zihinsel arka planın bir yansıması olarak beyaz perdede temsil edilmiştir. Aristo, İskender’i Doğu’nun efsunlu dünyasına karşı uyarır. “Perslerin yaşam tarzı, bünyesinde ölüm ve korkunun tohumlarını taşır. Yunanlarınki ise hayat ve cesareti…” der. İskender’i, Doğu’nun insanlarının ve rüyalarının yutmasına karşı uyarır.


Batı Parantezinde Pozisyon Almak

Avrupa’nın Doğu’yu ve İslam’ı “öteki” olarak görmesi, İslam’ın tarih sahnesine çıktığı VII. asra kadar geri gider. Ortaçağ’da tamamen teolojik nedenlerle Doğu’nun ötekileştirilmesi modern dönemlerde Batı’nın kendi dini kökenlerine de aykırı bir şekilde ironik olarak seküler-laik argümanlarla devam eder.


Burada geniş bir parantezle, Doğu’nun da Batı’yı ötekileştirdiğini söylemeliyiz. Fakat ötekileştirmede Doğu’yu defansa çeken en önemli kart, Avrupa merkezli modernleşmenin, emperyalist bir ruhla Doğu’nun “kendi evinde” yapılmaya kalkışılmasıdır. Modern Avrupa ile  olan ilişikler sürekli çatışma ve direniş odaklı olmuştur. Modern kırılmaların neden olduğu buhranlardan dolayı Müslüman toplumlar, Avrupa yayılmacılığına ve emperyalizmine karşı uzun ve kanlı mücadeleler verdiler. İngilizler, İtalyanlar Fransızlar sadece İslam toplumlarını işgal etmekle kalmadılar, aynı zamanda klasik İslam geleneğiyle irtibatını koparmış siyasi ve fikrî elitler de ürettiler. Modernleşme adına yaşanan yabancılaşma ve sekülerleşme iki kültürün birbirine bakışını hiçbir zaman olumluya çevirmedi. Bu haklı davada Doğu, kendisinin coğrafyasına, tarihine, kimliğine, doğal kaynaklarına, kültürel birikimine, siyasetine, politikasına, eğitimine ve sosyal yaşamına müdahale eden Batı’nın varlığını şiddetle reddederek onu ötekileştirmiştir. Genel bir tarihlendirmeyle, VII. asırdan XXI. asra değin tam 14 asırdır Batı için “öteki” olan Doğu’yu her alanda biçimlendirme, istediği forma sokma, kendisine benzetmeksizin kendi değerlerinden koparma çabası var olagelmiştir. 


Haçlı Ruhunun Kökenleri

Ötekileştirmenin kökenlerine dönersek, Batı’nın İslam ya da Doğu algısını, onun Avrupa merkezli tarih anlayışından, Greko-Roman ve Yahudi-Hristiyan kimliğinden bağımsız düşünmek imkansızdır. Çünkü Batı, İslam’a karşı tezlerini temellendirirken dayandığı argümanları sürekli diri tutarak yaşatmaya çalışmıştır. Bunun asırlar boyunca böyle olması, kesintisiz böyle devam edeceği anlamına gelmiyor ama Batı’ya dair temel göstergeler, insanlık tarihinde Doğu-Batı uzlaşım yapısını imkansız kılıyor.


Bütün Doğu-Batı etkileşimlerine, binlerce çeviri eserin iki coğrafya arasında gidip gelmesine, bilim ve sanattaki paylaşımlara rağmen, Batı’nın Müslüman dünya ile olan çatışmasında İslam ve Müslümanlar konusunda ilk elden kaynaklara dayalı sağlam ve güvenilir bilgiden yoksun oluşu, yanlış kanıların beslenmesine katkı sağlamıştır.  İki asır süren Haçlı savaşları ya da yedi asır süren Endülüs tecrübesi bile bu bilgi eksikliğini ve cehaleti giderememiştir. 


Haçlı ruhunun üç sacayağının bulunduğu üzerine yukarıda zikrettiğimiz çalışma, derinlikli tahliller içeriyor. Buna göre Haçlı ruhunun beslendiği ilk algı biçimi, İslam’ın teolojik olarak Hıristiyanlığa meydan okuduğu yönündeki yanılgıdır. 


Batılı zihniyete göre İslam Teolojik Bir Meydan Okumadır.

İbrahimî geleneğin son halkası olduğunu söyleyen İslam, Hıristiyanlığı ve Yahudiliği Hz. Musa ve Hz. İsa özelinde içselleştirmesine rağmen Batı, kendi teolojik kökenlerinden hareketle İslam’ı Hristiyanlığın içinden çıkmış sapık bir mezhep olarak görmüştür. Bu teolojik arka plan Hristiyanlığın İslam’a bakışının kutsal yüzünü göstermesi açısından oldukça dikkat çekicidir. 


VIII. ve IX. yüzyıllar, İslam karşıtı teolojik polemiklerin yoğun yaşandığı bir dönemdir. Ed-Dımeşkî’nin, İslam’ı “İsmailîlerin sapıklığı” olarak isimlendirme algısı hiçbir zaman değişmemiştir. Ed-Dımeşkî’nin Emevi sarayında uzun yıllar kaldığı daha sonraları Kudüs’e yerleştiği biliniyor. Onun, Müslümanların içinde kalarak İslam’a dair topladığı bilgilerle Ortaçağ Avrupa’sının “sahte din/sahte peygamber” algısını biçimlendirdiğini görmekteyiz.


Bir ara parantez açarak şu noktayı belirtmek gerekir: Doğu Hristiyanlığı hiçbir zaman Avrupa Hristiyanlığı gibi ne teolojik olarak ne de siyasal olarak Doğu’nun temel dokusuna karşı olmuştur. Doğu Hristiyanları Hz. Peygamber’e her zaman hürmetli, İslam’a ve onun müntesiplerine karşı hep saygı ve ihtiram içinde olmuşlardır. Gerek Haçlı seferleri esnasında Avrupa yayılmacılığına ve istilasına ortak olmamakla gerekse çok daha önce yazılan bazı eserlerinde “Tanrı’nın İsmailî kullarından Mahmet’e seslendiği” şeklindeki ifadelerle İslam’a bakış açılarını belli ederek, birlikte yaşamın gerektirdiği tüm hakları kullanarak Müslüman coğrafyalarda varlıklarını sürdürmüşlerdir. Avrupa Hristiyanlığının saldırgan tutumuna karşılık Doğu Hıristiyanlığı İslam ve Peygamber (as) hakkında daima mutedil olmuştur. 


Doğu Hristiyanlığının tersine, Batı’nın dini argümanlarından kaynaklanan bu sert tutumunda batıya doğru hızla yayılan bir İslam’ın varlığı önemli bir gerekçedir. İslam’ın batıya doğru sürekli, hızlı ve başarılı hareketi Batı’yı korkutmaya yetmiş ve kutsal gerekçelerle donatılmış bir karşı durma hareketi Haçlı ruhunun temelini atmıştır. Bilindiği üzere Batı, Haçlı Seferleri’ne başlama planını yaptığı ilk toplantılarda “kutsal toprakların (Kudüs) sapkın İsmailîlerin elinden kurtarılması” tezini kullanmış ve kitleleri  “kutsal topraklar için kutsal sefer” sloganıyla harekete geçirmişti. Yani Batı, siyasi hakimiyetinin yok olması tehlikesine karşı dini argümanları bir kalkan olarak kullanmaktan çekinmemiştir diyebiliriz. 


Batılı zihniyete göre İslam siyasal bir tehdittir.

İslam’ın Avrupa için siyasal bir tehdit olduğu üzerine oluşan algının kökenleri de hemen bu teolojik algıdan sonra gelişmeye başlamıştır. İslam’ın hızlı yayılması ve kısa süre içinde Avrupa sınırlarına dayanması Avrupa için çok net siyasal bir tehdit idi. Üstelik adalet, fetih ve zenginlik vaatlerinin somut örnekleri bu tehdidi daha da çekici kılmış görünmektedir. Nitekim Haçlı seferlerinin “güneyden gelen İslam tehdidi” ne karşı özellikle Tapınak Şövalyeleri’nin varlığı ile durdurulması planlanmıştır. Hindistan’dan Avrupa’nın içlerine kadar geniş bir yay çizen Kilise destekli Tapınak Şövalyeleri İslam’ın siyasal hakimiyetini yok etmek ve onu dar bir coğrafyaya hapsederek Arap yarımadasına püskürtmekle görevlendirilmişlerdi. 


İslam’ın yayılma politikasının neden olduğu siyasi hakimiyet endişesi, zamanla “Siyasal İslam” şeklinde, içinde cinsellik ve şiddet barındıran söylemlerin oluşmasına katkı sağladı. Siyasal İslam tehdidinin temel argümanlarını ise şu üç madde oluşturuyor: Yayılmacı İslam, şiddet ve cinsellik (Cennet tasvirlerini içerek ayetler ve hadis literatürüne gönderme yapılarak) ve fethedilen yerlerde olası tahakküm korkusu. Bu üç madde, İslam’ın fetih hareketlerinin birer “istila” şeklinde algılanmasına ve bir an önce durdurulmaları gerektiğine olan inancı beslemiştir.


İslam’ın siyasi tehdit olduğu algısına iliştirilen cinsellik, kadın ve insan hakları gibi konular, modern dönemlerde İslamafobi olgusunu besler hale gelmiştir. 


Batılı zihniyete göre İslam bir kültürel tehdittir.

Siyasi tehdit algısının hemen ardından ya da eş zamanlı olarak İslam’ın bir kültürel tehdit olduğu yönünde bir algıyla karşılaşmaktayız. İslam, düşünce bilim felsefe konularında şehirlerinin birer ilim yuvası olmasına karşın, Kurtuba piskoposu A’lvaros’un 854’te serzenişte bulunduğu şu pasaj oldukça önemlidir.


“Benim Hristiyan kardeşlerim, Arapların şiir ve aşk hikâyelerinden zevk alıyorlar. Müslüman filozof ve kelamcıların eserlerini onları reddetmek için değil, Arapça’yı seçkin ve doğru biçimde konuşmak için inceliyorlar. Bugün kutsal metinlerimiz üzerine yazılmış Latince şerhleri okuyan Kilise dışından birini bulabilir misiniz? Heyhat! Yeteneğiyle temayüz etmiş genç Hristiyanlar Arapça’dan başka bir dil yahut edebiyattan haberdar bile değiller. Arapça kitapları büyük bir dikkat ve heyecanla okuyorlar. Büyük masraflar yaparak bu kitapları topluyor ve her yerde Arap kültürüne övgüler yağdırıyorlar.” Der. 


Bir başka psikopos’un Tempier’in İslam düşüncesinin etkisini Hıristiyan dünyadan tamamen silmek için İbn Rüşt’ün kitaplarını Paris meydanında yaktırdığı bilgisi ise Batı tarihinde büyük bir kara leke olarak duruyor.

Peki Avrupalı okumuş yazmış insanlar, bütün bu önyargılara rağmen İslam kültür ilim ve medeniyetindeki bu ilerlemenin mimarlarını görememişler mi? Görmüşler ama şaşı bir şekilde. Mesela; Roger Bacon gibi skolastik düşünürler Farabi’nin İbn Sina’nın aslında gizli birer Hristiyan olduklarını ama Müslümanların şiddetinden emin olmak için bunu gizlediklerini ifade eder. Böyle bir savunma, Batılılarda olduğu kadar Doğulularda da mevcut. Fakat Batı’nın Doğu’nun kurduğu yüksek medeniyeti görmeksizin, iyi olan her şeyin altında gizli bir Batı aidiyeti araması zihinsel kodların “öteki” tarifiyle yakından ilintidir.


Sonuç olarak; İslam’ın teolojik, siyasal ve kültürel bir tehdit olarak algılanmasının temelleri, iki medeniyetin ilişkiye geçtiği VIII. ve IX. yüzyıllarda atılmıştır. Zaman içinde çeşitli şiddetlerde artan ve azalan tepkilerle günümüze kadar gelmiştir. Haçlı ruhunun başladığı ve zirve yaptığı XI ve XIII. yüzyıllarda kemikleşen bu kötücül duygu, özellikle soğuk savaş sürecinde, sınırların güvenliği, radikal İslamcı grupların el altından desteklenmesiyle “terör” kavramıyla eşleştirilmiştir. 


İslam’ın bir tehdit olarak algılanması ve Müslüman coğrafyaların güvenlik tehdidi oluşturması bahanesinin altında da yine bu dindirilemeyen haçlı ruhu yatıyor. “Batı’nın İslam coğrafyalarında ne işi var?” sorusuna verilen “barış ve demokrasi” cevabında gizli olan ruh, Batı’nın hiçbir zaman dinmeyen Haçlı ruhu ile yakından ilişkilidir. Tarumar edilen coğrafyalara baktığımızda bile bu çok net görülebilir. Bir Bağdat, bir Şam, bir Halep, bir Musul, öncesinde bir Kabil, ve daha nice sömürge topraklar, İslam’ın kültür ve medeniyet şehirleri olarak evrensel insanlık mirasına büyük katkıları ile göz dolduran coğrafyalardı. 


Barış ve demokrasi havariliğinin, “İsmailî sapıkların itikadını kurtarmak ve onları medeni köleler haline getirmek” üzerinden yürütülen kirli siyasetine, başka bir ifadeyle, bir türlü yok olmayan Haçlı seferleri ruhuna karşılık bugün bu topraklarda İran Devrimi, Filistin İntifadası, Mısır Müslüman Kardeşler Direnişi, Türk milletinin 15 Temmuz Kurtuluş Mücadelesi doğmuştur. Batı, asırlardır sürdürdüğü sömürgeleştirme politikasından vazgeçmediği sürece Doğu’nun halkları direnişlerle destanlar yazmaya devam edecektir.


Facebook Yorum

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar