Salih Mirzabeyoğlu'nun Hayatı

  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Yorumlar
Salih Mirzabeyoğlu'nun Hayatı
Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu'nun kendi dilinden hayatı, 6 ciltlik Tilki Günlüğü eserinden faydalanarak hazırlanılmıştır.

“Ben Kimim?”

«Ben kimim?» diye sormak, «ölüm nedir?» diye sormakla birdir… «Ben»… Bütün hayat, bu soruya cevap vermek üzere yaÅŸadığımız hadiseler dizisinden ibaret!..

«Ben kimim?» ve «ölüm nedir?» sorusunun bitiÅŸikliÄŸi üzerinde, nevî ÅŸahsıma mahsus bir nefs murakabesi… Hayat ve ölüm… Alındığı yere nisbetle, meçhul bir malûm veya malûm bir meçhul… Bütün dava, hayatın gayesi, malûmu meçhullükten kurtarmak ve meçhulü malûm kılmak!.. (1)

«Her insan, kendi özelliÄŸi içinde deÄŸerlendirilmelidir; onun, yaratılışının yanı sıra eski çevresi, eÄŸitim fırsatları ve ÅŸimdi içinde bulunduÄŸu basamaklar hesaba katılmalıdır!» diyen Goethe, bir bakıma «hayat hikâyesi» anlatmanın sebebini de çerçeveliyor!.. (2)

«KiÅŸi, kendini bildiÄŸince Rabbini bildi» ölçüsü, «ben kimim?» ıstırabımın hakikatini gösterir… «Tilki GünlüÄŸü»nün de!.. (3)
“DoÄŸum, Ä°sim ve Asîl Kökleri”

DoÄŸduÄŸum tarih: 9 Mayıs’ın 10 Mayıs’a baÄŸlandığı saatler… Gün: Salı-ÇarÅŸamba… Saat: 0.22. Mekân: Erzincan… Arzın canı!.. (4)

24 Mayıs 1950… Adımın konulduÄŸu gün!.. (5)

Ä°smim, Salih Ä°zzet… Soyadım, eÄŸreti soyadım: ErdiÅŸ… Ä°smim bir yana, Cumhuriyet zorlaması ErdiÅŸ, bana çocukluÄŸumdan beri hep yabancı geldi, benimseyemedim… Babamın soyadı baÅŸka, Ä°zzet Bey’in diÄŸer hanımlarından olan kardeÅŸlerininki baÅŸka, Ä°zzet Bey’in kardeÅŸleri ve amcalarınınki baÅŸka… Soysuz ve kelimenin hakikatiyle piç olanların, neseb bağını darmadağın etmek ve milleti kendileriyle eÅŸitlemek için tuttuÄŸu bir yoldur Soyadı kanunu… Soyadı kanunu olmaz mı?.. Elbette olur… Olur da, ÅŸu soyadı olmaz, bu soyadı olmaz, sana ÅŸu, öbürüne bu, köklerle alâkalar kesilmiÅŸ, aynı aileden gelenler darmadağın edilmiÅŸ, hattâ bazılarının payına da maskaralık ifade eden soyadları düÅŸmüÅŸ!..

ErdiÅŸ… Ne kadar yavan… Acaba ne demek ola?.. Asker diÅŸi mi?… Lügat tiryakiliÄŸim içinde, elbette buna da baktım… Erd: Öfke, kahır, kızgınlık, hiddet. Un… Bu takdirde ErdiÅŸ, öfkeli mi demek?..

Ä°zzet, ne kadar güzel isim… Ya Salih?.. O, bambaÅŸka güzel!.. Asıl ismim olmaktan baÅŸka, Üstadım’ın liyakat niÅŸânı gibi biçtiÄŸi!..

Salih, çoÄŸu insanda kullanılmayan ve hattâ kendisinin de bir çırpıda hatırlıyamadığı göbek adı gibi deÄŸil, benim has ismimdir. Nüfus kâğıdımda da böyle… Bütün ilkokul arkadaÅŸlarım, beni bu isimle tanırdı… Necip Fazıl’ın, evde “Fazıl Bey” olması gibi, benimki de Ä°zzet’te karar… Sonra Gölge dergisi… Bir yandan yazmam, bir yandan para iÅŸini halletmem, bir yandan Yazı iÅŸleri müdürlüÄŸünü yapmam… Herbirini diÄŸerinden gizlemek gereken ÅŸartlarda, yazımı önce isimsiz vermeye karar verdim… Fakat ilk sayıda büyük yankı uyanınca, Yalçın Turgut isimsiz olmasının biçimsizliÄŸini öne sürerek Salih ErdiÅŸ diye isim koymamı teklif etti!..

Karşımda bomboÅŸ bir ahmak, beni bunaltıyor… Kırmak istemiyorum… Gayet piÅŸkin bir edada ne dese iyi:

– “Sende nefsî, benlik hâli var!”

Adam kendini kılıcın üstüne atıyorsa, suç benim deÄŸil… Aldı haddini bulması için gerekeni:

– “Benim nefsî davranmadığım ÅŸuradan belli ki, senin gibi bir adama lâf anlatmaya çalışıyorum!”

DiyeceÄŸim ÅŸu: Hayatım boyunca, belki bin kere ölümü tercih edeceÄŸim ÅŸeylere, dava aÅŸkına katlandım… EÄŸer gurursa, gururum kabul etmezdi ağız kokusunu… Nefs, kâfir… Bizans Ä°mparatoru, makamı terk ile Ä°slam aÅŸkına Yenicami önünde mendil açma durumunu tercih ederse ne buyrulur?.. Kendi eliyle Ä°slâm uÄŸruna dünyayı kendine zından eden er kimse, beri gelsin!..

Kendi kendimden kurtulur ve yerli yerine oturur gibi, Salih MirzabeyoÄŸlu… Davamın gurur ve ÅŸuurunu temsil eden bu isim, öbür ismimi günlük sıradan iÅŸlerde kullansın; bu iÅŸin öz plânındaki kıymet ÅŸerefi yeter ona! (6)

1975, GÖLGE dergisinin çıkışı ve “MirzabeyoÄŸlu” soyadını alışım… (7)

DoÄŸum yerim Erzincan… Öldüm diye bana ilk açılan mezar yeri de orada… Ben, son ânda mezardan dönen insanım!..

Birbuçuk-iki yaşımda imiÅŸim… MüthiÅŸ bir ishale yakalanıyorum… BaÅŸkalarının nazarında ölüyorum…

Tıbbın veya halkın o günkü anlayışına göre, bugüne göre tam ters bir usul uygulanıyor ve ishali kesmek için sıvı hiçbir ÅŸey verilmiyor… O yaÅŸta da zaten gıdanın ehemmiyetli cinsi bu soydan… Neticede eriyip bitiyorum… Öldü veya son demlerini yaşıyor diye, benim mezar yerim hazırlanıyor… Gelenler arasında, Alâattin PaÅŸalar sülâlesinden Nevzat amca da var… Bir ara bakıyor ki, ben bebekin dudağında belli belirsiz bir kıpırtı… “Bu daha yaşıyor!” diyor ve ekliyor:

– “Ekmek getirin, bari ölecekse tok ölsün!”

Ä°htimâl fırdalardan baÅŸlayan gıda alışım, kısa sürede gözümü açmamı saÄŸlıyor ve tam yarım ekmek yiyorum… Ä°shâlden deÄŸil de, açlıktan ölecekmiÅŸim!..

Yaşıyorum… Ruhumun ÅŸifasını, mânâda yedikçe acıkan bir açlık yolunda arayarak… “Ä°ÅŸan” buyurdukları “Onların” ölmeden önce ölme sırrına can koymuÅŸ ve gerçek hayatın bu soydan ölüm olduÄŸuna inanmış olarak!.. (8)

Muhammed Åžerif… Babamın ismi böyle koyuluyor… Hikâyesi de ÅŸu: Said-i Nursi Hazretlerinin kucağında, onun okuduÄŸu ezan ve kulağına bu ismi seslenmesinden, yani ismi konulduktan sonra, iÅŸ nüfus memuru safhasına geldiÄŸinde, o zamanın ÅŸartları icabı nufus memuru bu ismin verilemeyeceÄŸini, yasak olduÄŸunu söylüyor ve Muhammed ismini “Muammer” olarak deÄŸiÅŸtiriyor… “Kafakâğıdı”nda: Muammer Åžerif… Künyesi “Salih Bin Muhammed” olan ben de, kaderin bir cilvesi olarak bundan payımı alıyorum: Salih Bin Muammer Åžerif. (9)

Mutkî AÅŸireti Reisi Hacı Musa Bey, onun oÄŸlu Ä°zzet Bey, onun oÄŸlu Hacı Muammer Bey, onun oÄŸlu Salih MirzabeyoÄŸlu… Büyük sahabî, «Seyf-ül Ä°slâm-Ä°slâmın kılıcı» lâkablı Halid bin Velid Hazretlerine kadar bir ÅŸecere… Oradan gelen bir kolun yataklandığı yerdir MuÅŸ!..

Malik, melik, mirzâ!..

MuÅŸ… Bâtın nisbeti içinde tasarruf altında bulunmam… Davada tasarruf hakkım… Hususen yetiÅŸtirilmem… Fikir ve davada arkadaÅŸlarımı yetiÅŸtirici olmam… MuÅŸ ve bunlar?

Nereden, nereye, nasıl gelmiÅŸim?.. Hayatıma göz attığım her seferinde dilime, Ä°slâm büyüklerinden birine ait ÅŸu ÅŸiir gelir:

– «NakÅŸibendiler ne büyük bir kafiledirler. – Gizli yolla kâfileyi maksada sürerler.» (10)

Baba soyum, «Allah’ın çekilmiÅŸ kılıcı» diye anılan, büyük sahabi Halid bin Velid Hazretlerine dayanır… Mûsâ deyince… Efsanevî bir yiÄŸitlik ÅŸahsiyeti olan, dedem Ä°zzet Bey’in babası ve Mirza Bey’in oÄŸlu Mûsâ Bey… «Bey», ÅŸimdilerde parası olana, kravat takana ve burjuva takımının nezaketle hitabedilmek istenenine deniyor ya, bunlarınki öyle deÄŸil… Onlar, mirler!..

Mûsâ Bey, Mustafa Kemâl’in Üstadım’ın bahsettiÄŸi hatıratında ve Nutuk’ta bahsi geçen, pek sevmediÄŸi biridir… Nutuk’ta, bir nevi gıyabında ukdesini konuÅŸturur.

Hiç kimsenin kanun himâyesinde olamayacağı zamanda, gerçek tarih konuÅŸur ve Mûsâ Bey gibi, oÄŸlu Ä°zzet Bey’in efsanevî ÅŸahsiyeti de görünür!..

Mûsâ Bey, Abdülhamid Han Hazretlerinin takdir ve güvenine mazhar olmuÅŸ bir zât… (11)

25 Mart 1926-(…)

Bu tarih, dedem Ä°zzet Bey’in, yanındakilerle beraber Kösor daÄŸlarındaki çatışmada, 100’den fazla –sözlü tarihe nazaran 125- Kemalist rejim neferini telef ettikten sonra öldürüldüÄŸü tarihtir… Ä°ÅŸin evvelini, her devirde o devirin kavallığını yapmak üzere türeyen tiplerden bir örnek hâlinde, M. Åžerif Fırat’tan verelim:

– “14 Åžubat 1925 tarihinde baÅŸlayan Åžeyh Sait isyanı adındaki bu irticaî hareket, 15 Mayıs 1925 günü sona ermiÅŸ, Zaza ve Kurmanço ÅŸubesine baÄŸlı bütün aÅŸiret ÅŸeyh ve aÄŸalarının idamları, Babakürdî ÅŸubesine mensup aÅŸiretler üzerinde derin tesirler meydana getirmiÅŸ, bunlar da isyana hazırlanmak için bölgelerinde bazı çeteler teÅŸkil etmiÅŸlerdi. Bunlardan ilk önce MuÅŸ daÄŸlarında oturan Huytu aÅŸiret reisi Hacı Musa’nın kardeÅŸi Nuh Bey elli atlı ile meydana çıkmış, MuÅŸ daÄŸlarında bulunan Åžigo, Huytu aÅŸiretlerini harekete geçirmiÅŸti. Osman PaÅŸa bu hareketi bastırmak için 19 Haziran 1925’de Varto’da binbaşı Tahsin Beyi mevki kumandanı bırakarak kendisi fırkasıyla MuÅŸ vilâyet merkezine gitmiÅŸ, 34’üncü alay komutanı Talât Beyle birinci tabur komutanı binbaşı Ziyâ Bey taburunu, asilerin üzerine tahrik etmiÅŸ, askerî birliklerimizi bu daÄŸlardaki kabile baÅŸlarını hükümete dehalete getirmiÅŸ, Nuh Beyle Hacı Musa oÄŸlu Ä°zzet Beyi yüz atlı ile Sason üzerinden Hizan ve Garzan kazalarına doÄŸru kaçırmışlardı. Nuh ve Ä°zzet, Hizan, Garzan, BeÅŸiri, Sason havalisinde gezerek, buradaki aÅŸiret aÄŸa ve ÅŸeyhlerine hükümetin kendilerini keseceÄŸini ileri sürmüÅŸ, buna misâl olarak Åžeyh Sait’le arkadaÅŸlarının asılmasını göstererek cahil halkı kandırıp ikinci bir isyan çıkarmaya muvaffak olmuÅŸlardı. (…) Ä°kinci isyan faslı da bu suretle sona erdikten sonra, askerî kıtalar 1925 Eylül ayında garnizonlarına dönerek, DoÄŸu illerinde kalan ÅŸakî çeteleriyle Nuh ve Ä°zzet’in takibine seyyar jandarma birlikleri çıkarılmıştı.”

Ä°ÅŸin içyüzü ÅŸudur: Åžu ânda ANAP milletvekili, Devlet Bakanlığı yapmış ve uzun yıllar BirleÅŸmiÅŸ Milletler TeÅŸkilâtı’nda üst seviyede görevler almış olan Kâmuran Ä°nan’ın babası Åžeyh Selâhaddin’in bir meseleden dolayı hükümetle arası bozulmuÅŸ, söylentiye göre 40 ile 100 arasındaki aile efradı ve adamlarıyla birlikte Ä°zzet Bey’e sığınmıştır. Ä°zzet Bey’in hanımı Hanife Hanım, büyük kazanlarla yapılan yemek ve adedini kestiremediÄŸi yatak sayısı dekoru içinde, kalabalık atlı grubu olarak gelmiÅŸ sığınmacıları tasvir ederdi. Åžeyh Selâhaddin ve adamları, Ä°zzet Bey’in yanında (1) seneye yakın kalıyorlar… Bu arada Musa Bey Åžeyh Selâhaddin’in affı için Mustafa Kemâl’e mektup yazıyor… O da borcunu ödüyor ve Åžeyh Selâhaddin iÅŸin içinden sıyrılıyor. Daha önce Ä°zzet Bey’den onun teslimini isteyen hükümet, “ben evime sığınmış olanı vermem, o benim misafirimdir!” diyen Ä°zzet Bey’le limonîleÅŸmiÅŸtir. Ardından geliÅŸen hadiseler boyunca, Ä°zzet Bey’le hükümetin arası açılır… Nuh ve Ä°zzet Bey, Diyarbakır-Siirt arasında yanlarındaki bir avuç adamla Irak’a geçmek üzere niyetlenirlerken, Åžeyh Selâhaddin kendilerini saklayacak roldedir ve bir tek o yerlerini bilmektedir. Yiyecek ikmâli yapacak olma vazifesini üstlenmiÅŸ edâda, onları bir dere yatağına sokuyor… O gece, daha önce Åžeyh Selahattin’le birlikte Ä°zzet Bey’e sığınanlardan bir adam, nankörlük ve hainliÄŸi kendisine yediremeyerek dereye geliyor:

– “Åžeyh Selâhattin sizi burada oyalıyor, hükümete teslim edecek!”

Bunun üzerine zaten Åžeyh Selâhattin’e güvenmeyen Nuh Bey’le Ä°zzet bey arasında tartışma çıkıyor… Ä°zzet Bey, “Åžeyh Selâhattin bana bunu yapmaz!” diye onun vefa borcu sadakatine güveniyle, haber getiren adamı haÅŸlıyor… Bu hadiseden sonra Nuh Bey Irak’a geçiyor… Ä°zzet Bey, Sıddık, Süleyman, DerviÅŸ Bey, Ali Bey, Ali Bey’in oÄŸlu Ahmet ve Devaz isimli bir adamıyla beraber… Ä°ran’a geçme niyetindeler… Nuh Bey’in ayrılmasından sonra, haber veren adamın söylediÄŸinin doÄŸru çıkması ve askerin gelmesi… KuÅŸatmanın yarılması… Åžu, bu… Netice’de Kösor daÄŸlarındaki çatışmada Ä°zzet Bey, Sıddık Süleyman ve Devaz öldürülür ve baÅŸları kesilerek MuÅŸ’a getirilir.

MaÄŸara, dar yollar diye tasvir edilen bir mekân… Süleyman, daha önce bir meseleden dolayı silâhı Ä°zzet Bey tarafından alınmış, fakat “dar zamanında Beyini terketti!” demesinler gururuyla onun yanından ayrılmayı bu badireden çıkma vâdesine ertelemiÅŸ ve peÅŸine düÅŸmüÅŸ bir adam… Ve çatışma boyunca silâhı kendisine verilmemiÅŸ… Ä°zzet Bey’in vurulmasından sonra silâhını alıyor ve onun baÅŸucunda çatışmayı sürdürerek vuruluyor… DerviÅŸ Bey, niÅŸancılıkta nam salmış biri… KurÅŸunu bitince yakalanıyor… Kendisine bir kıvırma payı gibi, “sen hiç nefer öldürdün mü?” diye sorulunca, “çok!” diyor; “gidin bakın, alnından kim vurulduysa benimdir!”… Ali Bey ve Ali Bey’in oÄŸlu Ahmet, bir köÅŸeye sinmiÅŸ, “biz onlarla beraber deÄŸildik, rızamız dışı getirildik!” hilesiyle, hiç kurÅŸun atmıyorlar ve DerviÅŸ Bey’de, “benim en önce sizleri vurmam gerekirdi!” piÅŸmanlığı… Neticede onlar da kelleyi kurtarmıyor ve kurÅŸunlanıyorlar.

MuÅŸ’a getirilen kesik baÅŸlar… Kürt ÅŸövenistlerinin baÅŸucu eserlerinden, Kürt ÅŸairi CiÄŸerhun’un yazdığı “Åžer Åžere Cı Nere- Aslan Aslandır Ha Erkek Ha DiÅŸi” isimli destana mevzu sahne: Musa Bey’in kızkardeÅŸi Gülnaz Hanım’a psikolojik zulüm yapmak maksadıyla, kesik baÅŸlar jandarma karakolunda yere dizilir ve tanıyor musun hikâyesiyle davet edilir… Gülnaz Hanım vakur bir edada içeri girer, ellerinin tersi belinde, kesik baÅŸlara yaklaşır… Ayağıyla Ä°zzet Bey’in kafasını iter: “Bu benim kardeÅŸimin oÄŸludur!”… Sonra ikinci kesik kafayı ayağıyla iter: “Bu da benim oÄŸlumdur!”… Üçüncü kesik kafaya gelince, mahzun bir ÅŸekilde mırıldanır: “Buna yazık olmuÅŸ, hizmetkâr-askerdi!” Ve baÅŸta kumandanları olmak üzere orada bulunanlara çalımla döner: “Erkek, koç gibi bıçaÄŸa gelmek içindir!” der… Ve oradakilerin buz tutmuÅŸ sükûtu içinde, aynı vakur ve çalımlı eda ile çıkar gider!..

Gülnaz Hanım’ın oÄŸlu Sıddık… Ä°zzet Bey’in, “Hizanlı Åžeyh Selâhaddin” diye tanınan Åžeyh Selâhaddin’e uÄŸradığı yer, Bitlis’e baÄŸlı Hizan Kazası veya Köyü… Ä°zzet Bey oradan ayrıldıktan sonra MuÅŸ ovasından Kösor’a gidiyor, oradan Ahlat’ın Kers Köyü’ne… Kösor’un Nurhak deresindeki çarpışmada, Ä°zzet Bey’in yanındaki iki ağır yaralı kalıyor, gerisi kuÅŸatmayı yarıp geçiyor… Kers’e geçerken, nokta!.. (12)

Bizim aile, babaannem, babam ve halam, MuÅŸ’tan Konya’ya mecburi iskânla sürgün geliyorlar… Åžanlı Hamidiye PaÅŸa’nın kızı ve namlı Ä°zzet Bey’in hanımı Hanife Hanım, yani babaannem, biri bir diÄŸeri üç yaşındaki iki çocuÄŸu ve sürgüne yollanan diÄŸer yakınları ile Konya’da… Basiretli ve hakim tarafıyla, çevresindeki kadın ve çocukların, onun tedbirine bakan bir yanı var!.. (13)

Sultan Abdülhamid Han Hazretlerinin paÅŸa yaptığı üç isim… DoÄŸu’daki «Hamidiye PaÅŸaları»… Hayderanlı aÅŸiret reisi Kör Hüseyin PaÅŸa… Milân aÅŸiret reisi ViranÅŸehirli Ä°brahim PaÅŸa… Fatin RüÅŸtü Zorlu’nun babası olmasından baÅŸka bir malûmat sahibi olmadığım Derizorlu RüÅŸtü PaÅŸa!.. Fatin RüÅŸtü, Demokrat Partinin asılan DışiÅŸleri Bakanı!..

ViranÅŸehirli Ä°brahim PaÅŸa, Abdülhamid Han Hazretleri devrildiÄŸi zaman, onu yerine geçirmek için Ä°stanbul’a yürümek isteyen, ancak diÄŸer paÅŸaların kendine katılmadığı… Ve zannedersem Ä°ttihatçılar tarafından öldürülen gerçek bir erkek adam!..

Hüseyin PaÅŸa ile ilgim, tabiatiyle silik… Beni o cihete döndüren tek dava, hanımlarından birinin, aynı zamanda babaanneme sütannelik yapması… O Hanım’ın, Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin kardeÅŸi olması!..

Hanife Hanım’ın anlattığı hikâyedir: Dedemin, hükümetle arası bozuk olduÄŸu zaman… Muhacir oluyorlar… Baba evine gelecek… Kucağında, henüz yaşını doldurmuÅŸ babam… Maiyetteki adamlar ve bazı ev üyeleriyle Hüseyin PaÅŸa’ya gelirken, yolda müthiÅŸ kar yağıyor… Tipiye tutuluyorlar… Ve bir ân geliyor, gözgözü görmez ÅŸartlarda yolu kaybediyorlar; 1-2 saat sonra farketmiÅŸler ki, dağı dolanıp aynı yere gelmiÅŸler… O beyaz kıyamet ÅŸartlarında, artık iyice ümitleri kaybolma durumunda… Bir atlı, babaannemin kucağından babamı alıyor… Kim olduÄŸu belirsiz… Kafile birkaç saat sonra yerine vardığı zaman, babamın yanan ocak başında küçük yataÄŸa yatırılmış olduÄŸunu görüyor… Evdekiler, bir atlının birkaç saat önce gelip onu teslim ettiÄŸini söylüyor… Kafile, o badireden birkaç saat sonra kurtulabildiÄŸine göre?.. Kimdi?.. Kimdi bu kundaktaki çocuÄŸu donmaktan kurtaran?..

Babaannem, bunu bana birkaç kere anlatmış ve eklemiÅŸti:

– «Ä°mdada yetiÅŸen Hızır’dı!»

Ve, kızından olan torunlarının bu bahislerdeki hafifliğinden olsa gerek, demeden edemezdi:

– «Sen hakikaten dediÄŸime inanırsın?»

Daim onlarla haşır neÅŸir ve beni seneden seneye veya birkaç senede bir görmesi, birazda kızının torunlarını bizden çok sevmesi veya beni pek sevmemesi, onu benden habersiz kılıyordu… Herhâlde anlaşıldı: «Ä°nanırsın» sözü, «inanır mısın?» mânâsına!..

Hanife Hanım, 30 yaşında iki çocuklu dul kalıp onları yetiÅŸtirme çabası içinde Konya’da… Babam 16 yaşında astsubay çıkıyor… Halam evleniyor; ve Hanife Hanım, onsuz olamadığı onunla… Onsuz olamıyor ve ömrü hep, bir odanın içinde… Nerelerden gelip ne hâle düÅŸtüÄŸüne âit ÅŸu sözü, kendi ÅŸivesiyle, basitliÄŸi içinde derindi:

– «Dünya dünya olmuÅŸ, biz de içine konmuÅŸuz!»

Dünyanın bu hâlleri hikmetine, ÅŸunu da eklerdi:

– «Allah’ın hikmeti: Bir bakarsın yukardasın, bir bakarsın yerdesin; tahteravalli!»

Bir keresinde kendisine, Kürt edebiyatının Fuzulîsi Ahmed Hani’yi sormuÅŸtum… Kürtçe birkaç beyit okuduktan sonra, «bugünün cahil gençleri» sırasında bana ÅŸöyle demiÅŸti:

– «Memu, Zin’e aşık olmuÅŸ… Ama o hakikatli aÅŸk, ÅŸimdikiler gibi deÄŸil!» (14)

Babaannem, rahmetli Hanife Süphandağı… (…) Rahmetli Babaannemin annesi, Hazret-i Ebu Bekir soyundan… Ve Babaannemin süt annesi de –aynı zamanda Babasının diÄŸer eÅŸi olur-, Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin kız kardeÅŸi… Yani Abdülhakîm Arvasî Hazretleri, Babaannemin dayısı olur!..

Hazret-i Ebu Bekir soyundan gelenlerin, öldükleri zaman ayaklarının tabanında, mühür gibi bir siyahlık olurmuÅŸ… MaÄŸara izi… Babaannem, “acaba benim tabanımda da o mühür çıkacak mı?” diye merak eder ve “ben ölünce tabanıma bakın!” derdi… Ve onun tabanında da sözkonusu mühür!.. (15)

MuÅŸtaki Alaaddin PaÅŸalar sülâlesinden biri ziyaretime geldi… Kerem Bey… Benim amcaoÄŸlu Remzi Yalçın ile görüÅŸmüÅŸ ve diyor ki, “bize mezar taÅŸlarından baÅŸka bir ÅŸey kalmadı, bitti derken, çok ÅŸükür Allah’a senin gibi bir insanla filiz sürüyor!”… Abbasiler’den gelen kol olarak biz Alaaddin PaÅŸalarla aynı sülâleden imiÅŸiz… (16)

Remzi Yalçın’dan müthiÅŸ bir ÅŸey öÄŸrendim; dedem Ä°zzet Bey’in dedesi Mirza Bey, Veysel Karanî Hazretlerinin türbesinde gömülü imiÅŸ!.. (17)

Rüyâ aleminde, zâtı veya yekpârelik dünyasının kimbilir hangi mânâsına veya ÅŸahsına misâl suret olarak görünen rahmetli dedem Abdülkadir Güleray… Baba adı Ali, ana adı Adile… Babası ve annesi, Bulgaristan’ın Çırpan yöresinden gelip Bursa’ya yerleÅŸen göçmen… Bursa’daki Çırpan mahallesi, oradan gelenlerin oluÅŸturduÄŸu… Babası, 6 yaşında vefat etmiÅŸ; yetim kalmış… Ben 5-6 yaÅŸlarında iken, dedemin evinin bulunduÄŸu sokakta, hemen hemen onunla akran “Muallim-öÄŸretmen” diye bahsedilen bir adam vardı… Ä°smi Ä°smail olan bu “Muallim Bey”, sokağın itibarlılarından, saygı gören bir insan… O zamanlar, ÅŸimdinin sıradan insan örneÄŸi ve bu muamelenin insanları deÄŸildir muallimler… Nasıl usul bilmiyorum, ÅŸayet dedem “1” sene daha okusa, muâllim çıkabilirmiÅŸ; o muâllim de, onun sokak ve okul arkadaşı imiÅŸ… Herneyse; dedem, küçük yaÅŸta evin sorumluluÄŸunu yükleniyor ve Adile Hanım’la, ablası AyÅŸe Hanım’a bakıyor… AyÅŸe Hala, o yaÅŸ çocukluÄŸumun canlı tiplerinden… O ve kızı Zeynep Hala… Kendisi, tatlı dilli, çok konuÅŸan, çok zayıf bir insanken, kızı çok ÅŸiÅŸman… AyÅŸe halanın bir de oÄŸlu var; Haydar dayı… Zeynep halanın iki oÄŸlu var: Halil aÄŸabey ve Metin aÄŸabey… Söz dedemden açılmışken, hafızam buralara kayıyor!..

Konu komÅŸu ve tanıdıkları, dedemden “Kadir Efendi” diye söz ederlerdi… Kadir Efendi, bakkallık yaparmış… O günlerine yetiÅŸemedim… Hâli vakti yerinde imiÅŸ; iki evi, dükkânı, bugünkü Merinos Fabrikasının arazisinde kalan bahçeleri varmış… Bahçeleri ve diÄŸer evi, iÅŸler kötüye gidince satmış… O günlerine de yetiÅŸemedim… Harp yıllarının umumî sarsıntısı içinde, veresiye satış yapmanın bedelini iflâsla ödüyor… Ve bir tabla teminiyle çekirdek satmaya baÅŸlıyor… “Çekirdekçi Kadir Efendi”… ÇocukluÄŸumun en eÄŸlenceli zamanlarından biri de, dedemin yanına takılarak çekirdek satmaya gittiÄŸim zamanlardı!..

Dedem, anneannem, dayım, yengem, anneannemin gözdesi ablam, teyzem… Bir-iki sene orada devamlı kalmış olmam, annem, babam ve kardeÅŸlerimin de tatillerde katılmasıyla ev ahâlisi büsbütün kalabalıklaÅŸmasına raÄŸmen, nedense saydıklarım ev dekorunun demirbaşı gibi yer etmiÅŸtir hatıralarımda… Anneannem öÄŸretmen çıkan teyzemin peÅŸinde ve ablam ilkokulu bitirdikten sonra oradan ayrılmasına raÄŸmen, dedemin saÄŸlığında, dayımın doÄŸan çocuklarıyla beraber, tatillerde bu ev büsbütün kalabalık olurdu!..

Hâlâ aklımın ermediÄŸi dava: Kadir Efendi, çekirdek satarak bolluk taÅŸan o evi nasıl idare ederdi… O Kadir Efendi ki, eÅŸek sırtında satılan veya eÅŸek sırtına yüklenmiÅŸ meÅŸe odununu evin önüne yıktırdığı zaman, evinin en az iki-üç senelik odunu, odunluk ve evin sofasının altındaki boÅŸlukta mevcut bulunurdu… Kavun-karpuz, manda arabalarıyla gelir, kümes daim horoz ve tavukla dolu olurdu… En büyük zevki pazara gidip alışveriÅŸ etmek olan Kadir Efendi, omuzunda deri bir zembil, haftada iki-üç pazardan beli bükülesiye yüklenmiÅŸ olarak gelirdi… TaÅŸan bir bolluk, bereket… Bereket?..

Bereket?… Evet, iÅŸin sırrı bereketteydi… Bereket, sadece kemmiyet hesabıyla içinden çıkılır bir dava deÄŸil, keyfiyet veçhesiyle zevkedilen bir tılsım iÅŸi… Nice bolluklardan o hâle bereketi yakıştıramayışımız da bundan… Berekette bir kutsanmışlık var… Allah’ın bir lütfu ve ihsanı oluÅŸunun ÅŸuuru, feyizde buÄŸu tutmuÅŸ uÄŸurluluk, meymenet, saadete âletlik… Ömrünün son birkaç senesini Teyzemin ısrarıyla Ankara’da geçiren dedem, Teyzemin verdiÄŸi parayla pazara çıkar ve o ortamda müzelik zenbille gezemeyeceÄŸi ikazına maruz kalmadan bunu sezmiÅŸ olarak alışveriÅŸ edip fileyle eve dönerken, ne kadar da mutsuzdu… Ne para, ne de filenin görünüÅŸünden memnun deÄŸildir:

– “Dünyanın parası, su gibi gidiyor; paranın bereketi yok… Hiç bereket olur mu?.. Delik delik fileye dolduruyorsun, herkesin gözü önünde getiriyorsun; çoluk çocuk var, hamile kadın var, alan var-alamayan var… Ä°nsanın canı çeker… Günah, günah!”

Ä°stemeden, tevekkülle boyun eÄŸdiÄŸi cemiyetin mahkum edici ÅŸartlarında yaÅŸayan insan olarak, ne kadar içi yanıyordu kimbilir?..

Sabahın o alacakaranlığı… Namaz sonrasında ezberden Kur’ân okuyor… ÇocukluÄŸumda içime sinmiÅŸ o Kur’ân kokusunu, Kurân’ı her türlü alayiÅŸ, mihanikilik, gösteriÅŸ, nefs tezahürü dışında, sadece kesiksiz bir mırıltıyla okuyan o içe iÅŸleyici yanık insan sesini ömrünce hasretle taşıdım yüreÄŸimde!..

Ufak tefek bir adamdı dedem… Kendi cürmü yetmese de, büyük bir hak duygusu, bunun öfkesi, kahraman sevdası taşırdı… Bursa’nın Yunan iÅŸgalinden kurtarılışında Efelerin Bursa’yı basmasını naklederken, söz ile gözyaşı birbirine karışırdı… Kendisine ait olmayan bir haksızlıkla karşılaÅŸtığı veya duyduÄŸu zaman, öylesine müteessir olurdu ki, gövdesi ruhuna müsait olmayan adam ıstırabı gözle görülürdü… Ve öylesine bir adam ıstırabı gözle görülürdü… Ve böylesine bir çevresinden sorumlu müslüman hiddeti… Onun pek sık anlattığı bir hadise de, Kâbeyi yıkmaya gelen ordu üzerine ebabil kuÅŸlarının taÅŸ atması, filleri o ufacık taÅŸlarla öldürüp orduyu tarumar etmesi… KuÅŸlar tam taşı atacağı ânda, cümleyi tamamlayamadan aÄŸlama habercisi seslerle, buna mani olma çabasının asap bozukluÄŸu gülmesini andırır hıçkırıklar birbirine karışır, biz hep mevzuun bu noktaya gelmesini çocukça bir muziplikle beklerdik!.. (18)

Anneannem Fahriye Güleray… Mavi gözlü, sarışın, ÅŸiÅŸman… Hayatımda bu kadar çalışkan ve ev kadını olmanın hazzını yaÅŸayan ikinci bir örnek görmedim!.. (19)

 

Diyarbakır

Üç-dört yaÅŸlarımda Diyarbakır’da idim… O kadar çok ve o kadar net hatıralarım var ki!.. (20)

Garip bir ÅŸey ama, hayatımın en diri hatıraları arasında Diyarbakır’ın esaslı bir yeri vardır; ve bir türlü inanamadığım bir ÅŸey varsa, benim o zaman o kadar küçük yaÅŸta oluÅŸum… Büyüklerin kendilerine nazaran iptidaî mahlûk gözüyle bakmalarının aksine, çocuk ayrı bir âlem ve varlık olmanın yanı sıra, demek ki o yaÅŸlarda bile ne kadar keskin bir tesbit gözü, ÅŸahsiyet zevki ve acısı, arzu, emel, keder ve zafer esrarını yaÅŸatıyor!..

Zaman zaman “merdane” dedikleri silindir ÅŸeklinde büyük taÅŸlar gezdirilerek toprağı sıkıştırılan, toprak damlı Diyarbakır evleri… Ä°lk oturduÄŸumuz evde, yaÄŸmur yaÄŸdığı zaman evin içine su damlardı… O zaman baÅŸlıca eÅŸya olarak karyola ve üzerinde hem oturulup hem yatılan sedir, ıslanmayacak köÅŸelere nakledilir, su akan yerlere de leÄŸen konulurdu… Annemin bedbinliÄŸine nisbetle, benim için keyifli bir macera!..

Bana, üzerine ÅŸeritli çata-pata takılıp arka arkaya patlatılabilen oyuncak bir tabanca alındı… Saadetim hudutsuz… Sokakta çalımımdan geçilmiyor… O zaman Diyarbakır’da, aynı zamanda kamyonculuk oynarken kamyon direksiyonu niyetine hayal ettiÄŸimiz büyük simitler satılırdı; bir elimde silâh, öbür elimde de yolculuk (!) sırasında zaman zaman kemirdiÄŸim direksiyon… Ben böyle keyfim gıcır üstüne gıcır oynarken, koca bir çocuk yanıma yanaÅŸtı ve tabancayı ondan uzun bir süre sonra da devam edecek çığlıklarım arasında kapıp kaçtı… Koca çocuk olup da ne olacak; olsa olsa 7-8 yaşında… Hâlâ arkasından aÄŸlar gibi baktığım çocuk!..

Bir camî avlusuna bakan yanyana dizili medrese odalarının teÅŸkil ettiÄŸi, eski mimarî üslûpta bir külliye düÅŸününüz… OturduÄŸumuz evlerden biri, tıpkı bunun gibi, evleri avluya bakan, dıştan bakınca yekpâre bir taÅŸ duvarla çevrili, sanki hisar içi… Avlunun zemini de taÅŸ… Ve yaz günü, sanki her parçası bir alev kusan o taÅŸlara çıplak ayakla basabilmemiz mümkün deÄŸildi!..

Yandaki komÅŸu teyze, sebze kurutuyor… Ve ne münasebetle orada duruyorsa, bir kab içinde de kırmızı toz biber… Kaba eÄŸilip üflüyorum ve sonra da gözlerimdeki yangının acısıyla basıyorum çığlığı… Ve annemin tokatları arasında yüzüm yıkanıyor!..

Bir çocuk var; adı Arif… Benden 2-3 yaÅŸ büyük… Ben akran, bir de kardeÅŸi… Ben ne zaman kardeÅŸini pataklasam, o da beni pataklıyor… Aslında genel olarak bana iyi davranıyor ama, ona karşı bir türlü gücümün hıncıma denk olmamasından acı duyuyorum… Birkaç kelimeden baÅŸka Türkçe bilmeyen Arap asıllı ve Mardinli o çocuktan, espri olarak dilime pelesenk ettiÄŸim bir davet kalıyor:

– “Alâ Mardin, Alâ Mardin!”

Otobüscülük oynarken, kendi otobüsüne müÅŸteri topluyor!

Bugüne kadar konuÅŸtuÄŸum Diyarbakır’lı her kime sorduysam cevabını tam alamadığım soru:

– “Duvarları kare ÅŸeklinde göz göz olan bir camî biliyor musun, adı ne?”

Cephe duvarlarından birinde kare ÅŸeklinde gözler olan o camiin Ulucamî olabileceÄŸine dair bir bilgi edindim… Ä°ÅŸte o camî duvarındaki oyuklardan birinden diÄŸerine geçmek, düÅŸme ve berelenme tehlikesi olan bir oyun teÅŸkil ediyordu!..

Duvardan birçok kere düÅŸtüm; ya dizim kanar, ya dirseÄŸim… Bir keresinde nasıl düÅŸtüysem, burnundan kan boÅŸanır ÅŸekilde eve yetiÅŸtirdiler Beyzâde’yi… Önce tedavî, sonra annemden dayak!..

Çarşıyı andıran bir yerde, açık alan… Çocukların bağırışlarıyla döndüÄŸüm ânda, bir adam bisikletiyle bana çarptı… AÄŸzım burnum kan içinde, bayılmışım… Beni eve koÅŸturmuÅŸlar… Ä°kinci kat evin pencereye yakın masasına yatırılmışım… Yarı dalgın, etrafımdaki telâÅŸenin farkındayım… AÄŸzımı yüzümü silip kanı durdurma fasıllarından sonra, kendime geldiÄŸim ânda oturur vaziyet alıp pencereden bahçeye baktım ki, aÅŸağıda tıka basa bir kalabalık; serde Beyzâdelik de olduÄŸundan olsa gerek… AyaÄŸa kalkabilecekken, hemen nâz makamında yine yattım… O zaman nedendir bilmem, ÅŸeker kıymetliydi her hâlde, taÅŸ gibi sert kesme ÅŸekeri ekmekle yemeÄŸe bayılırdık… Yattığım yerde, kim uzattıysa, bana ekmekle ÅŸeker verdiler ki, mühimsenme keyfinin üstüne o damak zevki de eklenince ÅŸâd oldum!..

Ablam benden 4 yaÅŸ büyük… 7 yaşında ve ilkokul 2. sınıfa gidiyor… ÖÄŸretmeni tarafından çok seviliyor; yanılmıyorsam Üniversite çaÄŸlarına ve belki daha öteki zamanlara kadar da o hocayla bayramlarda birbirlerine kart atar, mektup yazarlardı… O hocanın EskiÅŸehir’de bir kere bize misafir geldiÄŸini de hatırlıyorum… Ä°ÅŸte bu hanım, sevdiÄŸi çalışkan talebesini, evine misafir olarak davet ediyor… Ben de, herhangi bir arsızlık yapmama için tenbihli, ablamın yanında refakatçi olarak davete icabet ediyorum… Yanılmıyorsam, etrafında halkalandığımız masa bahçedeydi… Masa üzerinde temiz bir örtü. Ä°çecek ne geldi veya geldi mi hatırlamıyorum… Sadece, benim her kıpırdanışımda, gözucuyla bana “doÄŸru dur!” ihtarı yapan ablamın hâli çok canlı… Oysa ben böyle oturmaktan sıkılıyorum… Ve bütün bunları bir vesile olarak anlatmamın sebebi esas sahne: Hoca hanım, bir tabak içinde, benim pek bayıldığım dilim dilim kesilmiÅŸ salatalık turÅŸusunu masaya koyuyor… Ablam, calî bir zerafet edasıyla ikrama icabet ederken, ben lezzetin hayâline garkolmuÅŸ biçimde hareketleniyorum… Ama henüz bir hücum tavrı göstermemiÅŸken bile, ablamın gözucuyla hatırlatma yapması, doÄŸrusu haksızlık… Neyse; iÅŸ olacağına vardı ve ben dizgininden boÅŸanan kantarmalı at gibi, dilediÄŸim sür’ati tutturdum… Ä°ÅŸin bundan sonrası ise tam bir felâket: Hoca hanım, her ne sebeple ise bir ara masadan kalkıp gözden kaybolmuÅŸtu ki, ben nefsin “korku, ÅŸu, bu” bütün mekanizmaları kaybolmuÅŸ vaziyette hücuma geçtim… Ve Hoca hanım, biri aÄŸzımda biri boÄŸazımda hâlimdeyken, geri döndü; ve tabiî ki gördü… Mesele onun görmesinde deÄŸil de, ev faslında… Süs, püs ve haÅŸmet adına ne varsa Viyana önlerinde bırakan Osmanlı ordusu gibi, ablamın aÄŸlayışlı azarları ve babama söyleyeceÄŸi tehditleri altında, hazin bir eve dönüÅŸüm var… UÄŸruna herÅŸeyi göze aldığım damak lezzeti, ÅŸimdi misliyle çöken bir kabus… Evde ablamdan tüten matem havası ve annemin ona tarafgirlik etmesi… Babam daha kapıdan girer girmez, ablam ona benim arsızlığımı yetiÅŸtirdi… Babamın “nerde o?” diyen sesi… Dolabın kapısını açtı, esefli bir gülümseme benzeri… Ama kızgın deÄŸildi; hattâ lâkayt… Oh be, basü badel mevt!..

Bir gün babam eve, üç tane beyaz köpek yavrusu getirdi… BüyüdüÄŸüm zaman öÄŸrendiÄŸime göre, o köpekler Amerikalı askerlerin üç-beÅŸ dilde komut alabilecek ÅŸekilde eÄŸittikleri cinstenmiÅŸ… Nöbette kullanılan, azman ÅŸeyler… O üç yavru, babamın isteÄŸi üzerine uçakla getirilmiÅŸ… Ne varsa yalayıp yutan masraflı yavrulara fazla bakamadık… O köpeklerin getirildiÄŸi sıralar, kim hediye etmiÅŸti bilmiyorum, bana mika bir borazan verdiler… MüthiÅŸ sevinçliyim… Borazana sahip olduÄŸum günün akÅŸamı, biraz serinlemek ve hava almak üzere çay bahçesine gideceÄŸiz… Lâkin, benim aklım fikrim duvardaki çiviye asılı borazanda… “Ya hırsız girer de çalarsa!”… O akÅŸam çay bahçesinde içim zehir zıkkım, eve dönüÅŸü iple çektim… Ve eve dönünce hemen borazanımın yanına koÅŸtum; yerliyerindeydi… Ama biz uyurken hırsız gelip onu çalabilirdi, bu yüzden tekrar tedbirsiz davranmamaya karar verdim… Sandalye üstüne çıkıp elimdeki sopa ile onu çiviye asılı ipinden kurtarmak isterken, yere düÅŸtü ve sesin çıktığı geniÅŸ huni kısmından bir parça kırıldı… Ses çıkıyordu ama, ne fayda; neticede borazan, kırık borazan olmuÅŸtu… Tabiî ki aÄŸladım!..

Musa Bey’in ve sonra Ä°zzet Bey’in hizmetkârlarından Hüdeda’nın, Diyabakır’da dükkânı vardı… Onun dükkânına giderdik… Çarşı içinde, üzerinde paralar bulunan bir tepsi ile dolaÅŸan adam… Bazı adamların tepsiye para koyup, para almaları… Babama sorduÄŸum zaman, “para satıyor!” demiÅŸti… MeÄŸerse, dileniyormuÅŸ adam!.. Bu hadiseyi ne zaman hatırlasam, bir adama para verip de eksik “para satıyor” deme ÅŸartlarının daha nazik ve zarif olacağı gelir aklıma!..

Hüdeda, “Kamer Bacı” dedikleri hanımı ve Sultan isimli kızı… Nüfus kâğıdında baba ismi yerine “Musa Bey Hizmetkârı” yazdıracak kadar ona baÄŸlı Hüdeda, Diyarbakır’da hâlâ Beyin ÅŸerefi kendisine emanet bir ehl-i zimmet gururunda, evimizin etrafında pervâne… Bütün ailesine sinmiÅŸ öyle bir benimseyiÅŸ ki, Åžark hareketleri çerçevesinde inceleme yapan bir Fransız dergisinin çekip yayınladığı ve sonradan babam tarafından kapı büyüklüÄŸünde büyütülüp çerçeveletilerek duvara asılan fotoÄŸraf, o zaman Sultan abla tarafından mutlaka elde edilmesi gereken bir nesne… Nasıl yalvarıyor, nasıl sızlanıyor onu alıp kendi evlerine götürmek için!.. O resmin dergiden kesilme orjinali, ÅŸu ânda benim çalışma odamın duvarında Üstadım’ınki ile yanyana, bana memuriyet ve mesuliyetimi ihtar eder mânâda duruyor!..

TaÅŸlı dar yollar… Deve, at, eÅŸek cinsi, üçlü-beÅŸli-onlu katarlar… Sokakta kâh oyun oynayan, kâh dövüÅŸen çocuklar… Ablam, çocuklar içinde bir elebaşı olarak bir Gülizar Hanım kumaşını tüttürmekte… Sosyal çevrenin insan üzerinde etkisi veya insandaki istidadın görünmesine zemin teÅŸkil edecek sosyal çevre meselesine misâl bir sahne: Çocukları kovalarken düÅŸen ablamın elinin baÅŸ parmağı, parmak yerinden kopacakmışçasına ayrılıyor… O vaziyette doktora… Doktor, “Kürt kızları aÄŸlamaz!” diyor ve onun büsbütün pekiÅŸmiÅŸ metanet hissi içinde, gıkı çıkmayan 7 yaşındaki çocuÄŸun eline gerekeni yapıp dikiÅŸ atıyor… Ve ablam hiçbir ÅŸey olmamışçasına aynı edayı evde de sürdürdü!..

Yine ablam… Heyecanla, bir yumrukta çimenler üzerine serilmiÅŸ bir astsubayın tasvirini yaparken, o gün alaya götürülmemiÅŸ olan bana sadece hayâl etmek düÅŸüyor… Gözümde haysiyet, ÅŸeref, mertlik ve gözükaralık gibi “erkekçe”lik numunesini yaÅŸatması bir yana, Åžerif Bey hayatım boyunca bunlara denk gelen hiçbir rizikolu davranışıma engel olmaya tevessül etmemiÅŸtir!..

Dicle Nehri… Ä°ki-üç aile, toplam 12-13 kiÅŸi, “Harley” marka sepetli bir askerî motorsiklet ile, toprak ve son derece dik uzun bir yokuÅŸ yolu tırmanıyoruz… Bütün gençliÄŸim boyunca da hayâlimi süsleyen motorsiklet cinsi o oldu… O hâlâ burnumda tüten yolculuktan sonra, kıyısında birbirinden ayrı mesafelerde tahtadan yapılmış kulübe-evler bulunan Dicle Nehri, sayfiye yeri… Suda yüzenler, oynayan çocuklar… Seri kulaçlarla motor gibi suları yararak yüzen babam, arada bir sığda debelenen benim yanıma geliyor ve kaldırıp fırlatıyor; öyle yükseklerden (!) suya düÅŸüyordum ki… Nehrin hemen kıyısında direkler üzerine oturtulmuÅŸ evin iskele-balkonu altında kaynaÅŸan küçük balıklar… Tası daldırıp yakalamaya çalışıyorum… Ama nafile!..

Ablam akran bir kız… KardeÅŸi de var mıydı?.. O, ablam ve ben, Diyarbakır’a 5-6 kilometre mesafedeki bir çiftliÄŸe gidiyoruz; gidiyormuÅŸuz… Hatırlamıyorum… Hatırladım ÅŸu: GidiÅŸte veya dönüÅŸte, ablam pestile dönmüÅŸ beni sırtında taşıyordu… Ve mesut tesadüf: Askerî bir ciple yoldan geçmekte olan babam, bizi görerek alıyor ve eve getiriyor… Babamın bizi görmesi ve eve getirmesini de hatırlamıyorum… (21)

Hacı Veli… MuÅŸ’taki Alâaddin PaÅŸa Sülâlesinden… Diyarbakır’da idi… Ben o zaman 3-4 yaÅŸlarımdaydım.. O ise, herhâlde 50-60 yaÅŸlarında… Hatıramda kalan ÅŸemailinin en belirgin vasfı, koca göbeÄŸi… Mirzabeyler’den bir filiz olmam, onun bana büyük müsamaha göstermesi için kâfi sebep… Ä°stediÄŸim her ân evlerindeyim… O namaz kılarken secdede sırtına tırmanmam, benim için büyük keyif… Evlerinin mahzeninde bir oda yarıya kadar ceviz dolu olduÄŸu için, sokakta oynarken sık sık “cevizli yenge” dediÄŸim hanımı Arife yengeyi rahatsız ediyorum… Hiç kimsenin kendi çocuÄŸunda bile tahammül edemeyeceÄŸi bir serbestlikle, evde herÅŸeyi karıştırıyorum… Bir gün Arife yengenin büfe üzerindeki deÄŸerli küpelerini aldım ve birini kırdım… Arife yenge ilk defa benden bıkkınlık belirtici bir edâ ile kızdı; tabiî ben de hemen küstüm ve kapıya yöneldim… Arife yenge bir ân öfkesini tutamaması yüzünden, ne diller dökmüÅŸtü benim kırık (!) kalbimi düzeltmek için… Neticede, kabul ettiÄŸim ve etmediÄŸim ikramlarla, gönlüm alınmış olarak sokaÄŸa çıktım ve tenbih edildiÄŸim ÅŸekilde evde onun bana kızdığım kimseye söylemedim!.. (22)

Altı-yedi yaÅŸlarındayken, «geçmiÅŸime» ait bir hatıram vardı… Bir istasyonda üç adam, beni kaçırıyorlardı… Ben çığlıklar içinde yırtınırken, annem yavaÅŸ yavaÅŸ kalkan trenin penceresinde çaresiz çırpınıyordu… Adamlar beni, öbür perona giden tünelin oradan kaçırmaya çalışıyorlardı… Bu hadise, üç-dört yaÅŸlarında bulunduÄŸum Diyarbakır’a ait her biri sabit ve diri hatırlarım arasında, bir türlü izâha kavuÅŸmayan ikincisidir… Belki 20-25 sene sonraya kadar, uygun düÅŸtükçe ve sırasında hafiyelik ve ruhî tahlil yoluyla anneme defalarca sormama raÄŸmen, böyle bir ÅŸey olmamıştı… Bu bir rüya deÄŸildi… Neydi, nedir?.. (23)

 

“Bursa”

4-5 yaÅŸlarında iken, Bursa’da bir hatıram… Evin bulunduÄŸu sokağın başında, üç yetiÅŸkin insanın elele tutuÅŸarak kuÅŸatabileceÄŸi geniÅŸlikte büyük bir çınar aÄŸacı vardı… Üzerinde yüzlerce karga… Bir gün sokakta yürürken, tâ tepeden bana doÄŸru bir karga süzülmesin mi?.. Bir ânda suratıma dalacak diye elimle yüzüme perde yaptım ve o, kafamın üstünden teÄŸet geçip tekrar yükseldi gitti… Benim gibi bir masum yavrudan ne istedi acaba?… Belki de pek masum bulmadı!.. (24)

 

“Baba Evi…”

Baba evinde her zaman, kitap mühim bir unsur olmuÅŸ ve Åžerif Muammer (Muhammed), ÅŸahsiyet sahibi olma, kafa yapısı ve fikir meselesini her zaman maddi üstünlük ve ehemmiyetlerin önünde görmüÅŸtür… AnneciÄŸim, 1964’de doÄŸum günümde, babamın hediye ettiÄŸi kitaptan ayrı olarak bana, Eflâtun’un «Devlet» isimli eserini hediye etmiÅŸ ve ÅŸöyle yazmıştı:

– «OÄŸlum!.. DoÄŸru ve akıllı adam, muvaffak olacak adamdır. Ä°yi seneler.»

Benim not alarak okuduÄŸum ilk eser de, 1967’de bu eserdir!.. Åžiddetli toplayıcı karakterimin ve koku alma melekemin bariz olarak görülmesine vesile eser!.. (25)

Babam, Bursa’daki UludaÄŸ Gençlik Klübü’nü kuranlardan biri… Gençlik… Onun futbol ve boks ÅŸubelerinin çalıştırıcısı… Aradan seneler geçmiÅŸ… Ben 10 yaşındaydım… Bir yaz günü akÅŸamüstü, ÅŸehir stadının altındaki boks idman salonuna gittik… Babamın talebesi, ÅŸimdi hocalık yapıyor… Ortada eldiven giyen iki kiÅŸi ve büyülenmiÅŸ hâlde onlara doÄŸru akan ben… Babam arkamdan çekip, oturduÄŸu sandalyenin yanına getiriyor… Ben yine akıyorum… Bu durum idmanın sonuna kadar gitti… Ä°radesiz bir ÅŸekilde sürükleniyordum… O zamanlar, kaderimin o tarifsiz mistiÄŸin cazibesiyle örülü olduÄŸunu ne bileyim!.. (26)

Aramızda hiçbir zaman “yavrum, evladım” iliÅŸkisi oluÅŸmamış babama –binbir sıkıntıyla- bana verdiÄŸi aylığı yükseltmesini söylüyorum –ki o zaman talebe bursu 350, bana verilen 300 lira- ve ÅŸu cevabı alıyorum:

– “Senin hakkına bu kadar düÅŸüyor!”

Nefsinde hiçbir “evlât hakkı” hissi bulunmayan ben, onun çevresindeki gençlerin benle kıyas edilemez rahatlıklarına raÄŸmen ondan istifade etmelerine karşılık, verdiÄŸi cevaptan rahatlıyorum bile… Nitekim, 100 liram olmadığı için EskiÅŸehir’den Ä°stanbul’a imtihana gelemediÄŸim oldu… Yenilsem bile Türkiye Kulüplerarası Boks ikincisi olacağım maça da, aynı ÅŸekilde gelemedim; ben yaz-kış üzerimde aynı kadife pantolonla üç senedir dolaÅŸa durayım, şık takım elbisesi ve yeni ayakkabılarıyla karşısına geçen bir genç, ayakkabıyı yeni aldığını ama parasızlıktan (!) bir senedir aynı takım elbise ile dolaÅŸtığından yakındı ve tam 700 lirayı cebe indirdi… Ben maça gelmek için para istediÄŸimde, yoktu!.. (27)

 

EskiÅŸehir

Tilkinin dönüp dolaÅŸacağı yer kürkçü dükkânıdır misâli, EskiÅŸehir benim için madde ve mânâsını yaÅŸadığım hadiseler boyunca ister istemez baÅŸvurulan, cinnete yakın uçlarda ruhî sancılarıma, fikir istidadıma ve aksiyon iptilâma mevzu olmuÅŸ bir mekân… Hususî saadetler… Ölesiye sadık arkadaÅŸlık ve doyumsuz dostluklar… Öldüresiye nefretler… Dava, aÅŸk ve heyecan… Kesiksiz murakabe ve sahici muhasebe cehdi… Hatırası bile yakıcı zamanlar!..

Åžahsiyetimin ana çizgileri, EskiÅŸehir’de piÅŸmiÅŸtir!.. (28)

Åžehabettin… YaÅŸ farkından doÄŸan nisbetsizliÄŸi 14 yaşımda aÅŸtım ve onunla birlikte akranlarının da tepesinde sokağımızın efeliÄŸine kuruldum!.. (29)

Rahmetli Sülbiye Gider teyze… Karşımızda, en büyük oÄŸlu rahmetli Faik Gider amca ve Hüsniye Gider yenge ile oturuyor… Bu tek katlı ÅŸirin evin arka bahçesinde de bir ev var; orada da en küçük oÄŸlu Bedri aÄŸabey ve Zehra yenge… Yanlarında, baÅŸtan kerpiç ve iki katlı, sonradan üç katlı inÅŸâ edilen beton binada da, rahmetli Memduh amca ve Kadriye yenge ile, Kadri amca ve Mukadder yenge… Yani, rahmetli Rıfat Gider dede ile Sülbiye Hanım, 4 oÄŸlan çocukları ve gelinleri ile birarada… Ve dokuz tane de torun!..

GeniÅŸ aile, bütün unsurlarıyla Rıfat dede ve Sülbiye teyzenin etrafında döner… Hali vakti yerinde, mahallede ve ÅŸehirde çevresi olan, eÅŸraftan bir aile tipi!..

Sülbiye Hanım teyze, mahallenin «kaymakamı»… Kadın çevresinde, geliÅŸ gidiÅŸi kontrol edere benzer otoriter bir havası vardır!..

Rıfat dede ile Sülbiye Hanım’ın tanışmaları, daha doÄŸrusu Sülbiye teyzenin onu tanıması ÅŸöyle olmuÅŸ: Genç kızken, bir kadına herkes bahtını baktırırken, o da baktırmış ve o zaman hiç tanımadığı Rıfat dedeyi tastaki suda görmüÅŸ!.. Rıfat dede, çarşıdan birÅŸeyler yüklenmiÅŸ, yolda yürürken!.. Gel zaman git zaman, çeÅŸitli vesileler ağı çerçevesinde evlerinin kapısı çalınıyor, görücüler geliyor; ve suyun içinde seyrettiÄŸi adamın canlısını karşısında görüyor!.. DehÅŸet bir vakıa!..

Ben Ä°stiklâl mahallesindeki sokağımıza geldiÄŸimizde, 5-6 yaÅŸlarındaydım… Bir sene sonra kendi yaÅŸ grubumun ve küçüklerin önünde çete başı… Mahallenin bizden bıkkın büyüklerinin başında da, Fikri amca var… Bizi sokak sokak kovalar… Bu kovalamaca 12 yaşına kadar sürdü… Birgün, her zaman olduÄŸu gibi, «kavga var!» diye evden çaÄŸrıldım… SokaÄŸa fırlayınca ne göreyim?… SaÄŸ kolum Erkan, kafasından kan sızan Fikri amcanın kafasına sopayla mütemadiyen vuruyor; ve öyle kudurmuÅŸ ki, ne ablası, ne orada bulunan birkaç kadın, ne de çocuklar onu zaptedemiyorlar!.. Derhal müdahale ettim ve benle kapışmayı göze almamasından istifade, elinden sopayı aldım; sonra da «Fikri amca büyüklük sende kalsın!» diye, Fikri amcayı onore ediyorum! O kadar içli ve çaresiz insanın minnettarlığıyla dolu bir sesle bana «peki evladım, peki evlâdım!» dedi ki, ÅŸu ân bile içim titriyor!.. Ne tuhaf… EÄŸer bir daha bizi kovalarsa onu dövmeyi kararlaÅŸtıran benim; sonra da bu hâlim!..

Fikri amca, o zamanlar 50 yaÅŸlarında… Sol ayağında belli belirsiz bir aksaklık, yürürken yalpalaya yalpalaya gelen bir görüntü çiziyor… Bir zaman sonra bu amca, mizacımın, kuvvetli saldırgan tarafına deÄŸil de, yufka ve içli tarafına hitabedebilme sırrını sezdi… Tatlı sesli ve sözlü, ÅŸefkatli tavırlarıyla, benim son derece muhabbet ve hürmetimi kazandı; aslında kendisi de buydu, konu komÅŸu yardımına koÅŸmayı sever, cenazeye ve hastaya yetiÅŸir, kendini ibadete vereliberi de o yolda güzel örnekler sergilerdi… Bir gün kapı önünde otururken, bana nasihat etti ve sordu:

– «Oturma yavrum taÅŸlara, oturma; sonra çok çekersin!.. Sen niye tek başınasın?»

– «ArkadaÅŸlar camiye gitti Fikri amca!»

– «Aaa!.. Sen niye gitmedin?»

– «Benim kitabım yok!»

OnbeÅŸ dakika sonra ben yine aynı noktadayım… «Bi koÅŸu» kitap alıp gelmiÅŸ Fikri amca, onu bana uzattı:

– «Artık kitabın var, bundan sonra sen de git emi!»

Ruhuma büyük temel çivisi çaktı ve delikanlılığa doÄŸru serpilirken, bana hep takdirkâr ve hayranlık gözüyle baktı… Beni çok severdi; kalb kalbe karşıdır ya!..

Delikanlılık çağımın genel geçerli efeliÄŸi içinde, yaÅŸlılara karşı çok hürmetkârdım… «Ä°zzet, mahalleye eziyet!» tekerlemesinin sahibi olan bir dede de dahil, o yaÅŸlarda beni çok severlerdi… Elden ayaktan düÅŸmüÅŸ Rıfat dede, birgün evdekileri bana ÅŸikâyet edeceÄŸini söyleyerek tehdit, ediyor… Onun vefatından bir sene sonra da, Sülbiye Hanım yatakta… Günden güne eriyor… Ben hergün onu ziyaret ediyorum, elini öpüyorum, hatır soruyorum; Sülbiye Hanım teyze, benim mahalledeki havama nazaran hâlâ itibarda bulunduÄŸunun memnuniyetini yaşıyor… Birgün:

– «OÄŸlum, kestir ÅŸu saçlarını be!»

Bir-iki saat sonra, uzun saçlarım kesilmiÅŸ olarak ona uÄŸradım:

– «Sülbiye Hanım teyze, bak hiç kimseyi dinlemedim, yalnız senin sözünü dinledim!»

Kadıncağız, vefat ettiÄŸi bir ay sonraya kadar her kendisini ziyaret edene beni anlatıyor ve övünüyor:

– «Hiç kimseyi dinlemez!.. Ben söyledim diye koÅŸup kestirmiÅŸ, elimi öptüm!.. Bir tek beni dinledi!..»

Rahmet!.. (30)

Hüsniye Gider yenge… EskiÅŸehir’de oturduÄŸumuz zamanlar, yaklaşık 18 sene karşı komÅŸumuz… Rahmetli Faik Gider amcanın hanımı, benim yaşımdaki –ÅŸimdi astsubay- Åženol ve benden üç yaÅŸ büyük Kerim’in annesi… Rahmetli Rıfat dede ve Sulbiye Hanım teyzenin gelini!..

Ama ne gelin!.. Onun gibi, vefalı ve cefakârını, acaba kaç anne ve baba kendi çocuÄŸunda seyredebilir?.. Ä°ki-üç sene, yatalak hasta olan dedeye baktı; sonra da teyzeye… Hasta beklediÄŸi uykusuz aylar boyunca, sigaraya alıştı… Åžikâyetsiz, sızısız, hürmet ve ÅŸefkatinden hiçbir ÅŸey kaybetmeyen bu kadın, benim hatıralarım arasında, yumuÅŸak, sevgili ve aziz bir anneyi, çilekeÅŸ yalnızlığı duyulmayan derviÅŸ tevekkülü misâlini yaÅŸatır!.. (31)

Tatar Hayriye Hanım teyzelerin evleri; onun ismini anarak bahsedeceÄŸim, çünkü kocasının ismini çocukluÄŸumuzda da bilmezdik… (…) Bizim çocukluÄŸumuzda, hemen her sene bir kere de olsa Porsuk Çayı taÅŸar, ÅŸehrin alçak kesimlerini ve suya yakın sokaklardaki evlerin bodrum katlarını su basardı… Birinci katında oturduÄŸumuz iki katlı evin yanyana iki kapısının bulunduÄŸu 2-3 metrekarelik zemine çıkan 2 basamaklı hizası, umumiyetle selin en yüksek derecesini gösterirdi; birkaç defa tedbir olarak evdeki eÅŸyaların yukarı kata taşınması için hazır hâle getirilmesi sözkonusu oldu ise de, bizim evi hiç su basmadı… Sel baskını olduÄŸu zamanlar, okulların tatil edilmesi, yiyecek vesaire gibi ÅŸeylerin tedbir niyetine daha hamaratça teminine çalışılması, öyle aman aman bir zaruret belirtmese de, tehlikeli sahneler görüntüsünü oynayan figüranların kendilerini rollerine kaptırarak tehlikesizce tehlikeliyi yaÅŸama keyfi gibi, insanlara deÄŸiÅŸik tatlar yaÅŸatırdı… Tabiî evlerini su basan canı yanmışlardan bahsetmiyorum… Böyle sel bastığı günlerin geceleri, evimizin önünde bulunan elektrik direÄŸindeki lâmbadan suya düÅŸen ışık, bana bambaÅŸka ve romantik hisler yaÅŸatırdı; kendimi Venedik gibi veya sefa atmosferinde farzederdim… Bir seferinde, daha deÄŸiÅŸik manzaralar doÄŸdu: Hemen her sel baskınında, sokak seviyesinden yaklaşık yarım metre aÅŸağıdaki Dede’nin bahçesi içinde bulunan evler sular altında kalır, fakir fukaranın kaçıramadığı yatak-kilim-yorgan vesaire gibi eÅŸyaya zarar gelirken, bu seferinde sokaÄŸa duvarı bulunan bir ev yıkıldı… Sokaktan bakınca bahçe duvarı olarak görülen bu evin duvarı, mutfak eÅŸyası dizili bir rafı taşıyormuÅŸ… Ben, geçen sel baskınlarının ardından “bir daha sel olursa, kapıya bir sandalye atıp ÅŸöyle keyiflice bir çay içeceÄŸim!” kararımı bu sefer uygulamaya giriÅŸmiÅŸ ve tam sandalyeyi çıkarmıştım ki, hafif bir gürültü duydum; o evin çöktüÄŸünü… Birkaç saniye sonra, tencere ve tava cinsi eÅŸyalar suyun ortasında önümüzden geçiyor… Tuhaf bir durum!.. Camlarda bulunanların “aaa!” sesleri arasında, böyle hadiselerin canı gönülle fedâisi çocuklar tencereleri kurtardılar; diz boyu sularda heyecanlı (!) macera… Ä°çerden gürültüyü duyan babam, bizim balkonu andıran kapı önüne çıkınca, elinde çay bardağıyla sandalyeye kurulma hazırlığında olan bana sinirlendi; veya sinirlenmiÅŸ gibi yaptı… SöylediÄŸi doÄŸruydu:

– “Alemin ıstırabıyla alay gibi… Çabuk içeri gir!”

Ama ben oranın çökeceÄŸini bilemezdim ki!..

Aradan birkaç gün geçmemiÅŸti ki, Dede saÄŸdan soldan topladığı tuÄŸla-kerpiç ve çamurla evi eski hâline yeniledi!..

Su yatağından taÅŸmaya baÅŸladığında, Dede’nin bahçesi içindeki evlerin ÅŸurasından burasından ve avlunun muhtelif yerlerinden sular fışkırmaya baÅŸlardı… Ve bodrum katı olan yerlerde… Bir seferinde mahallenin bütün çocukları kahramanca (!) mücadele etmiÅŸ ve sokağın su boyundan giriÅŸ yerinin en müsait kısmında taÅŸ-toprak-çeÅŸitli cinsten molozla bir sed yapmıştık… DiÄŸer sokaklar çeÅŸitli derecelerde suların istilâsına uÄŸrarken, biz sokağımızı korumuÅŸ olmanın keyfini çıkarmaya hazırlanıyorduk ki, Dede’nin evlerinden suların fışkırmakta olduÄŸu haberini aldık; ve bizim yaptığımız seddin içindeki ilk evin karanlık bodrumunu dikkatle gözleyince, suların yükselmekte olduÄŸunu… Ve neticede birkaç saatlik bir gecikmeyle sular seddin ardındaki kısma dolmaya baÅŸlamıştı ki, santim santim yükseliÅŸ birkaç saat sonra santim santim düÅŸüÅŸe geçti… Ve biz mümkün olan en az hasarla zafer kazanmıştık!..

Selin ardından geçen günler ve haftalarda, deÄŸiÅŸik hisler yaÅŸadığımız iÅŸler… Meselâ o zaman, Yalman adası veya Suboyu denilen ÅŸehrin merkezî kısmında, yol boyunca yazlık sinema ve çay bahçeleri vardı; sular çekilince, sel suyunun doldurduÄŸu bu bahçelerin içinde kaynaÅŸan balıklar… Günden güne su buharlaşır ve toprak tarafından emilirken, meselâ aÄŸaçların dibine doÄŸru daralmış 1-1,5 metre çapındaki leÄŸen büyüklüÄŸü bir yerde, yüzlerce çırpınan balık; tarladan balık toplamak!.. Bodrum kat evler, ÅŸöyle veya böyle tahliye edilmiÅŸtir; 20-25 gün sonra da olsa içine gir ve üç-beÅŸ parmak derinliÄŸindeki suda kaynaÅŸan balıkları topla!.. Ve, top oynadığımız engebeli arsada, yer yer 1 metreye yaklaÅŸan derinlikteki sular… Bir seferinde, orayı mahallemizin gölü addederek, tuttuÄŸumuz balıkları oraya atarak zenginleÅŸtirdiÄŸimizi hatırlıyorum… Ve ne tuhaf, bugün bile heyecanlanıyorum!.. (32)

ÇocukluÄŸumda çok sık yaptığım tecrübelerden biri, canlı balığın içini boÅŸaltmak ve onun üç-beÅŸ saniye de olsa yüzmesini hayretle seyretmek… Veya içini boÅŸalttıktan sonra, titreyiÅŸlerini ânı ânına göz kaydına alarak «ölüm ânını», ruhunun çıkışını (!) yakalayabilmek!..

Balık avcılığı, çocukluÄŸumda yaz tatillerinin en zevkli saatleriydi… O zaman EskiÅŸehir’deki Porsuk Çayı’nda balık çok… Ve biz, sokağımızın bütün çocukları bir çete, baÅŸlarında ben, mahalle kavgaları ve futbol maçları dışında, ya kuÅŸ avındayız veya balık… Ya sokağımızın başında, veya karşı kıyıdaki çayırda, yahut ÅŸehir dışında tertiplendiÄŸimiz avlar!..

Suboyunun başında evleri olan, ilkokul arkadaşım Nevzad… Hatıralarımda yer ediÅŸ sebebi, son sene müsamerede ikimizin de «Ä°spanyol dansı» gösterisinde yer alıyor olmamızdan dolayı aramızda doÄŸan samimiyet… Ve… Evlerin bahçesinden oltasını suya sarkıttığı bir gün, kıyıdan bir karış uzakta kol kadar bir balık yakalaması… Günlerce «belki ben de» umuduyla oraya olta attım!

ÇocukluÄŸumda azarlandığım veya kızdığım zaman, büyüklerimin en çok kullandığı lâf:

-«Bak yine gözlerini devirdi ak gözlü!»

En çok anneciÄŸim ve teyzem, sonra anneannem ve dayım kullanırdı bu lâfı!.. (33)

17 yaşına kadar sayısız kere ava gittim… Ördek avı, bıldırcın avı… Ve balık avı… Ve tavÅŸan avı!.. Özellikle geceleri kır yollarında arabanın ışığını görünce çöken tavÅŸan avları sırasında, yollarda gördüÄŸüm «aaa!… Tilki»ler… Bunların hiçbirinin kazınmış bir hatırası yok!..

14 yaşındayım… Bir yaz günü, babamın alaydan mesai arkadaÅŸları ve aileleriyle iki otobüs tutarak gittiÄŸimiz, kır gezisi… EskiÅŸehir’e 40-45 kilometre mesafedeki, çam ormanlarına, Hasırca’ya… Annem, babam, kardeÅŸlerim ve rahmetli Teyzem… Unutulmaz bir gezi… Ve gece kadınların orada kalmak istememeleri yüzünden, otobüsler bir günlük tutulmuÅŸtu… Kadınlar oranın tadını aldıktan sonra, o geceyi orada geçirmek ve ertesi akÅŸamüstü dönmek için kocalarına nasıl ısrar ediyorlardı… Ama otobüslerin yarın baÅŸka bir anlaÅŸması olduÄŸu için, bu mümkün olamamıştı… Derede serpmeyle 60-70 kiÅŸiyi doyuran ve bir o kadar insanı da doyuracak olan balık avı… Kol kadar balıkları, armut toplar gibi eliyle derenin oyuklarından çıkaranlar… O küçük dere nasıl da balık kaynıyordu!..

Tilki… Dolunayın altında biten bir zevkin hüznüyle eÅŸyalar toplanırken, binlerce ateÅŸböceÄŸinin görüntüsü ayaklarımı büsbütün geri geri götürüyordu… Ve bir yavru tilki!…

Bizim oradan ayrılmamızı bile bekleyemeyen bir yavru tilki, her kovalayışımızın ardından, baÅŸka bir eÅŸya kümesinin yanında görünüyor!.. Onu yakalayıp evde beslemek fikri bana nasıl cazip görünüyordu ama, ne yakalamak mümkündü, ne de annemin onu kabul etmesi, ne de evcilleÅŸmesi!.. Onu hafızam resim hâlinde yakaladı ve aslı ölmüÅŸ olsa da, faslı yaşıyor!.. (34)

Bundan 25 yıl evveli… 25 yıl sonrayı düÅŸünürken çatır çatır yandığımı söylesem inanır mısınız? Ä°nanın!..

Ä°nanın; kemmiyet hesabına vurarak 25 yıl sonra diye deÄŸil de, 25’in de içinde bulunduÄŸu bir rakam sonrasının, ilk gençlikte yaÅŸanan zaman idrakı ıstırabının buudu hâlinde o günde bir imaj olarak toplu olduÄŸuna inanın!..

Lemi, bu dilden hiç anlamaz, okul kitabı serisi üzerinde çalışkan ve zekâyı andıran tarafları olan, buna mukabil hep yavan, hep hissiz, hep soÄŸuk tarafıyla aptalı andıran bir tip… EskiÅŸehir’deki Mehmetçik Ortaokulu’nda 1. 2. 3. sınıfları ve Atatürk Lisesi’nde 3. sınıfı beraber okuduk!..

Ütülü pantolunu, ceketinin altında ütülü gömleÄŸi ve boynunda kravatı, daim temiz papuçları, hep aynı ayar saçları… Ressamın ruh veremediÄŸi çıplak bir duvarı andıran beyaz bir yüz, uzun ve ince boynu üzerinde yürürken sallanmasa da sallanıverecek hissini veren kafa, dört ayak üzerinden yeni doÄŸrulmuÅŸ gibi zayıf ve uzun ince gövdeden öne doÄŸru akan uzun kollar, uzun ve yürürken uzun uzun attığı bacaklar, pabucu büyük gelmiÅŸ gibi deve yürüyüÅŸü cinsi kullanılan ayaklar… Son derece renksiz, ruhsuz ve bulunduÄŸu yere müsbet veya menfi bir keyfiyet vermeyen ÅŸahsiyeti içinde, varlığı veya yokluÄŸu dikkati çekmeyen, nevî ÅŸahsına münhasır bir tip!..

Duvarın ötesini merak ediyorsun, öte, kıymetin duvarda olduÄŸunu iÅŸaretleyen bir boÅŸluk… Peki niçin Lemi’nin üzerinde duruyorum?.. Hem de, görmem unutmam için yeterliymiÅŸ gibi kendisinden bahsederken?..

Benim, bahse deÄŸmezliÄŸini söylerken bahsetmemin çeliÅŸkisi bir yana, o, hayatımda çok önemli iÅŸaret taÅŸlarından biridir!..

Çalışkan bir talebe olmasam da, sınıf birinciliÄŸine oynuyorum… Ä°lkokulda, birinci olmadığım zamanlarda bile, ikinci deÄŸildim… Ortaokul 1. sınıfta, ben, Lemi ve Åžerafettin isimli bir çocuk, iki kiÅŸinin çıkarıldığı iftihar listesine geçmeye çalışıyoruz… Birinci dönemde, resim dersinden de aldığı iftiharla, bizden bir fazla dersle Lemi birinci… Åžerafettin de, not ortalaması benden fazla olduÄŸu için ikinci… Okul bahçesinde her sınıftan iftihara geçenlerin takdim edildiÄŸi törende, ben de çıkarıldım; ama bana, daktiloyla yazılmış iftihara geçtiÄŸim vesikası verilmedi… MüthiÅŸ üzüldüm… Ä°kinci dönemde, iftihara geçtiÄŸim ders sayısı Lemi ile eÅŸit olacak hesabında sevinirken, iftihara geçme iÅŸi yapılmadı… Neden yapılmadı?.. Hiçbir sebep yok; yapılmadı… Bütün emeÄŸi boÅŸa gitmiÅŸ bir insanın hüsranına düÅŸtüm… Ä°kinci sene, birinci dönem: Sınıfımızda, diÄŸer sınıflardan da bizim sınıfımıza kaydırılanlarla, en az on iftiharlık talebe arasındaki yarışta, ben birinci olacaktım… Olacaktım, olamadım; ve not ortalamasıyla üçüncü duruma düÅŸüp, yine iftihara geçemedim!..

Sınıfımızda kıyasıya bir yarış var… Meselâ 10 tam notu hedefleyerek yaptığımız hesap üzerinde, sözlüye kalkıp da 9 alan oldu mu, sanki yüzde 90 rakibimizi geçmiÅŸ gibi seviniyoruz… Her neyse; bir hoca, beÅŸ kiÅŸiyi iftihara geçmek için yazıyor ve neticede kim daha fazla dersten iftihar alırsa, bunlardan iki kiÅŸi iftihara geçiyor… Ben, on dersten iftihar alarak birinci olacağım… Ama olamadım ve not ortalaması ile üçüncü sıraya düÅŸüp iftihar listesine geçemedim!..

Türkçe Hocası Hümeyra Hanım… Bir dönemde yapılan üç yazılı imtihandan sonuncusunda, bir cümlenin ÅŸahıs, fail, sıfat vesaire ÅŸeklinde tahlilini isteyen bir soru da var… Ben 10 tam not beklerken, 7 gelmesin mi!.. Dünyam karardı… Ertesi derste, parmak kaldırdım ve “Ä°mtihan kağıdını görebilir miyim?” dedim… Yani itiraz ediyorum… Biraz tatsız bir hava… Hümeyra Hanım, kağıdımı çıkardı ve notumun sözkonusu sorudan dolayı kırıldığını gördüm… “BirleÅŸik kelime” diye altını çizmediÄŸim bir kelimeden dolayı, o sorudan bana hiç not vermemiÅŸti… Oysa, hiç not vermemesini izah gibi, benim yanlışımı çıkarırken de zorlandığını hissettim… O kelime birleÅŸik kelime deÄŸildi… Bana, ÅŸimdi hatırlıyamadığım bir misâli verdi ve yerime oturttu… Ben de, verdiÄŸi misâli kafama takmış, bugün bile hatırladığım karşı örnekleri, birkaç gün sonra önüne sürdüm… “Meselâ, insan kelimesi bölünemez; bölününce mânâlı oluyor diye, o birleÅŸik kelime deÄŸildir!” dedim… “Ä°n”, maÄŸara; ve “san”, sanmak diye… Meselâ AÄŸaç; “aÄŸ”, “aç”… Hümeyra Hanım lâfı karıştırdı, epey bozulmuÅŸ bir ÅŸekilde, sözlüye kaldırarak not durumumu telâfi edeceÄŸini söyledi… Aynı okulda hoca olan Adile teyzeme, kendisine itiraz ederek onu sınıfta zor duruma düÅŸürdüÄŸümü söylemiÅŸ… Zaten bizden gerideki sınıfta okuyan yeÄŸeni Serdar yüzünden öbür hocalara biraz torpil ister tarzda yaklaÅŸan Hümeyra Hanım, benim için hiçbir söz etmez ve bu mevzularda hayatı boyunca ne kimseye bir ÅŸey söyler ne de kimseye torpil yapar olmuÅŸ Adile teyzemin burnu havada ilgisizliÄŸinin, acısını diyeyim, benden çıkarmıştı… Çünkü o iÅŸ orada bitmedi… Sözkonusu imtihan notum dolayısıyle, Türkçe dersi karne notum, o derste beni sınıf üçüncüsü yapmış, iftihara beÅŸ kiÅŸinin yazılmasına nazaran yine de iftihara verilmem gerekirken, verilmemiÅŸtim… “Ben iki kiÅŸinin verilmesini takdir ettim!” dedi, çıktı iÅŸin içinden… Ben, 10 dersten iftihar almış olarak birinci olacakken, resim ve müzik derslerindeki daha az notumdan dolayı, sınıfın 9 dersten iftihar almış üç talebesinden biri olarak not ortalamasından yine üçüncü sıraya düÅŸtüm ve iftihara geçemedim… Ve ÅŸu hükme vardım:

– “Ben ne yaparsam yapayım, olmuyor iÅŸte!”

Tahsil hayatım boyunca bir daha bu acıları yaÅŸamadım, çünkü bir daha sınıf birinciliÄŸine soyunmadım!..

Lemi, hem 2. ve hem de 3. sınıfta iftihara geçti… Åžerafettin, 2. sınıfta iftihara geçti, 3. sınıfta 3. idi!..

Åžerafettin’le lisede aynı sınıflarda okuduk… Lemi ile Lise 3. sınıfta beraberdik, ama konuÅŸma bir yana, selamlaÅŸmamız bile olmadı… Kendi sokağında oturan bir çocuktan baÅŸka kimseyle arkadaÅŸlığı yoktu… Bir hanım evlâdı, geldi gitti!..

Defter ve kitaplar, kırmızı veya mavi kağıtla kaplanırdı… Defter veya kitap kapağıyla, kaplama kağıdı arasına kopya kağıdı koyuldu mu, görülmezdi… Kopya çekmede çok kullanılan bir usul… Kapak kağıdı biraz bastırıldımı, altındaki yazıyı net görme imkânı vardı… Sözlü notları da yüksek olan Lemi, her derste bu tarz kopyasını hazır ederdi… Çalışkan talebe iddiasını çoktan bırakmış benim usulüm ise, türlü türlü!.. (35)

Ben Erbakan’ı EskiÅŸehir’de, Milli Nizam Partisi vesilesiyle tanıdım… Ve çevre vilâyetlere nâm salan EskiÅŸehir Gençlik kolunun başında… Öyle ki, Hoca, diÄŸer vilâyetlerdeki açılış ve toplantılar için, benim ve arkadaÅŸlarımın mutlaka gelmesini isterdi… Sonra, MSP’nin Konya’daki bir meydan toplantısında kalabalığı dağıtmak için hadise çıkarmaya çalışan 40-50 kiÅŸilik bir gruba tek başım dalmamla çıkan kavga ertesi, Parti çevresinden gördüÄŸüm «bizde kavga etmek var mı, müslüman kavga etmez!» sümsüklüÄŸü yüzünden uzak durdum… Yine de kopmadım ve Gölge I, Gölge II. dönem ve Akıncı Güç’ün ilk sayısı, bilhassa Hoca’yı diÄŸerlerinden farklı ve çevresindekilerin çapsızlığı yüzünden bir takım ÅŸeyleri yapmıyor gördüm ve gösterdim… Üstadım’la aralarındaki hadiseyi, onun deÄŸil de çevresinin hatası diye tevil ettim… Fakat Akıncı Güç’ün çıkışının ardından, çevresine kasden çapsız adamları topladığını âlenen beyanla bize karşı olunca, biz de onunla ve partiyle baÄŸları tamamen kopardık!.. (36)

Rahmetli Halil aÄŸabey… Milliyetçiler DerneÄŸi ve Komünizmle Mücadele DerneÄŸi zamanından, yani 15-16 yaşımdan, 22-23 yaşıma kadar geçen zamanda tanıdığım… Ondan birkaç sene sonra da vefat ettiÄŸini duymuÅŸtum!..

Suat Fıratlı aÄŸabeyin ÅŸefliÄŸini yaptığı Milli EÄŸitim Kitabevi’nde, onunla beraber çalışmaya baÅŸladığı birkaç sene, hemen hergün görüÅŸtüÄŸümüz Halil aÄŸabey… Ben, hergün oradayım ve oturduÄŸum yerde beleÅŸ kitap tetkik etmekteyim… O, Suat Fıratlı ve hademe Hakkı’ndan sonra, ben de kadrodan (!) sayılabilirdim!..

Nedir bu hâl, ne oluyor ve nereye gidiyoruz?.. Yayınevi, uzun nutuklarıma sahne olan bir mekân!..

Halil aÄŸabey, benden birkaç yaÅŸ büyük ve Hukuk fakültesini terkedip Gazetecilik okuluna giden, orayı bitirip Tercüman ve Hürriyet gazetelerinde sayfa sekreterliÄŸi yapan oÄŸlu Abdullah’tan yana biraz dertli… Dışarıya bir ÅŸey sızdırmamaya çalışıyor ama, bazen imâen endiÅŸesini açığa vuruyor… Ona söylediÄŸim sözü, kim kaçıncı defa söylüyorum:

– “EÄŸer sizin nesliniz biraz fedakâr ve gözükara olsaydı, bugün ortam bambaÅŸka olurdu!”

Kendilerinin suçlanması karşısında, savunma:

– “Sizin neslinizi de göreceÄŸiz!”

– “Hiç kimse benim karşıma geçip de bunları söylemeyecek!” (37)

Topal Emine… Lise son sınıfta beraber okuduÄŸumuz talebelerden, akranlarının aksine, Anadolu kokusundan tiksinmeyen ve köy ve kasaba hayatının sükûnetini her türlü ÅŸehir alâyiÅŸine tercih eden, temiz bir insan… ArkadaÅŸlarının bu toprak adına ne varsa nefret ettiÄŸi ve özenti Batı gençliÄŸi cümlesinden olarak zamane moda müzik listelerini ezberleme hünerine düÅŸtüÄŸü bir iklimde o, bir sazla elektro gitar arasındaki fark kadar onlardan uzaktır… Kendisi okulu bitirirken, niÅŸanlısı da askerden dönecek ve evlenecekler… Mümkün olsa, DoÄŸu vilâyetine baÄŸlı köylerden birinde öÄŸretmenlik yapmak ister… Ä°sterdi!..

Sene 1972.. 12 Mart’tan birkaç ay sonra… Liseyi bitirmemizin üstünden 3-4 sene geçmiÅŸ… EskiÅŸehir’de Köprübaşı’nda karşılaşıyoruz… ÅžaÅŸkınlık içinde… Ama ÅŸaÅŸkınlığı ÅŸu kadar zaman sonra bir tanıdığa rastlamaktan dolayı deÄŸil de, benim polis tarafından yakalanmamış olmamdan dolayı!..

Milli Nizam Partisi zamanı… Günaydın gazetesinde, Resûlullah Efendimizin hayatı çizgi roman ÅŸeklinde ve ÅŸehvet gıcıklayıcı sosyal hayat sahneleriyle veriliyor… Tüller içinde göÄŸsü göbeÄŸi açık kadınlar… Her biri bir andavallı ve iptidaî insan tipinde sahabiler… Neler neler!..

Kalben buÄŸz eden, tümen tümen… Gerçi müÅŸahhas bir ÅŸahsı iÅŸaretleyip de “sen bir sahtekârsın!” diyemesek de, umumî bir ifâde hâlinde, kan pompalamaya yarayan ve mânâsını kaybetmiÅŸ bir âlet durumuna düÅŸmüÅŸ kalblerde “Allah için buÄŸz” diye bir ölçüye yer olmadığını da söyleyebiliriz… Her zaman sadece nefsini kurtarmayı ve rizikodan kaçınmayı benimsemiÅŸ bir ahlâk, yani ahlâksızlık sahibinde, ne aÅŸk vardır, ne imân öfkesi ve tezahürü, ne de merhamet!..

Ne yapmalı?.. Benim teklifim, Günaydın gazetesinin Anadolu’ya dağıtım yapan kamyonlarından birini, ihtar olsun diye yakmak… Yakalım, yakmayalım tartışması yanında, bu iÅŸi becermek için bize lâzım olan bir arabayı nasıl bulalım?..

Aradan ÅŸu kadar mevsim geçtikten sonra, Emine ile karşılaşıyoruz… Bilecik Emniyet MüdürlüÄŸü’nde sekreter olmuÅŸ… Bir gün EskiÅŸehir Emniyeti’nden gelen bir haber:

– “Salih Ä°zzet ErdiÅŸ ile Ä°hsan Toköz, Ä°stanbul-EskiÅŸehir arasında Günaydın gazetesinin kamyonunu yakacaktır; tertibat alınması ve bu ÅŸahısların suçüstü yapılarak yakalanması için gerekenin yapılması!”

Mesele anlaşıldı!.. Bu iÅŸ dedektif gazeteciyi oynayan Sinan’dan çıkmıştı… Sinan’a kızmak ÅŸöyle dursun, sebep olduÄŸu telâÅŸe bakımından epey eÄŸlenmiÅŸtim bile!.. (38)


ŞAİRLİĞİM

Hafiye, ilk ÅŸiirlerini, EskiÅŸehir’de, ilkokul üçüncü sınıfa giderken yazar… Hocası Muhsine Altınbulak Hanım’ın ciddi yüzlü tetkiki ve sahici takdirkâr tutumu, onu teÅŸvik ve mesut etmekte… Åžiir okunan serbest derslerde HAFÄ°YE mutlaka tahta başında ve kendi ÅŸiiriyle huzurda… Ve yanında her zaman, güzel ÅŸiir okuyan iki kız talebe: Müzeyyen ve Hülya… Birincisi, uÄŸruna pek çok dövüÅŸe girdiÄŸi aÅŸkı… Ä°kincisi, okuduÄŸu ÅŸiirin hakkını veriyor olması bakımından takdir ettiÄŸi!..
O okul… Fatih Sultan Mehmet Ä°lkokulu… Bugün yaÅŸanmış kadar berrak hatıralar mekânı… Birgün Åžehir hoparlöründen, okullarını temsil için seçilenler ÅŸiir okuyacak; bu sebeple, okulda her sınıftan birkaç kiÅŸinin katıldığı bir seçme tertipleniyor… Hafiye, kazancı peÅŸin bir iÅŸde, birdenbire zırhsız ve savunmasız bir yüzle, güyâ aksi olabilirmiÅŸ gibi, aslında ise takdiri katlamak üzere, o masum insan tavrını takınıyor:
– «BaÅŸöÄŸretmenim, benim ezberimde ÅŸu ân tam bir ÅŸiir yok… Ben kendi ÅŸiirimi okuyabilir miyim?»
Ne var ki, Hafiye ilk ânda umduÄŸu cevabı alamıyor… O aksi ve asık yüzlü, bütün talebelerin ödünü koparan Müdür Kâmil Bey, pek ümit vermeyen bir sesle:
– «Kendi ÅŸiirini mi okuyacaksın?.. Peki, oku bakalım!.. Ä°smi ne?»
Åžiirin ismi «Fatih»tir… Çocuk hayâli için, uçan sihirli seccadeler kadar güzel, Fatih’in gemileri karadan Haliç’e indirme sahnesinde, Hafiye’nin de yüreÄŸi vardı!..
Muhsine Altınbulak Hanım’ın, çocuk çapına nisbetle pek beÄŸendiÄŸi bu ÅŸiir, Kâmil Bey’in hayret ve hafiyece tavrıyla karşılaÅŸtı:
– «Gerçekten bu ÅŸiiri sen mi yazdın?.. Bak sen yazmadıysan sonra fena olur?»
Tekrar tekrar okunarak tamamlanan elemelerden sonra o kalır… Her tekrarda aynı çatık kaÅŸ:
– «Bak sen yazmadıysan fena olur!»
Bu, eseri yaÅŸ çağına nisbetle üstün ve aÅŸkın durum, eserin ona ait olmadığını beyândan, kıskançlığa kadar bin kılıkta gençliÄŸinde de baÅŸ derdi olacaktır… Üstadım bile, Akıncı Güç çıktığı zaman yanına Zübeyr Yetik isimli sonradan sıvışan bir muharrircikle giden Yalçın Turgut’a, yaşımı sormuÅŸ, nasıl olup da böyle bir zümreye sözümü malediÅŸime ÅŸaÅŸkınlığını belirtmiÅŸtir… O zaman, Üstadım’ın «olgun ve dolgun» diye yetiÅŸmeleri için iteklediÄŸi yazar çizer takımının yaÅŸ ortalaması 40-50… Nitekim benden sonra hepsinin pabucu dama atıldı… Bunun kuyruk acısıyla bir lâf çıkardılar:
– «Yazıları Üstad yazıyor ve altına Salih MirzabeyoÄŸlu diye imza atıyor!»
Ankara’da Profesör Nevzat YalçıntaÅŸ’a Akıncı Güç’ü veren Yakup Kaldırım, onun hayretini aktarıyor:
– «Bu kadar genç yaÅŸta, hayret edilecek ÅŸey!»
Åžiirlerime, yazar, çizer geçinenler arasında hiç kimsenin nüfuz edemediÄŸi garip bir hassasiyet göstermiÅŸ olan Kâzım Albayrak, 1986’da Profesör Sabahattin Zaim’i ziyaretinde, benim hakkımda takdirini aktarıyor:
– «Eserlerinden ilk önce ÅŸiirlerini okudum!.. Hayret!.. Ne zaman yazdı!»
Memleketimizdeki kıtlığı düÅŸünün ki, 36 yaÅŸ bile keyfiyet büyüklüÄŸüne nisbetle ÅŸaşırtıcı görünüyor!.. Bilmem ki ne demeliyim?..»
Ä°lkokul dördüncü sınıfta… Muhsine Altınbulak Hoca hamile… Yerine Fatma isimli bir hoca geliyor… Bir kompozisyon dersinde, bir bankanın kompozisyon yarışmasına gönderilecek mevzuu «orman» olan bir yazımı okuyorum… «Herkesin nemalâzımcılık gösterdiÄŸi yerde, neticede hepimiz zararlı çıkarız!» diye mesuliyete davet ediyorum… Fatma Hanım, olaÄŸanüstü bir tabloyu seyreden estetik buÄŸulu gözlerle bana bakarken dudaklarını ısırıyor, başını takdirle sallıyor ve hayatımda sadece Üstadım’da gördüÄŸüm içe iÅŸleyici ve bende birine hitap edici eda ve sesle:
– «Sen, ileride çok büyük bir adam olacaksın!»
Åžimdi kimbilir nerde?.. Yaşıyor mu, öldü mü?
Babam, o zaman, ÅŸiir yazdığım defteri kaybetmememi, büyüyünce bana iyi bir hatıra olacağını söylemiÅŸti… Ama Kâmil Bey’in tavrı üzerimde yıkıcı bir etki yaptı; buna, benden birkaç yaÅŸ büyük mahallemizdeki Kerim Gider’in o ÅŸiirleri benim yazdığıma inanmadığını söylemesi de eklenince, hepsini imhâ ettim!.. (40)


Günlük

Size, ilk gençlik günlerimde «günlüÄŸe-hatıra defteri»ne nasıl baktığımı, «YaÅŸamayı Deneme» isimli romanımdan göstermeliyim:
– «Hatıra defteri tutmaya baÅŸladım. Ancak birkaç günlük yazılarım çabucak hevesimi kırdı. Üzgünüm, sıkıntılıyım, okula gittim, yemeÄŸe gittim, sinemaya gittim, kulübe gittim, tavla oynadım, kazandım, kazanmadım, hava ÅŸöyle, hava böyle, bilmem ne… Bakkal defteri gibi bir ÅŸey. Ne kadar renksiz.
Elimde defter kalem, her ân hissimi yazacak deÄŸilim. Müsait zamanda yazmam sözkonusu olduÄŸuna göre de, bütün bir günün dökümünü yaparken, seçmeyi, yazma isteÄŸimdeki his tâyin ediyor; neyse o. Hiç kütüklüÄŸü görünsün diye yazanı gördün mü?.. Hayır. Kalemi eline alınca, mânâlı lâflar söylemeye çalışıyorsun. Suçüstü yakala kendini.
Deftere yazdığımı farzet ve ÅŸu son sözümün üzerine dur: «Suçüstü yakala kendini.»
Suçüstü yakala kendini diyen kendini de yakala, sonra onu da. Bu böylece, yazan elinin hesabını veremeden gider. Anlayacağın, günü tam tesbite imkân yok. Zaten tam tesbite yeltensen, elindeki kalemin tesbitinden baÅŸka bir ÅŸeye sıra gelmez. Günü hülâsa etmeye gelince; bir tuhaf oluyorum. Görüyorum ki, ifâdeye girmeyen zaman mukayesesiz uzun. Demek zamanımın çoÄŸunu, yaÅŸamasaydım da olurdu.
Öyleyse yapılacak en iyi ÅŸey, hiçbir mânâlandırmaya yeltenmeden kuru havadis. Renkli ve zengin bir iliÅŸkiler manzumesi içinde olmadığıma göre de, kuru, kupkuru oluyor. Takılmış plâk gibi, birbirinin benzeri günleri gösteren sevimsiz bir defter.
Åžu ânda tepelenmiÅŸ hâliyle, çöp kutusunun hatıraları arasında yerini aldı bile. Arkasından bakıyorum kızgın kızgın.» (41)
 
“Namaz, Zamana Sahip Olmanın…”
Âdem sokaÄŸa çıkacak. Çayın altını söndürdü. Sigara tablasında bir yanık iÅŸareti yok. Åžunu aldı mı?.. Aldı. Ya bunu?.. Onu da aldı. Kapıyı çekti. Acaba çayın altı?.. Açtı kapıyı, içeri girdi. Tamam söndürmüÅŸ. Çekti kapıyı. Hakikaten söndü mü?.. Açtı kapıyı, tekrar yokladı. Kül tablası tamam. Tekrar çıktı. Âdem’de unutkanlık ve dalgınlık deÄŸil de, âdeta gözün gördüÄŸüne itimatsızlıktan doÄŸan bu hâl, birdenbire namaz kılma hâline çaÄŸrışım yaptı. «Namaz bu deÄŸil, namaza lâyık deÄŸiliz Allahım, ama affına sığınarak emri yerine getirmeye çalışıyorum.» hissi. Ölçüye uygunluk zannedilen yerde bile Allah’a havale ÅŸuuru. Tamam, yaptım, oldu yok.
Âdem niçin bu hâlini hatırladı?.. Söyledikleri arasında pekçoÄŸunun, «ne demek namaz deÄŸil?.. Ä°ÅŸte Ä°slâmı yaşıyoruz!» gibi baktığı ve âdeta namaz kılmamanın mazeretine zemin sandığı, hatta ve hatta «ne yani, namaz mı kılmayalım?» gibilerinden gözlerinin bulandığı, gözleri bulandıran sözleri, aynıyla «Sevgili»nin aÄŸzından dökülüyor:
– «Bizimki de namaz mı?.. Affet Allahım, affet!.. Af, af, af… Bugün Ahmet (Arvasî) Bey söyledi, Ä°mam Rabbani’nin Mektubat’ında görmüÅŸ; «Ä°nsan namaz kıldıktan sonra, suç iÅŸlemiÅŸ gibi bir hâle düÅŸer.» Hep af Allah’tan, hep af isteyelim. Bir de bizim namazımızı düÅŸün!»
Ve ilâve etti:
– «Aman namazını kıl!»
BaÅŸka ne demiÅŸti Sevgili:
– «Bekleyeceksin!»
Mayıs 1982, «Müjdelerin Müjdesi»… Âdem, benim; Sevgili de o!.. (42)
1983 senesi Mart ayının o muazzam soÄŸuÄŸuna mukabil, söylendiÄŸi ânda yakıcı bir soÄŸukluk hâlinde onu gölgede bırakacak en büyük sırrımı, «halka, aklına göre hitabedebilmek»le, «hakikat» arasındaki farkın temyizi hâlinde bu mevzuda aldım… Ä°ÅŸin söyleyebileceÄŸim tek tarafı ÅŸu:
– “Namazı kıl!» (43)
Rahmetli Fatma Toköz… Rahmetli Atiye Toköz… Emine Toköz… Ä°hsan Toköz… Bu isimlerin her biri, hem özü ve hem de gözü tok insanlar!..
Rahmetli Fatma Toköz ve kızı rahmetli Atiye Toköz… Fatma Toköz, Atiye ve rahmetli Zeki’nin anası olarak, baÅŸa alınması gereken:
Ä°lk defa evlenmiÅŸ… Birinci evliliÄŸinden Atiye doÄŸmuÅŸ… Kocası ölmüÅŸ… Ä°kinci evliliÄŸinden Zeki doÄŸmuÅŸ… Kocası ÅŸehit olmuÅŸ… «Bizim sülâleyi toplasan, belki 40.000 kiÅŸiydi!» derdi… Birinci Dünya Harbi ÅŸartlarında veya harbin ertesinde Van’da Hicret… Babaannem Hanife Hanım’ın ahiretliÄŸi…OÄŸlu, Hava Astsubaylığından emekli ve Almanya’da vefat etti… Sonra da, onun büyüÄŸü Atiye… En son da kendisi… Bir anne evlât acısıyla nasıl cayır cayır yanar, doksan küsur yaşındaki o kadında gördüm… Ama goygoy, vaveylâ ve isyan yok… 40.000 kiÅŸiden birkaç kiÅŸiye düÅŸmüÅŸ akraba tanışıklığı içinde bile, hep vakarlı, aklı başı yerinde… Kızının vefat ettiÄŸi gün bile, bir parçacık ekmeÄŸin israfından ve nimete nankörlük etmekten korkan itidal tavrı!..
Ömründe, Fatma Hanım teyze ve kızı Atiye hala kadar temiz, tertipli ve yemek adabını bilen kimse görmedim… Ä°ster evlerinde, ister misafirlikte, yedikleri ekmek cetvelle ölçülmüÅŸ gibi hiç deÄŸiÅŸmezdi… Ä°nsanın sadece açlıktan bitkin olmama sınırında toklukta durması, nefsini böyle disipline edebilmesi ne harika bir ÅŸey… Her ÅŸeyde itidal haddi üzerindeydiler… Bereket denilen ÅŸeyin ne olduÄŸu, onların hayatlarından seyredilebilirdi… Bugünün, diyelim 2.000.000 lirayla geçinirken aÄŸlaÅŸan iki kiÅŸilik ailesi yanında, onlar 400.000 lirayla geçinebilir… Hem de tasarrufta bulunmuÅŸ olarak… Benim para durumumun Üstadım’ın düÅŸündüÄŸü bir husus olduÄŸu günlerde, rahmetli Atiye Hala tutturmuÅŸ, ömür boyu biriktirdiÄŸi ve altına çevirdiÄŸi tasarrufuyla bana dükkân açacak… Onun vefatından sonra da Fatma Hanım teyze, kızının dileÄŸi yerine gelsin diye aynı ısrarda… DiyeceÄŸim ÅŸu ki, bunların, öyle yaÅŸamaları, paranın üstüne kuluçkaya yatanlarla aynı cinsten deÄŸildi… Benim, bir daha böyle bir bahis açarsa kendini hiç ziyaret etmeyeceÄŸim tehdidi üzerine, para fakir fukaraya dağıtıldı!..
Toköz… O sahici insan ve vefatı üzerimde derin tesirler bırakmış olan Atiye Hala, beni abdest alırken veya namaz kılarken gördü mü, gözleri ışıl ışıl ve yürekten kopan bir memnuniyetle hemen gıpta tavrına bürünür ve ÅŸöyle derdi:
– «Åžimdi bunun namazı kandil gibi parlıyor; nur nur!.. Bizimki gibi deÄŸil, o genç!»
Bu insan ki, yedi yaşında namaz baÅŸlamış ve yetmiÅŸ yaÅŸ eÅŸiÄŸinde, üzerinde farz borcu yok… Nafilelerin üzerinde çetele sahibi de deÄŸil!..
Emine Toköz… Yunanistan’ın Gümülcine kasabasından Erzurum’a kocasıyla gelmiÅŸ… Rahmetli Faik amcayla… Faik amcanın babası, o zaman Erzurum’da hali vakti çok iyi bir memur… Faik amca, Emine Hanım teyzenin ikinci kocası… Ölen birinci kocasından da bir çocuÄŸu olan Emine Hanım teyze, Erzurum’da kaynanasının düÅŸmanlıklarına hedef… Geceyarısı, açlıktan ve soÄŸuktan uyuyamayan çocukları için mutfaktan nasıl gizlice ekmek çaldığını anlatırken, ürperirdi… Umumiyetle bizim ısırıp yarım bıraktığımız ekmekler üzerine tekrarlanan bu hikâyeler, beni öyle bir tesir altında bırakırdı ki, bazen gizli gizli aÄŸlardım!.. (44)
ÅžemsipaÅŸa’dayım… Sertçe bir rüzgâr ve üÅŸütmeye mahsus bir güneÅŸ… Seyyar çaycı Zülfü’nün bir bardak çayı… Balık yerine su çeken meraklılar… Bir kanepeye iliÅŸmiÅŸ oturuyorum… Cehennemde vazife gören melek gibi, insan, hayvan, nebat ve cemat harmanının lisân çehresinde ısınıyorum… Yanıma bir kedi yanaşıyor; tuhaf bir duygu… Sanki kedi, yalnızlığımı anlıyor… Önümden yılışarak gençler geçiyor… Derken… 55-60 yaÅŸlarında, hafif sakallı, zayıfça, bir gözü ÅŸehlâ ÅŸaşı arası bakışlı, tebessüm eden kavrukça bir adam karşımda duruyor… Selâm veriyor… Mukabele ediyorum… «Nasılsın, iyi misin?»… «TeÅŸekkür ederim, iyiyim!.. Siz nasılsınız?»… «Hamdolsun!.. Baktım yalnız başına oturuyorsun!»… «Yalnız oturan baÅŸkaları da var!» diyorum… «Cemali güzel olan insanlardan zarar gelmez!.. Bak bu kadar insan içinde seni sevdim!»… Ne demeliyim?.. DediÄŸim ÅŸu: «TeÅŸekkür ederim, saÄŸolasın!»… Ve kendince esasa giriyor: «DerviÅŸ misin sen?»… Beni saçlı sakallı görüp yanıma yaklaÅŸan ve avamın saça-sakala karşı mesnetsiz karşı duruÅŸu ile bu adamın sempatisi arasındaki fark, ardından bu sözü, beni irkiltiyor… Ne diyeceÄŸimi bilememenin ÅŸaÅŸkınlığında, lâtifeyle karışık, «biraz!» diyorum… «Namazını kılıyor musun?»… «Namaza uzak deÄŸilim!»… «Nerelisin sen?»… «MuÅŸ’lu… Ya siz?»… O da Sivaslı imiÅŸ… Ben soruyorum: «Siz derviÅŸ misiniz?»… Ordular dolusu Åžeyh enflasyonu malûm; onun binbir katı da derviÅŸ… Hayret, bu iptidailiÄŸi içinde saffeti tüten adam umduÄŸum cevabı vermiyor: «Nerdeee?.. Nefs bırakmıyor, nefsin yükü ağır!»… Tekrar soruyor: «Ä°smin ne?»… «Salih!.. Ya sizin?»… «Veli!»… «Ne güzel bir isim!» diyorum… «Seninki de güzel!.. Allah seni Salih kullarından eylesin!»… «Cümlemizi!»… «Dua et bana!»… «Duaya muhtaç olan benim!» diyorum… «Ben ÅŸuradaki iskelenin orada baskülle tarttırıyorum, gelirsen arasıra lâflarız!» diyor ve gitmek üzere kalkıyor… Ardından «Ä°nÅŸallah!» diyorum!.. (45)
Sene 1983… Üstadım’ın vefatından birkaç gün evvel… ÅžemsipaÅŸa’da oturuyorum… Vakıa hâlinde söylüyorum: Denizdeki çalkalanma eseri bütün sathını tutmuÅŸ küçük dalgacıklar, bana suyun kaynarken fokurdamasını hatırlatıyor ve binlerce ağızdan fısıltılı bir sesle «Allah, Allah» diye zikrediliyormuÅŸ gibi geliyor… Ben bu hâlde büyülenmiÅŸ gibi denize dalmışken, bir de elleri cebinde ve aheste adımlarla, kendini kaptırmış hafif sesle Kur’ân okuyarak bir adam geçmez mi!.. (46)
“Namaz, dinin direÄŸidir” buyuruyor Allah’ın Sevgilisi… Namaz ile zaman arasındaki kelime delâletinde bile pırıldayan alâka ÅŸudur ki, namaz, zamana sahip olmanın mihrak mânâsıdır! (47)

 
“Resim… Bilerek Aldanma…”

1982’nin yaz ayları… Toprak vazolar, testiler, turÅŸu küpleri, saksılar, cam üzerine yaÄŸlı boya resimler… Ne oldu, ne bitti anlayamadım ve kendimi birdenbire üzerinde «resim ve nakış» yazılı istidat çekmecelerinden birinin önünde buldum!..
Hatırladığım kadarıyla, resme ilgim orta okul sıralarında… Resme ilgi mi, yoksa güzel resim yapanlar yanında benim de o iÅŸi baÅŸarma ihtirasım mı, ayrı mesele!..

Mehmetçik Ortaokulu’nda Naime Saltan Hanım ve Hasan Saltan Bey, resim hocalarımdı… Bey, Anadolu kokan bir mizâç… Hanım ise, bir deli fiÅŸek; resme olan istidatsızlığına ters tutumla, boyuna gülünç sergiler açardı… Hasan Bey, yemek, çamaşır ve ev temizliÄŸinin yüzüstü kalmasından ÅŸikâyetçi, Naime Hanım da «anlaşılmayan sanatkâr» olmaktan mustarip!.. Mustarip görünmek de sanatkâr bilinmenin aksesuarı ya!..
1982’ye kadar uyuyan resim yapma merakım, iktisadî zaruretler dolayısı ile de depreÅŸti ve gülünç bir ticârî atılım hayaliyle gündeme geldi!..
Birbirinden güzel ÅŸeyler yaptım… Birkaç sene sonra da, yıldırımla vurulmuÅŸ gibi mânâ ile karşılaÅŸtım… «Siyâh üzerine beyaz noktalamalar yapmak»: Büyü!..
Aslında en büyük ÅŸaşırtıcılık, Üstadım’ın 1983 mevsiminde Conan Doyle vesilesiyle, onun tablolarından – resim koleksiyonundan bahisle geldi… Conan Doyle, «Åžerlok Holmes» isimli hafiye romanları dizisi yazan adam!..

Resme yöneldim mi, yoksa yöneltildim mi?.. Bütün karineler ikinci ÅŸÄ±kkı destekliyor!..
«Resim redd kökündendir!»… Rüyâ âleminden öÄŸrendiÄŸim bu mânâ, iÅŸin kök hakikatini gösteriyor olsa gerektir!..
Bir el resmim var… Ä°çinde bulunduÄŸumuz dönemde zamanın sureti gibi görürüm!..
Resim… Ortaokulda sınıf birinciliÄŸi için çekiÅŸtiÄŸim Lemi’yi hatırlamamam mümkün deÄŸil… Resimde aldığı not ortalaması, hep benden fazlaydı!..
Redd: Geri döndürmek… Çevirmek… Kabul etmemek… Def etmek… Kerre… Vâri… Bir ÅŸeyin karşılığını icra etmek… Aks… Yankı… Dil tutukluÄŸu!..
Işığın görünüÅŸe çıkması için kendisini aksettiren- geri döndüren zemin ihtiyacı gibi, suret, akis yerinde mânânın tecellisi gibi görünür… Mânâya nisbetle kelime kliÅŸesi, ses, çizgi, istif vs. ÅŸeklindeki her suret, bir resim!..
Kavga eden: ÇekiÅŸen… Dikkatle bakan… Aldanmış gibi görünen… Bilerek aldanan!…
Bilerek aldanmak, benin bendeki gizlilik karşısında düÅŸtüÄŸü hâllerden biri olarak, kendi kendini deÅŸen gerçek mustariplerin ÅŸuurunda olduÄŸu bir dava… Ben, benden gizliyim; ve deÅŸtikçe boÄŸuluyorum bu hakikatte… Aldanmalar hep bildik üzerine!.. (48)
Askerlik
(Üstad-Ü.F) Her iÅŸimle ilgili… Askerlik durumumu soruyor… O sıralar imtihanlara girdiÄŸim için, bir mânâ veremiyorum… «Çare yok, yapılacak!» diyor ve arkasından ekliyor:
– «Fatihte tanıdık bir Åžube BaÅŸkanı Albay var; ben yardımcı olması için ona bir telefon edeyim!»
Yardımcı olmasına gerek olmadığı babında birÅŸeyler geveleyerek, utanmadan lâfı bulandırmaya çalışıyorum!.. Ama o ısrarlı:
– «Ben sana yardım ederim!» (49)
1984’ün Ekim ayında, EskiÅŸehir’e gittim… Cemal Hoca vasıtasıyla, rüÅŸvetle iÅŸ gören ve birkaç ay önce emekliye ayrılmış olan Sıkıyönetim Savcısı Albay’la tanıştım… EskiÅŸehir Hava Hastahanesi doktorlarına para yedirerek benim askerlik iÅŸini halledecekti; sakat raporu alacaktı… Bütün doktorlardan iÅŸ ayarlanmışken, kendi aralarındaki çekiÅŸmeden dolayı biri su koydu ve iÅŸi yokuÅŸa sürdü… 54 kilo ve 1.80 metre boy… Aradaki farkı tabiî olarak dikkate alacakları farzedilir ve “diÄŸer muayene neticeleri” ile iÅŸ bitirilir zannedilirken, dediÄŸim doktorun tutumu… Bu durumda kilomu, onu da bertaraf edici bir ölçüye indirsem?.. Tam 49 kiloya düÅŸtüm… 20 günde, açlık, susuzluk, hamamda kilo düÅŸme ve 10 kilometre mesafe yürüme… EskiÅŸehir’in kışında!.. (50)
Aziz Demirci, benim yerime askere gidecek… (51)
Aziz müracaatını yapmış ve tahsilini ilkokul yazdırmış… EskiÅŸehir Askerlik Åžubesi’ne telgraf çekmiÅŸ, pazartesi netice gelecek… Aziz’e 500.000 lirasını verdim… (52)
Kütahya’nın Gediz Ä°lçesi kaplıcaları… 1991 Aralık 17.gün… Firar hâlim bu mekânda… Askerlik davamın ne olduÄŸunu ve ne olacağını bilmeden, beklemekteyim!.. (53)
Nüfus Kâğıdına göre doÄŸum tarihim: 25 Aralık… Askerlikten terhis tarihim: 25 Aralık 1992… Askerlik Åžubesi BaÅŸkanı, baÅŸbelâsı benden kurtulmuÅŸ olan Kıdemli Albay Teoman Yüksel ve sivil memur Naim Çoban’ın imzâları… Bedel yattığından eÄŸitime tâbi tutulmama imtiyazı ile, askerlik yapmadan yapmış oluyorum… Ä°htimâldir ki, bundan sonra bir kısım zekâlar, askerlik yapmaktansa soygun yapıp bedel ödeme yolunu tercih edeceklerdir!.. (54)
Savcı Adnan Akbal… Hâkim Namık… Kayıp: Suç ortağım Aziz Demirci… Benim yerime askere giden… Ayıp: Tutuklandım… Sivas Temeltepe Askerî Cezaevi’ne konuk edildim… Zararı Lâikistan Cumhuriyetine… Zehir yese, onu ÅŸifaya tahvil etme sırrına ermiÅŸiz biz!.. (55)
Askerlik mi?.. 15 yaşımdan beri askerim… Davamın askeri… SaÄŸa sola sapmadan, hiç kolaya kaçmadan, sahici biçimde… Fikir, fiil ve sanatı ölüme ayarlı… Beni anlayabilecek olanlar, benim kumaşımdan olanlardır ancak!.. (56)
 

Tekel

Tekel… Tek el… Hayatım boyunca dış yüzde büründüÄŸüm ÅŸekillerin, yol gösteren tabelalar gibi iç yüze mahsus mânâları tedaî ettirmesinden ve bir ÅŸeye mahsus kılınmış olarak kukla gibi oynatıldığım hissinden sarhoÅŸum!..
Sene 1974… Bir adam düÅŸünün: BürünebileceÄŸi, ihtisas sahlarından birinde ilim adamı, sanat adamı, kendi kendinden ibaret de olsa militan ÅŸahsiyet tipleri arsında, her birinin istidadını yaÅŸatırken, hepsinden baÅŸka bir güçle «benim kaçacağım mecra hangisi?» diye çırpınıyor… Ve onu dilim dilim kesen düÅŸünce: Zaman geçiyor… HerÅŸeye malikken herÅŸeyden mahrum bıktırıcı ÅŸartlar altında tükenmiÅŸ bir hayat yılgını «dava adamı» olarak, Tekel Ä°daresi’nin zift kuyusunda cesedini sürüklüyor… O türlü bir kimsesizlik içindeyken, bugün hâlâ mahfuz ve bana bu satırları yazdıran bir kağıda, ÅŸartlar ne olursa olsun imânın ne demek olduÄŸunu gösterici ÅŸu tarihî notu düÅŸüyor:
– «Ne olur, nasıl olur bilmiyorum ama, benim mutlaka olmam ve yapmam gereken bir iÅŸ var!»
HerÅŸeyi yöneten o ÅŸey ki, ona her basmakalıp iÅŸde iÅŸkence çektiriyor, onu hiçbir ÅŸey ve hiçbir yerde doyurmuyor… Yol, yordam, çevre ve imkân ÅŸartlarının yokluÄŸu içinde, o kapkara çaresizlikte rüzgâra teslim cüsse ve suratın hâlini düÅŸünün ki, ölü kadar sessiz ve bitik, öfke ânında patlayıveren ölçü endaze tanımaz saldırganlık ve enerji, çevredeki bazı insanların düÅŸüncesine göre esrar iptilâsındandır… Sigarayı çekiÅŸinden ve bitik hâlinden belli ki, üflüyor… Saldırgan ve kendisini kaybedesiye patlayışlarından belli ki, kriz tutuyor… Birgün, beraber çalıştığımız Davut isimli bir arkadaÅŸ:
– «Yahu ne garip adamsın!.. Cansız cansız otururken, kavga çıkınca enerji küpü kesiliyorsun ÅŸahlanıyorsun!»
Umumiyetle ve umumî çizgileriyle maymun gibi adamlar arasında, ne anlayan ne bir ÅŸey… Aslında o, dev sancılara beÅŸiklik eden yüreklerin, dışyüz seyircisine ve kör gözlerle kapalı yalnızlığı içindedir… Karada çırpınan, suya hasret bir balıktır… Böyle günlerden birinin aynı olan gecesinde, büyük irÅŸad kutbu Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin mütebessim çehresini görme devletine eriÅŸmiÅŸti… Ve Abdülhakîm Arvasî Hazretleri onun başını okÅŸamıştı!.. (57)
Karaköy GümrüÄŸünde, Tekel Vergisiz Satışlar MaÄŸazası… Sene 1973 veya 1974… Bulgaristan bandıralı bir yolcu gemisinden her seferinde karşılaÅŸtığımız, 50-55 yaÅŸlarında bir karı-koca… Gemide, adam piyano çalıyormuÅŸ, kadın da ÅŸarkıcı imiÅŸ… Bizden alış veriÅŸ yaparlardı ve ahbaplık iliÅŸkileri içinde bizim çocuklar onlara ufak tefek sipariÅŸler de verirlerdi… Bulgar gemisi geldiÄŸinde, kendilerini hiç de belli etmeyen (!) siyasî ÅŸubeden polisler de orada arzı endam ederlerdi… Bir seferinde ben de o karı koca ile konuÅŸurken, bana bir «Bulgarca – Türkçe» lûgat getirip getiremeyeceklerini sormuÅŸtum… Üzerimde asit kadar haÅŸin bakışlar… Bizim çocuklar, beni dikizleyen adamların benden pirelendiklerini çıtlattılar… «KaÅŸkaval» dedikleri kaÅŸar veya kaÅŸarı andıran peynirden getirmelerini söylesem mesele yok… Ama lûgat istemek de ne demek!.. Sonradan, o karı kocanın casus olduklarına ve onlarla fazla samimi olmamam gerektiÄŸine dair ikaz da yapıldı!..(58)

 

“Davanın Mihrak Åžahsiyeti: Hayran Hanım”

Alışılmamış iddialara alışılmamış ispatlar gerekir… Alışılmamış vakalar da, kuru mantık kalıplarıyla deÄŸil, kendi bedahet çizgisi üzerindeki idraklere ancak tasvirle aktarılabilir… Åžayet, «fikirde tecrit, teÅŸhis içindir; sanatta teÅŸhis ise, tecrit içindir!» hakikatini gözönünde tutarsanız, benim yaÅŸadığım vakıaya hem saf tefekkür ve hem de saf sanat idrakiyle yaklaşılması gerektiÄŸini anlayacaksınız… «Tilki GünlüÄŸü»nün «hüccet-ül gayb-gaibin delili» hükmündeki canlı vesile mihrakından, Hayran Erdal Hanımdan bahsediyorum!..
Hayran Erdal Hanım, EskiÅŸehir’de, Esentepe ve Tepebaşı semtleri içindeki Anadolu Ünüversitesi Açık ÖÄŸretim Fakültesi’nde Ä°ngilizce Hocasıdır!.. (59)
Ve bu davanın mihrak ÅŸahsiyeti, Ä°ngilizce Hocası Hayran Hanım’ı!.. (60)
Hayran Hanım’ın teyzesi veya babaannesi, o doÄŸmadan önce bir rüya görmüÅŸ… Konya AkÅŸehir’de türbesi bulunan Seyyit Hayranî isimli bir evliya, rüyasında ona, kız doÄŸarsa “Hayran”, erkek doÄŸarsa “Hayranî” isminin konulmasını söylemiÅŸ… Hayran Hanım’ın elinde de, bir esmer leke varmış… (61)
Hayran Hanım’ın kızkardeÅŸi Fatime Erdal, Seydi Mahmut Hayranî’nin bahsi geçen 1945 basımı bir kitap bulmuÅŸ… Sinaneddin Hazretleri, Mevlâna Hazretlerine, Seydi Mahmut Hayranî Hazretlerini, “saçı sakalına karışmış bir tilki” diye tarif edince, Mevlâna gülümsüyor ve onunla karşılaÅŸtıklarında da, “zamanımızda senin gibi bir tilki olması ne güzel!” gibi birÅŸeyler söylüyor… Neyse… Kitap bana gelecek!.. (62)
Hayran Hanım’dan aldığım kitabın ismi: AkÅŸehir… Müellifi, tarihçi Ä°brahim Konyalı… 1946 tarihli basım… Kader, onu elime tutuÅŸturdu… Ä°çinde mühim bir bölüm var… Seyyit Mahmut Hayran ile Celaleddin-i Rumî arasında bir dostluk ve baÄŸlılık tablosu… Ahmet Eflâkî’nin menakıbından alınmış… Åžöyle… Åžeyh Sinaneddin, uzun bir geziden sonra Mevlâna’ya eriÅŸir ve ÅŸu soruya muhatap olur: “Seyahatlerinde hiçbir merde eriÅŸtin mi, Seyit Mahmut Hayran Hazretlerini nasıl gördün, ne ile meÅŸguldür?”… Åžu cevabı veriyor: “Onu tilki gibi, saçı sakalına karışmış bir hâlde oturur gördüm; sizin temiz âleminize göz kapamış!”… Bu cevap üzerine Mevlâna güldü ve hiçbir ÅŸey demedi… Åžeyh Sinaneddin AkÅŸehir’e döndüÄŸü zaman, Mahmut Hayran’ı çarşı başında uyuyor gördü… Mahmut Hayran, Åžeyh Sinaneddin’e bağırdı: “Åžeyh Sinaneddin!.. Ahrar reislerinin zamanında tilki gibi olmayı cana minnet biliriz!”… Åžeyh Sinaneddin, Seyyit Mahmut Hayranı öptü ve gönlünü açacak sözler söyledi… Åžeyh Sinaneddin baÅŸka bir zaman tekrar Mevlâna’nın yanına vardı ve ÅŸunları dinledi: “Alemde kalpleri uyanıklar çoktur!”… Ve ÅŸu beyitleri dinledi: “EÄŸer o deli hayatta ise ona de ki, nadir bulunur deliliÄŸi benden öÄŸren!.. EÄŸer sen divane olmak istersen, benim benzerimin nakşını elbisenin üstüne dik!”… Ve sonra ÅŸu: “Her delilik için bir müddet sonra iyilik vardır. Fakat ey deli!.. Ne oluyor ki sen ifakat bulmuyorsun?”… Feci bir yorgunluk ve kesif bir mutluluk içinde, “Tilki GünlüÄŸü”nü aksatmamaya çalışıyorum!.. (63)

4 Åžubat 1990
Hayran Hanım’la Åžer’i nikâhı kıydık… (64)

24 Mart 1990
Ben, Kaya Balaban ve Semra Hanım benim arabada, Harun Yüksel’in kiralık arabasında da o, Neclâ ve Ömer, gece 2’de Bursa’ya geldik… Ben yatana kadar saat 5 oldu… 9’da herkes kalktı, tabiî ben de; nikâhım var ya!.. Babamın arabada da annem ile Nezihe Hanım, EskiÅŸehir’e yollandık ve saat 14-14.30’da eve vardık… Sonra Nikâh dairesine… AkÅŸam da, “bir zamanlar kartal” olduÄŸum EskiÅŸehir’in o suboyunda dolaÅŸtık: Ben, (Ä°ngilizce hocası) Hayran Hanım, Kaya, Semra Hanım ve Ä°smail Erdal… Belki isim ve cisimlerinin uyandıracağı tedaîler olabilir diye, nikâha gelen birkaç ismi de not edeyim: Aynur Hoca, Nazlı Hoca, Gül Hanım, bir Singapurlu hanım hoca, Amerikalı genç bir erkek hoca ve Amerikalı genç bir hanım hoca!.. (65)
Åžerife Neslihan’ın tarafımızdan bilindiÄŸi gün… Soy, boy… 12 Kasım 1990!.. (66)
1 Temmuz, kızım Neslihan’ın, dayısı Ä°brahim’in ve anneannesinin doÄŸum günü!.. (67)
AyÅŸe Elif’in doÄŸumu… 6 Ocak 1993 (68)

 
“Biz Bu Davanın Enayisiyiz!”

1 Åžubat’ın mânâsı, bende 1990, derken 1991 ve sonra 1992’de meydana gelen olaylarla… En iyisi kuru tesbit: 1 Åžubat 1983, Üstadım’ın Ä°stikbâl Ä°slâmındır isimli eserimi tamam hâlde istediÄŸi ve bana ikinci defa mühlet tanıyarak iade ettiÄŸi gün… O kadar silik bir gün ki, hatıramda sadece tamamladığım esere mühlet veriÅŸi kaldı… 1990 ise, hayatımın dönüm noktalarından; özel hayatımın… 1991, Taraf dergisinin çıkışına vesile olan ve onun nitelemesiyle “Panik Operasyonu”… 1992, Miraç gecesi… GüneydoÄŸu’da çığ düÅŸmesi sonucu 150 askerin telef olması!..
Åžiirin ince ve gizli mânâlarını çıkaran “hâlden anlar”, 1 Åžubat 1991’de Cuma günü “öÄŸleden sonra” başıma gelen hâlden de aynı ÅŸiir idrakıyla çok ÅŸey anlar!..
“1 Åžubat 1991… Günlerden Cuma… Sabahtan yaÄŸan kar tutmuÅŸ… Pencereden baktıkça canım sıkılıyor… Canım sıkılıyor, çünkü bugün gelecek olan misafirlerimi karşılamak üzere garaja gitmem lazım; oysa yaÄŸan kardan dolayı arabamı bahçeden çıkarıp çıkaramayacağım meçhul… Ayrıca, bir-iki aydan beri görmediÄŸim anne ve babamın, akÅŸam Bursa’dan kızkardeÅŸime, yani Avukat Harun Yüksel’in evine geldiÄŸini haber aldığım için, onlara da uÄŸramam lazım… Kendimi, iki ayağı bir pabuçta hissediyorum… Ä°lk iÅŸ, arabayı çıkarabilmekte… Önce anne ve babamı görmeye giderim, ardından da Harem’e misafirleri karşılamaya; böyle kararlaÅŸtırıyorum… Hazır Harun Yüksellere gittiÄŸime göre, yeni aldığımız ocak ve fırının ambalaj tahtalarını ve mukavvalarını da götüreyim, sobada yaksınlar… Ä°lk iÅŸ arabayı çıkarabilmekte…”
“Saat 14.00… Birkaç baÅŸarısız denemeden sonra, arabayı bahçeden çıkarıyorum… Eve dönüp, karton ve tahtaları alıp, arabanın bagajına… Tekrar eve dönüp çantamı alıyorum… Dışarı çıktığımda, benim arabanın arkasına bir arabanın yanaÅŸtığı ve sonra ayrıldığını gösteren, karda teker izleri, tuhaf bir ÅŸekilde dikkatimi çekiyor… Ä°zler, anayola çıkan köÅŸede duran beyaz bir arabaya ait.”
“Çok yakın mesafede birbirini takip eden arabalar… Arkamdaki gri-siyah bir araba, birkaç keredir beni sollamaya çalışıyor… Oysa, mecburi istikamet olarak asıl ana caddeye çıkacağımız yolun köÅŸe yerinden dolayı, zaten dur-kalk ilerliyoruz ve beni sollamasının bir manası yok… “Salak herif!” diye düÅŸünüyorum… Nihayet beni solladı ve muradına erdi… Yanımdan geçerken, salak herifin arabasında kendinden baÅŸka iki kiÅŸi daha olduÄŸunu gördüm… Hissimin tercümanı halinde, belli belirsiz bir düdük sesiyle protesto ediyorum… Araba önüme geçer geçmez, ÅŸoförün yanındaki hızla kapıdan fırladı ve silahını çekerek 4-5 metre mesafede, ayakları niÅŸan alma vaziyetinde yana açık, sol eliyle silah bulunan saÄŸ elinin bileÄŸini kavramış, tam karşımda dikildi… Hiddetten çok, korku ve heyecan taşıyan bir insanın telaÅŸeli suratı… Ä°lk anda aklıma gelen ÅŸey, benim düdük çalmamın kabadayılığına dokunduÄŸu bir tip olması… Beni vurmak isteyen bir örgüt elemanı da olabilir… Kuzu kuzu vurulmaktansa, onu ezmek için ÅŸansımı deneyeyim mi?.. Hafif sakallı, meÅŸin ceketli, ÅŸiÅŸmanca iri ve yuvarlakça suratlı tip, bir yandan “in aÅŸağı!” diye bağırırken, öte yandan elindeki silahla iÅŸaret ediyor… Acaba bu, protestom cakasına dokunan bir sivil polis mi?.. Belki 5-10 saniye içinde cereyan eden bu sahneye, birden arabamın kapısının açılması, arkadan gelmiÅŸ üç dört adamın beni arabadan dışarı çekmesi ekleniyor… MüthiÅŸ bir telaÅŸ içindeler. “Kimsiniz siz?” diyorum ve yarı mukavemet ediyorum… “Yakasını tut, paçasını tut!” gibi bir heyecan içinde, üstümde silah araması yapıyorlar… O arada “Silah ihbarı var!” diye bir laf… Demek bunlar polis… “Polis misiniz siz?”… Ä°çlerinden biri “polis!” deyip kimlik gösterse, mesele tamam. Oysa benle güreÅŸir gibi bir halleri var ve o anda korkudan beni vurabileceklerini düÅŸünüyorum… “Kim olduÄŸumuzu görürsün!” diye bir söz sırıtıyor gürültü arasında… “Beni kaçırmak isteyen bir örgüt olmasın?..” Kafamdan ÅŸimÅŸek gibi geçen bu ihtimal üzerine, “kimsiniz ulan siz orospu çocukları!” diye bir küfürle ümitsiz bir mücadeleye giriyorum… Biri benim altımda ve arabanın kaportasının üstünde… Kafama inen tabanca kabzası… “Polise mukavemet ha!” diye sesler… Karga tulumba, evin orada gördüÄŸüm arabanın içine sokulurken, birkaç kiÅŸi de benim arabamın arkasındaki bu arabanın arkasındaki arabaya binmek üzere koÅŸuyor… “Demek bunlar polis!”… Arabanın arka koltuÄŸundayım; sağımda ve solumda, silahlarını kafama dayamış iki kiÅŸi… Sırtımdaki paltoyu kafama geçirdiler ve öndeki iki koltuk arasına doÄŸru eÄŸdiler… Ä°çimde bir kurt; bunlar gerçekten polis mi?… Arabayı kullanana saldırıp, bir yere çarpmasını saÄŸlamak veya en azından arabanın yalpalamasından çevrenin dikkatini çekeceÄŸini düÅŸünüyorum; çünkü, eÄŸer kaçırılıyorsam, nasıl olsa beni öldürecekler… “Polisseniz kimlik gösterin!” diyorum. Åžoför telsizi gösteriyor ve açıp konuÅŸmaya baÅŸlıyor;
-“Emaneti aldık, tamam!”
Hududunu aÅŸan her ÅŸeyin tersine inkılap etmesi gibi, hadise boyunca duyduÄŸum korku ve heyecan, yerini “her ÅŸey olacağına varır!” ve “inceldiÄŸi yerden kopsun” hissinin umursamazlığına bırakıyor… O anda kendimi deÄŸil de evdeki eÅŸimin bana ne olduÄŸunu bilmemesinin telaÅŸesini, kendisini karşılayacağım misafirlerin yanında bizim evin adresinin olup olmadığını düÅŸünüyorum… Acaba içlerinde insani bir duygu kıvılcımı varmı ümidiyle, yaralı kekliÄŸin kendini yakalayan köpeklerin merhametine hitabetmesi ÅŸeklinde sesleniyorum:
-“Åžuradan eve bir telefon edin, sonra nereye götürürseniz götürün!”
-“Merak etme, kolay iÅŸ!”
Arabanın içine kafamdan kan damlıyor… Dilimde, düÅŸüncemde ve kalbimde, “La havle”den baÅŸka bir mana mevcut deÄŸil… Allah’tan baÅŸka davranış ve kuvvet sahibi yoktur!..
Araba duruyor ve iniyoruz… Paltom, etrafımı göremeyeceÄŸim ÅŸekilde kafama örtülü… Ve beni yere eÄŸik vaziyette tutuyorlar… Sağımda ve solumda kollarımdan tutan iki adam ve bir kiÅŸi de ensemden bastırıyor… Karşılayan bir takım adamların sesleri… Beni yakalayanlardan biri, belki yaptıkları iÅŸi mühimsetmek ve mühim bir iÅŸi baÅŸarıyla gerçekleÅŸtirdiklerinin takdirini devÅŸirmek üzere ÅŸöyle diyor:
-“Hayret yahu!… Ne kadar soÄŸukkanlı adam!… Herifin umurunda deÄŸil!”
Bir diÄŸeri onu destekliyor:
-“Helal olsun!.. Delikanlı adammış!”
Ortadan söyleniyormuÅŸ gibi serdedilen bu laflardan, karşılayıcılarım arasında amirlerinin olduÄŸu neticesini çıkarıyorum… Gözlerimi baÄŸlıyorlar.”
Gözlerimi baÄŸlıyorlar… Ve MÄ°T’te baÅŸlayan, Siyasî Åžube’de devam eden iÅŸkence maceram… O hikâye de, bir vehim, bir hayal, bir misâl sırasında varolana döndü!.. (69)
Sene 1987… Ademe mahkûm edilmeye çalışıldığım dönem… Åžimdi 1991… Gerisini iÅŸkencehâneden nakletmek lâzım!..
MÄ°T’teki sorgulama gibi, Siyasî Åžube’deki sorgulamada da hazır bulunan «Hoca» damdan düÅŸercesine ve güya beni kıpırdıyamamacasına sıkıştırmış bir hakikati ifâde edercesine haykırıyor:
– «Senin üstünde kim var, senin üstünde olanın adını söyle!»
– «Benim üstümde hiç kimse yok!»
Hayvanî bir ses tonuyla baÄŸrıyor:
– «Yalan söyleme! Senin üstünde Saddam var!.. Ondan emir alıyorsun!»
Irak Devlet BaÅŸkanı’ndan emir almam gibi ahmakça bir irtibat kuruÅŸ karşısında insan ne diyebilir ki?.. Sözün, bu hıyar keyfiyeti karşısında büsbütün âciz kalacağını gördüÄŸüm için, ses çıkarmıyorum… Seninki büsbütün coÅŸuyor:
– «Susuyorsun deÄŸil mi?.. Bilmiyoruz sandın!»
– «Ne söyleyebilirim ki?»
– «Yalan söyleme!.. DoÄŸrudan doÄŸruya ondan emir aldığını itiraf et!.. Ne yapmanı istiyordu, söyle!»
– «Ben bütün hayatım boyunca Üstadım’dan baÅŸka kimseye baÄŸlı olmadım!»
Onun ahmaklığına mukabil Davut, biraz yontulmuÅŸ ve haberdar olduÄŸunu gösterici ÅŸekilde araya giriyor:
– «Necip Fazıl ölünce, tek başına sen kaldın!.. Peki o senin ne yapmanı isterdi?»
O ânda da Üstadım’la sarmaÅŸ dolaÅŸ bir muhasebe içinde olduÄŸumu, ondan cesaret ve mukavemetini dilediÄŸimi anlayabilir miydi acaba?
«Hoca», benim «Tilki GünlüÄŸü» isimli eserimdeki «Ä°bda’nın Åžark cephesini örgütleme» cümlesi etrafında perendeler atıyor… TutturmuÅŸ, «E’den bahset, E’den» diyor… Ne E’si?..
– «Neyi kastetdiÄŸinizi anlamıyorum?»
– «Bal gibi anlıyorsun!.. Sen anlatacaksın!»
Ivır zıvır tuzakların avladığı abur cubur lâflardan sonra, benim söylemediÄŸimi(!) o söylüyor:
– «Erzurum, Erzurum!… Erzurum’u merkez almadınız mı?.. DoÄŸu’daki olayları sen tertiplemedin mi?»
– «Nasıl ben tertipledim?»
– «Soru sorma!.. HerÅŸeyi açıkça anlat!.. Batman olaylarını sen tertipledin; senin adamların yaptı!»
Vay canına!… Ä°ÅŸ, ÅŸakadan kakaya dönüyordu ve bu adamların meslekî baÅŸarı uÄŸruna yapmayacağı ÅŸey yoktu… Benim, “neye dayandırarak bunu söylüyorsunuz?” sözüme, Davut hışımla cevap verdi:
– «Fikri sen üflüyorsun, ajite ediyorsun; ondan sonra da hiçbir ÅŸey yapmamış gibi kenara çekilip seyrediyorsun!.. Sen bir hâinsin, devlet düÅŸmanısın!»
Ne garip bir durum!.. Dışarıda, fethettiÄŸim alanda fatihçilik oynayan ve ittifak hâlinde “yediÄŸi çanaÄŸa sıçan soyu” olarak benim inkârıma giden lüpçü ve parsacılara karşılık, burada “davadaki telif hakkım” tescil ediliyor ve dışarıda o türlü, MÄ°T ve Åžube’de de bu türlü iÅŸkenceye maruz kalıyorum… Üstadım bir “Noktalama”sında ÅŸöyle diyordu:
-“Söyledik de söylenecek ne varsa, – Bize seyretmek düÅŸtü, elâleme parsa!”
Ve bana söylediÄŸi ÅŸu söz:
-“Biz bu davanın enayisiyiz!”
“Enayi” lâfı üzerine gayr-ı ihtiyarî “estaÄŸfurullah efendim!” deyince, hemen ÅŸu cevabı yapıştırmıştı:
-“Allah’a ÅŸükrederim!”
Ä°t ve MÄ°T’in birbirine aykırı yollardan beni tüketmek bahsinde birlik oluÅŸlarına ve bütün bunlara raÄŸmen, yetiÅŸmelerinde büyük pay sahibi olduÄŸum bugünkü aksiyoncu gençliÄŸin tezahürü karşısında ben ne demeliyim?.. (70)
12 Nisan 1991… Ben, Mevlût Koç, Harun Yüksel, Süleyman Dal, Ali Osman Zor Ve Bilâl Saylak’ın, “Åžartlı Tahliye” hükümlerinden yararlanarak BayrampaÅŸa Cezaevi’nden çıktığımız gün… Cuma günü!..
1 Åžubat Cuma günü yakalandım… Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcılığına çıkmam gereken gün Cuma iken, kanun ihlâli ile, arkadaÅŸlarımla beraber Cumartesi günü çıktım ve 6 arkadaÅŸ tutuklandık… 12 Nisan Cuma günü tahliye olduk… Ve Körfez Savaşı’nda Amerikan domuzunu protesto gösterilerinin Cuma günleri macerası, bu ÅŸekilde ve arkası pek bereketli gelecek ÅŸekilde noktalandı!..
PeriÅŸan bir gün geçirdim… Af kanunu 5’te (1) nisbetiyle kısmî bir mahiyet arzedince, içeriden çıkmamız kesin, fakat arkasından benim askerî mahkeme davam baÅŸlayacak… Onun ardından da Vatan görevi (!)… Kaç gündür bu sıkıntı içinde iken, mahkemeye çıkacağımız günün gecesi de, her zaman olduÄŸu gibi sabahladım… Ali Osman Zor’un parlak (!) teklifi:
– “EÄŸer bugün tahliye olursak, askerlik iÅŸi için gelse gelse bir-iki polis gelir, Cezaevi çıkışında onlara bir giriÅŸsek, Kumandan en az 100 metre mesafe alır; onu yakalayamazlar!”
Her neyse… Uykuyu alamadan uyandık… Dışarıdaki güneÅŸe aldanıp ince giyindiÄŸim için, Cezaevi arabasına binmek üzere dışarı çıkarıldığımızda üÅŸümeye baÅŸladım… Ali Osman Zor ile ben, Harun Yüksel ile Mevlüt Koç, Süleyman Dal ile Bilâl Saylak, ikiÅŸer ikiÅŸer birbirimize kelepçeliyiz… Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin önüne geldiÄŸimizde, polis otobüsleri, Askerî cemseler, bir sürü polis ve asker arabaları… Ve tabiî ki hâlis gençlik ve halk… Heyecan verici bir manzara… Bizi telâÅŸ içinde yan kapıdan eskiden morg olan Mahkeme binasının alt katına sokuyorlar… Alt katta, önünde parmaklıklı demirler olan hücre… Hücrenin demir parmaklıklardan yapılma kapısını, kilitledikten sonra bir de zincirle kilitliyorlar… Merdivenlerde asker ve polisler… Hücrenin önündeki küçük bir oda büyüklüÄŸündeki yerde birkaç asker… Bahçeye açılan kapı önünde, bahçede asker ve polis… Biz, birbirimize zincirli olarak bu tuhaflığı-komediyi seyrederken, merdivenlerden 15-20 kiÅŸilik bir asker grubu silâhlarıyla takviye (!) geldi… Kıpırdamaya yer olmayan boÅŸlukta birkaç dakika dikildikten sonra mecburen, üç-beÅŸ’i içerde kaldı, gerisi bahçe kapısı önüne… ArkadaÅŸlar içinde en zor durumda olan benim; 163. Madde kaldırıldığı için, zaten ortada dava mevzuu kalmıyor… Ben, Ali Osman, Bilâl ve Süleyman’ın, ruhsatsız silâh davası kalıyor ki, zaten içerde yattığımız müddet onu karşılıyor… Fakat benim askerlik davam?.. Cezaevindeyken hep askerî savcılıktan ifâdeye çaÄŸrılacağım endiÅŸesinde idim… EÄŸer bugün (12 Nisan) tahliye olmazsak, Kanunun Resmi Gazete’de yayınlanmasına kadar geçen müddet içinde Askerî Mahkeme davası çıkabilir ki, Cezaevi’nde kurbanlık koyun gibi beklemektesin… O gün… Eskiden morg olan binanın alt katındaki hücrede, merdiven altına yakın olması hasebiyle, müthiÅŸ ceryanın da ayrıca etkilemesiyle, çok üÅŸüdüm ve kafam resmen dondu… Bizden önce mahkemeye giren iki komünistin davası uzayınca, benim de çektiÄŸim iÅŸkence uzadı… Nihayet, en az iki saatlik gecikmeyle mahkemeye çıktık… Yerimize geçtik… Ä°ki dakika sonra dinlemeye gelenler de içeri doldu… Yer kalmadığı için itiÅŸ-kakışlar, içeri giremeyenler vesaire… Ben mahkemeye gelirken hiçbir savunma hazırlamadım ve duruma göre konuÅŸmaya veya konuÅŸmamaya karar verdim… Ä°çeride o güzelim gençler kalabalığını görünce, kendim için deÄŸil de onlar adına davamın ÅŸah duruÅŸu zaruretini yerine getirmem icab ettiÄŸi karanı verdim… Ki hitabet bir yana, böyle durumlarda göze alamayacağım çılgınlık yoktur… Mahkeme baÅŸlıyor; aslında bir takım adamların müslümanları sorgulaması, sorgulayabilmeleri ne utandırıcı… Rabbim inÅŸaallah karşımızda köpekler gibi titreÅŸerek hesap verecekleri günleri de gösterecek… Her neyse; her ÅŸeyiyle ruhuma giran gelen ve beni unufak eden bir manzara… Hâkim, Savcı’nın iddianamesinden sonra, ne diyeceÄŸimi soruyor… Ä°ÅŸte tam o ânda hârika meydana geliyor!.. Bu, milimi milimine bir zamanlama ile ruhaniyet âleminden gelen bir imdattır!.. Savcıya, Ankara’dan faksla geçilen, af kanununun Resmî gazetede yayınlandığı haberi… Hademe bunu Savcıya iletirken, bizim avukatlardan, eski Adalet Bakanlarından Ä°smail MüftüoÄŸlu Bey, harika bir çıkışla Hâkimi uyarıyor… Savcı da ona destek vermekte… Zaten kelek bir tipi olmayan Hâkim de bunu nazara alıyor… Karar için ara veriliyor, dışarı çıkarılıyoruz… Karar açıklanıyor: 163’ten yargılama iptâl, silâhlar için de Asliye Mahkemesi bakacak… Böylece, ÅŸayet on dakika önce bizim mahkeme neticelense idi, biz bir dahaki mahkemeye veya bayram ertesine kadar Cezaevinde kalacak ve bahsettiÄŸim tehlikeye çatacak yerde, böyle bir lütfû Ä°lâhî ile kurtuluyorduk… Daha doÄŸrusu kurtuluyordum!..
Benim durumum, iki ucu pisli deÄŸnek deÄŸil de, her tarafı pisli deÄŸnek… Ä°çerideyken, Askerî Ceza Kanunu’na göre 5 ile 10 yıl arası hapis isteÄŸiyle dava açılacağını zannediyoruz… Hafifletici sebep filân, 7 sene olsa, af kanununa göre cezanın 5’te (1) oranı yatılacağına göre, eder 1,5 yıl civarı… Silâh davasından açılacak davada cezayı paraya çevirttirebilirsek, içeride yattığımız müddet bunun (1) senesini karşılar… Ama ondan sonra 20 ay askerlik… Olmaz iÅŸler içindeyim!..
12 Nisan… Cezaevinden tahliye oluyoruz… Dışarıda gazeteciler ordusu… Cezaevinden çıkana kadar hep Askerlik davası… Neyse… Cezaevi çıkışında karakola “buyur” edilmiyorum… Zaten aksi olsa, arbede çıkardı… Ä°ÅŸkenceci tosunlar ise, dikizlemeye bile gelemediler… Mehmet Fazıl, MuÅŸ’tan hiç durmamasıya gelmesi için 6 kiÅŸiyle otobüs kaldırdıklarını söylediÄŸi arkadaÅŸların ve Konya, Bursa gibi vilayetlerden gelenlerin, tabiî ki yakın çevremizdeki gençlerin ve bir takım gönüldaÅŸların hatırını ileri sürerek, yakındaki bir lokantada iftar yemeÄŸinden bahsediyor… Oysa ben kafamı taşıyamıyorum ve bir ân önce eve gidip yatmayı düÅŸünüyorum… Ama mecburen Fazıl’ın ve arkadaÅŸların isteÄŸi oluyor!..
Aradan birkaç ay geçiyor… Eve gelen polis… Kapıyı açmıyorum… Bir kağıt bırakıyor… Askerlik maceram yeniden baÅŸlıyor!
Ben firardayım… Eve uÄŸradığımda kapıcının verdiÄŸi bir tomar karakola davet kağıtları… Ä°çinde silâh için mahkeme davası da var… Ve Aziz Demirci de benim adresten aranıyor… Ve cebren ihraz tezkereleri!..
Asliye mahkemesindeki silâh davasına arkadaÅŸlar gidiyor, ben yokum… Mahkeme savsaklanıyor… Ve Hasan Ölçer’den müjde: “AteÅŸli silâhlarla ilgili kanun deÄŸiÅŸikliÄŸi bilmem neyinden, dava düÅŸüyor… Hâkim benim için ÅŸöyle söylemiÅŸ.
– “DGM’den afla kurtuldu… Bu adam gelip hiç ifâde de vermedi, bu iÅŸten de kurtuldu… Herhâlde Allah öbür dünyada da küçük günahlarını affedecek!”
1992’nin baÅŸlarında çıktığını zannettiÄŸim o kanundan sonra, 1992’nin bir diÄŸer ve asıl güzelliÄŸi de, 40 yaşını geçenlerin bedel ödeyerek askerlikten kurtulabilmesi imkânının doÄŸması… Bundan yararlanabilmem için, firarı bırakmam lâzım… Neticede askerlikten kurtuldum… Tutuklanma ihtimâli çok zayıf ve en geç bir hafta sonra da mahkemeye çıkarılacağım kaydıyla gittiÄŸim, Sivas’ta, baÅŸka bir vartaya düÅŸüyordum… Kendi ayağımla gittim, tutuklandım ve bir hafta ile en fazla bir sene ceza alacağım ve bunu da BayrampaÅŸa’da yattığım süre karşılayacağı kaydına güvenmiÅŸken, hakimin hamaratlığı ile 20 ay ceza aldım… Ve 15-20 gün daha yatacağım kalmış olarak ve temyize baÅŸvurma hakkıyla tahliye oldum… Temyiz, cezayı lehte bozdu ve bu iÅŸ bitti… Devlet Güvenlik Mahkemesi’ndeki o harika oluÅŸun ardından, sıkıntılı fakat her seferinde bir harika ile sıyrılmış olmanın sırrı ile nihâî hükmüm ÅŸudur:
– “Gaibi Allah’tan baÅŸka kimse bilemez… Ama olan bitenden, olacak ve bitecek olana doÄŸru feraset nuruyla bakmayı kuluna bağışlayan da Allah… Beni erken tutuklama gafını yapan Kemalist rejim, ardından geliÅŸen hadiseler boyunca kendi kuyusunu kazmış, Allah’ın vereceÄŸi takatle bize de onu kuyuya atmak kalmıştır!”
Velhasıl… 12 Nisan 1991’deki, Allah’ın ve Resûlü’nün izniyle büyüklerin ruhaniyeti imdadımıza yetiÅŸmiÅŸ, bizden 10 dakika önce mahkeme olanlar Cezaevi’nin yolunu tutarken, biz ilk tahliye olan siyasî mahkûmlar olarak iÅŸin içinden sıyrılmışız… Sıyrıldık!.. (71)
Bizzat Turgut Özal’ın emriyle yapılan meÅŸhur operasyon… Neticesi: 71 gün BayrampaÅŸa Cezaevi ve 29 gün Sivas Temeltepe Askerî Cezaevi… Toplam 100 günlük bilgisayar kursum!.. (72)


 

“Âlemde Bâr Olur Hâlime Bigâneler!”

Evimin geniÅŸ ve uzun bir balkonu var… Mevcut tahta ve çıtaları kesip biçerek birbirine yakıştırdım ve pekâlâ bir parmaklık yaptım… Geçen sene (1992) “sunta” ve tahtadan çattığım çiçekliklerin yanına, çöpe niyetine yol kenarına atılmış büyük peynir tenekelerinden edinerek ve onları da kesip biçerek yeni çiçeklikler ekledim… Sonra, toprak ıslah çalışmalarım… Geçen seneki çiçeklerden kalma tohumları ve meyve çekirdeklerini ekmem… Ellerim, hapçıların elleri gibi kesik içinde ama, emeÄŸinden ve eserimden mesudum… UÄŸraÅŸtığım iÅŸin, ruhumu teskin eden bir tarafı var… Tıpkı hamile kadının, geçmiÅŸ doÄŸum sancılarının hatırasıyla yeni bir doÄŸum sancısından kaçınma tecrübesini andıran nafile bir sığınak gibi olsa da, söylediÄŸim üzere bana nefes payı gelen bu çabadan mesudum!..
Muhabbet kuÅŸu… Kimbilir kimin evindeki kafesinden firar etmiÅŸ ve benim bahçeyle bir seviyedeki evin balkonuna konmuÅŸ… Lâtifeli bir dille söylersem; demek zevk sahibiymiÅŸ… Uyku mahmuru gözlerle çay ve sigaramı içmek üzere balkona çıktığımda, 13-14 yaÅŸlarındaki komÅŸu çocuÄŸu Yalçın, “amca ÅŸu kuÅŸu yakalar mısın?” dedi… Baktım, ayakları ve kanatları bir kafes imkânındaki sıçramalara uyarlı muhabbet kuÅŸu… Bilmem yakalayabilir miyim?.. Neticede yakaladım… KuÅŸun zaten sahibi olmayan Yalçın, kendi malik olma arzusunu askıya aldı ve onu sahipleneceÄŸim kesin kanaatiyle bana, hakkı olmayışın rıza tavrıyla baktı… Ama çocuk; bilmez miyim onun yüreÄŸinin bir kuÅŸ gibi sektiÄŸini… Balkondaki delikli bir çamaşır sepetinin altına koyarken, “kuÅŸ senin!” dedim.
Kimin olduÄŸundan habersiz kuÅŸ, çamaşır sepetinin içinde, kafesteki alışkanlıkları ile hareket etmeye çalışıyor ama, tuhaf… Yanlamasına tel kafese yapışmaya uyarlı ayaklar, bizim çamaşır sepetinin yapısı karşısında baÅŸarısız… KuÅŸa kuÅŸluÄŸunu öÄŸretecek deÄŸilim; lâkin bunun düÅŸe kalka hareketleri bana çırpınan bir fareyi andırıyor… Böyle olmayacak… Acıyorum… Yalçın’ı, tel kafes almaya yolluyorum… Ve içine bir gölge düÅŸmesin diye tekrarlıyorum:
– “KuÅŸ senin!”
Yani kafes de!..
KuÅŸ gitti… Hâli ise gözümün önünde… Avuçlarımın içinde körük gibi inip kalkan göÄŸsü, çarpan yüreÄŸi… Minicik gagasıyla, ümitsiz de olsa elimi gagalayıp kurtulmak istemesi… Kafese ilk girdiÄŸinde, ürpertiden kabaran tüyleri… Aradan birkaç dakika geçmeden, birden canlanıp çevik hareketlerle ÅŸuraya buraya sekmesi ve yemlere yumuluÅŸu… Emniyet ve güven hissi… Onu çok iyi anladım!..
Kafes, insana hürriyetin aksi bir intiba verir; oysa muhabbet kuÅŸu, benim hâlime nazaran bunun tam tersini ilhâm etti bana… Diyesim o ki:
– “Âlemde bâr olur hâlime bigâneler!”
Bâr: Yük… Yâr?.. (73)
Dost… Her ÅŸeyden önce samimilik ve hasbilik… Bu yoksa, hiçbir ÅŸeyin kıymeti yok… Bana en içten baÄŸlılık gösteren ve 1971-1972 senelerinde Kandilli semtinde otururken baÅŸlayan ve vefat ettiÄŸi 1985 Mart’ına kadar misyon adamı olduÄŸuma imân eden rahmetli Yusuf Özgülen… Vefatından üç ay önce, ben askerlik iÅŸimi halletmek üzere EskiÅŸehir’e gelmeden «son defa görmek üzere» ona gitmiÅŸtim; kan kanserine yakalanmıştı ve birkaç gün sonra Ankara’ya gidecekti… YüreÄŸimi delik deÅŸik eden sözü:
– «Ä°ÅŸini mutlaka halletmeye bak!.. Sen sinirli adamsın, mutlaka birini vurursun, sonra da seni temizlerler!.. Biz ölsek de… Senin yapacak iÅŸin var, sen lâzımsın!» (74)
Kendi payıma ben, oldum olası kendimi beÄŸenmemiÅŸlik içindeyim… Çevreme nisbetle ne olursam, ne yaparsam yapayım, bir türlü doymayan ve kanmayan bir tarafım var benim… Kendimde beÄŸendiÄŸim taraf budur ve tabiî ki bu beÄŸenme, kendini beÄŸenmiÅŸlik deÄŸildir!..
Çilesi çekilmiÅŸ ve hakikati yerine getirmiÅŸ bir eserimi beÄŸenebilirim… Eserini beÄŸenmeyle, kendini beÄŸenmiÅŸlik arasında da herhangi bir alâka yok… Kendini beÄŸenmiÅŸlik, iÅŸin cakasına yatmak ve olduÄŸundan fazla hava atmaktır… Ki bu durumda, kendini beÄŸenmiÅŸlikle olduÄŸundan fazla hava atmak arasında ince bir fark bulunsa da, müÅŸterek tarafları, her ikisinde de palavracı mizacın tütmesidir… Kendini bir ÅŸey zannetmekle, bir ÅŸey olmak arsında, daima aziz bir fark var!.. (75)
Hiç deÄŸiÅŸmemek, en genç çağımın yakıcı hayal ve hasretlerine baÄŸlı olmak demekse, dava aÅŸkı ve sadakati, heyecanı, tohumun aÄŸaca doÄŸru geliÅŸmesi ve neticede kesiksiz bir oluÅŸ zinciri hâlinde tohumdaki cevheri bir “oluÅŸ kanunu” ve hilkat sırrı hâlinde göstermekse, “iyi, doÄŸru ve güzel” için savaÅŸmaksa, direnmekse, ben hiç deÄŸiÅŸmedim!.. (76)
Kendi çalışmalarım aksamasın diye en yakınlarımla bile ilgilenememenin derin vicdan azabı içindeyim… Benimki davaya adanmış bir hayat ve vaktim çok kıymetli… Böyle zamanlarda ne büyük iÅŸkence çekiyorum!.. (77)
Mürsel Karadayı, iÅŸ bulamadığı için intihar etmiÅŸ… Allah, bütün mazlumların intikamını almayı nasip etsin bize!.. (78)
BaÄŸdat Caddesi’nde bir kapıcının oÄŸlu olan Yusuf Ölmez’e tecavüz edip öldürdüler… Üzerimdeki umumi sıkıntı ve tiksinti hissi sanki budanmış gibi bir duygu içindeyim… (79)
«Ä°nsan hep ilk aÅŸkına döner!» … DeÅŸelim: Her insanın ölümsüzlükle ilgili bir yanı vardır… Ve her insan, ÅŸuurlu veya ÅŸuursuz, o yanı üzerinde iz sürer… Ölümsüzlük arzusu, bütün ihtiyaçların menÅŸeinde bulunur ve insanın rahatsızlığı bu arzunun eseridir; varolmak arzusu, varolmak ÅŸevki, varolmak aÅŸkı… Bu aÅŸkın gayesi ise, ÅŸuurun tamlığa, bütünlüÄŸe, eksiksizliÄŸe ve kesiksizliÄŸe ermektir… «Ä°nsanın realitesi bir ıstıraptır!» … Bunu yaşıyorum… «Çünkü o, varamadığı bir tamlıkla taciz edilmektedir!»… Bunun ÅŸuurundayım!.. (80)
Geceyarısı duyulan nabız sesi, bilinmelidir ki benimdir; çözülen ve çöken bir dünya, birleÅŸen ve yenilenen dünya… Akış hızı yüksek bir nehirde, yer yer tersine akıntıların peydahlanması tabiîdir… (81)
Atıfta nakÅŸî sırrı… Benim usul ve üslubum!.. (82)
Kendimi, hamle yapmak istedikçe dizginleniyormuÅŸum gibi hissediyorum… Ä°ÅŸte benim derdim de bu… Ä°çi içini yiyen, pörsümeyen heyecan!.. (83)
Ben içtimai kavgam adına ayıya dayı da desem, zaman ayının ayılığını ortaya çıkarır… Halisler kalır, ayılar elenir!.. (84)
Ümitler ve ümitsizlikler; ikisi arasında salınan sarkaç durumum deÄŸil mi ki beni öÄŸütüp, toz etti… (…)
Hissiz bir felç durumu yerine, elini makine çarklarına kaptırıp canhıraÅŸ çığlıklar ve acılar içinde de olsa yaÅŸadığını duymak… Ama nerde gerçek meseleli insanın varoluÅŸ ıstırabı, nerde bunların o dertten anlamaz hissizlikleri… (85)
Bekliyorum, hiç kimsenin benim kadar beklemediÄŸi bir ÅŸafak vaktini!.. (86)

VE YALNIZ BEN… GÖZLERÄ°M, SÖKMEYE YAKIN ÅžAFAK AYDINLIÄžINI SEYRE HAZIR, O OLAÄžANÜSTÜLÜÄžÜ BEKLÄ°YORUM… OLAÄžANÜSTÜLÜK?.. ÖMRÜMÜN BÜTÜN GÄ°RÄ°NTÄ° VE ÇIKINTILARINI KENDÄ°SÄ°NE MAHSUS BÄ°LDİĞİM BÜYÜK ZUHUR… MUAZZAM BÄ°R Ä°SLÂMÄ° ZUHUR… BAÅžIMA NE GELDÄ°YSE, BU YÜZDEN!.. (87)


DÄ°PNOTLAR:
* Tırnak içindeki baÅŸlıklar tarafımıza aittir.
* Mütefekkir Salih MirzabeyoÄŸlu, yazılarında bazen kendisinden “Hafiye” ve “Âdem”; Üstad Necip Fazıl Kısakürek’ten ise “Sevgili” diye bahsetmektedir.
* Giriş sayfası Yılmaz Serbest tarafından hazırlanmıştır.
1- Tilki GünlüÄŸü –Ufuk Ä°le Hafiye-, Salih MÄ°RZABEYOÄžLU, C: 1, S: 18-19, Ä°BDA Yay. (C:1, S:44)
2- A.g.e., C: 1, S: 415
3- A.g.e., C: 1, S: 321
4- A.g.e., C: 5, S: 228
5- A.g.e., C: 5, S: 394
6- A.g.e., C: 3, S: 333-334-335
7- A.g.e., C: 6, S: 64
8- A.g.e., C: 4, S: 116-117-118 (C:1, S:485-486)
9- A.g.e., C: 4, S: 25-26
10- A.g.e., C: 1, S: 101
11- A.g.e., C: 1, S: 506
12- A.g.e., C: 4, S: 347-348-349-350-351 (Musa Bey’in hizmetkârı Hudeyda Sayılgan ile yapılmış mülâkat için bkz: A.g.e., C:6, S:150-151-152-153-154-155-156-157)
13- A.g.e., C: 1, S: 383
14- A.g.e., C: 2, S: 457-458-459
15- A.g.e., C: 6, S: 485 (C:2, S:184)
16- A.g.e., C: 3, S: 346
17- A.g.e., C: 1, S: 317
18- A.g.e., C: 3, S: 315-316-317-318
19- A.g.e., C: 1, S: 245
20- A.g.e., C: 3, S: 149
21- A.g.e., C: 4, S: 167-168-169-170-171-172-173
22- A.g.e., C: 4, S: 151
23- A.g.e., C: 1, S: 264-265
24- A.g.e., C: 6, S: 235
25- A.g.e., C: 1, S: 375
26- A.g.e., C: 1, S: 227
27- A.g.e., C: 5, S: 504
28- A.g.e., C: 1, S: 94
29- A.g.e., C: 3, S: 32
30- A.g.e., C: 2, S: 139-140-141-142
31- A.g.e., C: 3, S: 242
32- A.g.e., C: 5, S: 314-315-316-317
33- A.g.e., C: 1, S: 459-460
34- A.g.e., C: 1, S: 429-430
35- A.g.e., C: 3, S: 358-359-360-361
36- A.g.e., C: 2, S: 393-394
37- A.g.e., C: 4, S: 260-261
38- A.g.e., C: 4, S: 538-539-540
39- A.g.e., C: 1, S: 466-467
40- A.g.e., C: 2, S: 130-131-132-133-134
41- A.g.e., C: 1, S: 118-119
42- A.g.e., C: 1, S: 195-196
43- A.g.e., C: 2, S: 62
44- A.g.e., C: 2, S: 54-55-56
45- A.g.e., C: 1, S: 370-371
46- A.g.e., C: 1, S: 391
47- A.g.e., C: 3, S: 214
48- A.g.e., C: 1, S: 421-422-423
49- A.g.e., C: 2, S: 11-12 (“Her iÅŸimle ilgili…”= Üstad Necip Fazıl Kısakürek)
50- A.g.e., C: 3, S: 397
51- A.g.e., C: 4, S: 44
52- A.g.e., C: 5, S: 108 (27 Nisan 1989)
53- A.g.e., C: 3, S: 16 (C:3, S:235)
54- A.g.e., C: 3, S: 97
55- A.g.e., C: 3, S: 49
56- A.g.e., C: 2, S: 17
57- A.g.e., C: 1, S: 127-128
58- A.g.e., C: 1, S: 295-296
59- A.g.e., C: 1, S: 94
60- A.g.e., C: 1, S: 197
61- A.g.e., C: 3, S: 292
62- A.g.e., C: 3, S: 522
63- A.g.e., C: 3, S: 557 (C:346-347)
64- A.g.e., C: 3, S: 480
65- A.g.e., C: 4, S: 333-334
66- A.g.e., C: 2, S: 212
67- A.g.e., C: 6, S: 204
68- A.g.e., C: 3, S: 204
69- A.g.e., C: 3, S: 450-451-452-453-454
70- A.g.e., C: 1, S: 325-326-327-328
71- A.g.e., C: 4, S: 526-527-528-529-530-531-532
72- A.g.e., C: 4, S: 341 (GeniÅŸ bilgi için bkz: Ä°ÅŸkence -Gözlem-, Salih MirzabeyoÄŸlu, Ä°BDA Yay.)
73- A.g.e., C: 6, S: 86-87
74- A.g.e., C: 1, S: 85-86
75- A.g.e., C: 2, S: 23
76- A.g.e., C: 3, S: 14-15
77- A.g.e., C: 2, S: 200
78- A.g.e., C: 2, S: 106
79- A.g.e., C: 3, S: 29
80- A.g.e., C: 1, S: 205
81- A.g.e., C: 1, S: 173
82- A.g.e., C: 1, S: 221
83- A.g.e., C: 2, S: 135
84- A.g.e., C: 1, S: 273
85- A.g.e., C: 1, S: 191-192
86- A.g.e., C: 2, S: 346
87- A.g.e., C: 1, S: 98 


Salih MirzabeyoÄŸlu'nun kendi dilinden hayatı, Furkan Dergisi Editörü Ümit Elönü tarafından 6 ciltlik Tilki GünlüÄŸü eserinden faydalanılarak hazırlanmıştır. 

www.barandergisi.net

Anahtar Kelimeler:
  • 0
    SEVDÄ°M
  • 0
    ALKIÅž
  • 0
    KOMÄ°K
  • 0
    Ä°NANILMAZ
  • 0
    ÃœZGÃœN
  • 0
    KIZGIN
Alanya’da Güneş Enerjisinden 1 Milyon 794 Bin 990 TL Gelir SağlandıÖnceki Haber

Alanya’da Güneş Enerjisinden 1 Milyon 79...

ABD'nin Hain Planı Ortaya Çıktı! Mescid-i Aksa’yı YıkacaklarSonraki Haber

ABD'nin Hain Planı Ortaya Çıktı! Mescid-...

Yorum Yazın

BaÅŸka haber bulunmuyor!

casibom-Nerobet-escort bayan-nerobet-Nerobet-atak�y escort-mecidiyek�y escort-goldenautumncare.com-smartcoachingclasses.com-manikaranestates.com-houseofmasaba.net-discounttobaccocorner.com-fps-group.net-prathamabank.org-Nerobet-muirdata.com-Tokyobet-deneme bonusu veren siteler-deneme bonusu veren siteler-deneme bonusu veren siteler-deneme bonusu veren siteler-deneme bonusu veren siteler-deneme bonusu veren siteler-deneme bonusu veren siteler-deneme bonusu veren siteler-deneme bonusu veren siteler-deneme bonusu veren siteler-deneme bonusu veren siteler-deneme bonusu veren siteler-deneme bonusu veren siteler-deneme bonusu veren siteler-deneme bonusu veren siteler-deneme bonusu veren siteler-deneme bonusu veren siteler-deneme bonusu veren siteler-deneme bonusu veren siteler-deneme bonusu veren siteler-casino siteleri-casino siteleri-casino siteleri-casino siteleri-casino siteleri-casino siteleri-casino siteleri-casino siteleri-casino siteleri-casino siteleri-casino siteleri-casino siteleri-casino siteleri-casino siteleri-casino siteleri-casino siteleri-casino siteleri-casino siteleri-casino siteleri-casino siteleri-bahis siteleri-bahis siteleri-bahis siteleri-bahis siteleri-bahis siteleri-bahis siteleri-bahis siteleri-bahis siteleri-bahis siteleri-bahis siteleri-bahis siteleri-bahis siteleri-bahis siteleri-bahis siteleri-bahis siteleri-bahis siteleri-bahis siteleri-bahis siteleri-bahis siteleri-bahis siteleri-canlı bahis-canlı bahis-canlı bahis-canlı bahis-canlı bahis-canlı bahis-canlı bahis-canlı bahis-canlı bahis-canlı bahis-canlı bahis-canlı bahis-canlı bahis-canlı bahis-canlı bahis-canlı bahis-canlı bahis-canlı bahis-canlı bahis-canlı bahis-betkom-betkom-betkom-betkom-betkom-betkom-betkom-betkom-betkom-betkom-maritbet-maritbet-maritbet-maritbet-maritbet-maritbet-maritbet-maritbet-maritbet-maritbet-markajbet-markajbet-markajbet-markajbet-markajbet-markajbet-markajbet-markajbet-markajbet-markajbet-

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar