Ankara ve anılar… Nasıl da hevesle gitmişti küçük valizine kocaman umut, aşk, heyecan koyup da. Üç gün delice günler geçirmiş, cennetin Ankara olduğunu sanmışlardı. Gece-gündüz kavramını yitirmiş, her anı aynı yaşamışlardı. Her gün onlar için hem hiç bitmeyecekmiş gibi hem de her an bitecekmiş gibi olmuştu. Zaman dursun istemişlerdi. Dursun her şey, göz kamaştıran güneş içlerini ısıtsın sıcaklığıyla, tepelerinde yol gösteren fenerler gibi asılı yıldızlar hep öyle kalsınlar istemişlerdi.
Nasıl büyük aşktı onların ki…Birbirlerini sevmeyi istedikleri gibi sevmişlerdi. Bu kocaman dünyaya sığmayan, yüreklerine bile büyük gelen bir sevgiyle hem de. Son gece sıkıca sarılıp tek beden olmuşken Ebru yüzünü onun boynunun altındaki çukura gömmüş, söylediği sevgi sözcükleriyle yüzünü okşamıştı. Orda söylemişti Metin yanlış kapılardan girip bunca yıl geç kaldıklarını birbirlerine. Ebru sabah yaşayacakları ayrılığın acısıyla akan sahici ve can yakan gözyaşlarını saklamıştı. Görsün, üzülsün istemiyordu. Metin, onu hep gülerken görmek istiyor, “Gülmek en çok sana yakışıyor” diyordu. Güzel olan her şey gibi yaşadıkları da çok çabuk bitmiş, kendilerini Ankara garında bulmuşlardı.
Kenetlenen ellerinin çok sıkmaktan olan acısını hissetmemişler, yüreklerinin acısından suskunlaşmış, içlerindeki sözcükleri saklamışlardı. Kendileri o kelimelerin ardında saklıydılar şimdi. Yaklaşan tren sesi sonun başlangıcı gibi acı ve feryatlar içinde yankılanıyordu garın her yerinde. Birleşen ellerini ayırma zamanıydı şimdi. Oysa onların birbirlerinin gözleri içine bakmaya güçleri olmayacaktı, biliyorlardı. Bakarlarsa ayrılamaz, öyle kalırlardı. Gözleri yerde dizili taşlara sığınmış, taşlar onları kurtarmış, ayrılıklarını kolaylaştırmıştı.
Yol boyunca gözlerini açmamıştı Ebru. Geçtiği yollar acısını büyütsün, onu Ankara’dan koparsın istememişti. Gözlerini kapatarak orda, Ankara’da, evde olmayı seçmişti hiç ayrılmamış gibi. Ordaydı yine, kahvaltı masasında. Sahanda yumurta yapmıştı yine. Hem onun kadar güzel yapan yoktu. Metin de “Hiç bu kadar güzel yumurta yemedim” dememiş miydi.
Aklında Ankara, yüreğinde sevdiği, elindeki küçük valiziyle Haydarpaşa’da açmıştı gözlerini. Koca heybetiyle üstüne yıkılan Haydarpaşa’da koşuşturan insanlar arasında kalmış, bir süre nereye gideceğini bilememişti. Bedeninin ağır geldiği her an çökmeye hazır bacakları arkadan itilen bir güçle onu Karaköy vapuruna sürüklemişti.
Güneşli bir gün İstanbul ve Haydarpaşa, acı sesiyle Karaköy vapuru... Güneş, ışığını yitirmiş, kalın, karanlık perdeler olmuş tepesinde asılan. İstanbul telaşlı, yorgun ve yaşlı. Vapur, ölümün son yolculuğuna taşıyan tabut gibi sanki. Bedeni buradayken ruhunu Ankara’da bırakmış Ebru, boş çuval misali devriliyor sağa sola. Sevmiyor o gün Haydarpaşa’yı ve öyle kasvetiyle, heybetiyle yerleşiyor aklına yüreğindeki sızıya eş.
Kıyıya yaklaşan geminin sesiyle başını kitaptan kaldırdığında yarım saattir aynı sayfada olduğunu anlıyor, anılara dalıp okumadığı satırlar arasında kaybolup gittiğini fark ediyor. Kendine geldiğinde sızlayan yüreği içini yakıyor.
Anılar ve Haydarpaşa… Yine güneşli hava, yine koşuşan insanlar. Bir yıl içinde değişmemiş, her şey aynı. Acılar da aynı tazeliğinde. Kaybolup giderken anılarında güneş yine kararmış, vapur yine son yolculuğuna götürür gibi olmuştu. Bir yıl içinde acısı meğer hiç geçmemiş, sadece kalbinin derinliklerinde saklanmıştı. Ve bir vapur sesiyle güneşli bir Haydarpaşa günü de çıkmıştı tepelere. Üstündeki kabuk sökülmüş, yarası kanamıştı. Ayrılık acısıyla burkulmuş yüreği veda etmemişti demek ki yaşadıklarına. Koşuşan insanlar arasına karışıp yok olurken “Unutulmaz sevgili bıraktım ardımda” diyerek tutmaya zorladığı gözyaşlarını salmıştı sonunda yanaklarından…
Facebook Yorum
Yorum Yazın