Vesayet rejiminin geriletildiği, siyasetin normalleştiği varsayılan bir dönemde seçime gidilirken YSK'nın aldığı karar toplumun büyük çoğunluğunda bir şaşkınlık yarattı. Bilindiği gibi YSK, 7'sini BDP'nin desteklediği 12 bağımsız milletvekili adayını veto etti. Veto kararının duyulduğu andan itibaren Güneydoğu'da ve Kürtlerin yoğunluklu olduğu bölgelerde şiddet içeren protesto hareketleri başladı. Bu süreçte işyerleri tahrip edildi. Güvenlik güçleriyle göstericiler arasındaki çatışmalarda, içlerinde güvenlik görevlilerinin de bulunduğu birçok insan yaralandı. 17 yaşında bir genç de hayatını kaybetti.
Bu karışıklığa sebep olan kararı veren YSK, adayların eksik evraklarını tamamlamaları halinde seçilme hakkına kavuşacaklarına ilişkin yeni kararıyla kendi oluşturduğu kaosa son verdi. Bir kişi dışında veto edilen diğer 11 kişi seçime katılma hakkına kavuştu.
YSK'nın iki kararı arasında geçen dört gün zarfında, Türkiye'nin belli bölgeleri ölçüsüz şiddete maruz kaldı. Bu haksız kararı protesto etmek isteyenler şiddetin dilini ve usullerini kullanarak yaptıkları eylemlerle haklılıklarına gölge düşürdüler. Ülkenin neredeyse tüm insanları, siyaset yapmak isteyen bölge insanının siyaset yolunun tıkanması anlamına gelebilecek bu karara tepki duymuşlardı. Bu tepkiler de siyasi partiler ve sivil toplum kuruluşları vasıtasıyla ifade edildi. Bu ortam, birlikte yaşama, beraber yaşama adına değerlendirilebilecek uygun bir ortamdı. Şiddeti bir araç olarak kullanmayan hak arama eylemi devam edebilseydi, samimi ve içten gelen desteklerin arttığına şahit olacaktık muhtemelen. Böylesi bir ortam, son zamanlarda iki halkın içinde duygusal kopuş yaşayan kesimlerin, birbirlerine daha anlayışla bakacağı bir iklimin kapısını aralayabilirdi. Ama maalesef BDP haklı davasını, şiddet gösterileriyle ve tehdit uslubuyla savunmaya çalışarak, dostluk ortamına hayat hakkı tanımadı. Hatta tersine kutuplaşmayı artıran bir tavır sergiledi.
YSK Vesayet Rejiminin Aktif Kalesi mi?
Bütün iyi niyetimizle, YSK'nın kanunu hukuki değil de literal bir okumaya tabi tutarak bu kararı verdiğine inanmak istiyoruz.
Ancak YSK'nın yakın geçmişte verdiği birtakım kararlar bu iyi niyetli yoruma imkan bırakmıyor. 12 Eylül'de yapılan referandumda, süreyi 60 günden 120 güne çıkararak sonucu etkileyebilecek bir şekilde sürece müdahale etmişti. Hatta referandumun en hayati maddeleri olan AYM ve HSYK'nın yeniden yapılandırılması maddelerini paketin dışına çıkarmaya teşebbüs etmişti. Ancak AYM bu teşebbüsü engelledi. YSK son seçimde yurtdışındaki vatandaşlarımızın oy kullanmasına imkan vermedi. Bu kararın alınış şekli, YSK'nın iyi niyetine ve hukuka bağlılığına ilişkin şüpheleri davet etmektedir.
Başbakan Erdoğan Almanya'da gurbetçilere bulundukları yerdeki elçilik ve konsolosluklarda oy kullanabileceklerine ilişkin müjdeyi verirken, YSK hafta sonu olmasına rağmen toplandı ve gurbetçilerin oy kullanmasını engelleyen kararı aldı.
Son olarak Ergenekon sanığı İlhan Cihaner'in aday yapılmasında da, bürokrasi tarihinde görülmeyen bir hızla Cihaner'in önünü açan kararı verdi.
Bağımsızların seçilme hakkını veto ettiği karar da yukarıdaki kararlara eklenince, YSK'nın kararlarının hukukiliği ve tarafsızlığına ilişkin iyi niyetli düşünme imkanı oldukça zayıflıyor.
Ayrıca YSK bu verdiği veto kararıyla BDP'yi mağdur duruma düşürdü. Mağduriyetten güç üretmeyi ustalıkla beceren BDP, bu mağduriyeti güce dönüştürdü. YSK veto kararını kaldıran ikinci kararı ile de, "devletin zor kullanılarak hizaya getirilebileceğine" ilişkin kanaati pekiştirdi.
Şimdi sormak gerekiyor, bu ülkeye gerilimli günler yaşatan veto kararını YSK niçin verdi? Verdiği karardan niçin döndü? Bu işi hukukun sınırları içinde halletmenin bir yolu yok muydu? Soruları çoğaltmak mümkün... Ancak sorular ne kadar çoğalırsa YSK'nın kararlarının hukukiliği konusunda insanın şüphelerini artırmaktan başka bir sonuç vermiyor.
YSK Kararının Görece Olumlu Sonuçları
YSK kararının birçok olumsuz sonuçlan oldu. Ülkenin dört gün boyunca yaşadığı gerilim, oluşan şiddet görüntüleri ve hukuka duyulan güvensizliğin artması, sayılabilecek olumsuzluklardan bazıları. Bir başka açıdan baktığımızda bazı olumlu yanları da görebiliriz. YSK kararına karşı siyasi partilerin, sivil toplum kuruluşlarının, entelektüellerin, kanaat önderlerinin ortaya koyduğu tepkiler, geçmişe nazaran olumlu yönde oldukça mesafe katedildiğini göstermektedir. DEP'lilerin Meclis'ten yakapaça atıldıklan 90'lı yılların ortalarında, bu insanlık dışı tutuma karşı gösterilen duyarsızlığı, hatta bu eylemi haklı göstermeye kadar varan tarafgirliği hatırladığımızda nereden nereye geldiğimizi daha net bir şekilde anlayabiliyoruz. Bir başka olumlu taraf da, BDP'nin gösterdiği aday listesinde ortaya çıkmaktadır. BDP bu seçim sürecinde, içinde BDP-PKK geleneğinden gelmeyen adayların da olduğu bir liste oluşturmuştur. Bu durum BDP'nin bir klik siyasetinin ötesinde, toplumun geneline yönelik bir siyaset yapma isteği olarak yorumlanabilir. Hangi gerekçeyle yapılmış olursa olsun, böyle bir listenin ortaya çıkması her halükarda olumlu olarak nitelenmelidir. YSK kararına tepki olarak yapılan protestoların şiddet dozu bu olumlu görüntüyü zedelediyse de, ortaya konulan liste, siyasi mücadelenin normalleşeceğine ilişkin umutları yeşertmiştir. Umarız bu umudu yok edecek karşılıklı hatalar yapılmaz. Bilhassa "devletin" siyaset yolunu tıkayan, kitleleri siyaset dışı yollara teşvik eden kararlan almaması oldukça önemlidir. YSK'nın son kararına benzer, hukukiliği oldukça tartışmalı kararların alınması, şiddeti siyaset aracı olarak kullanmak isteyenlerin değirmenine su taşımaktan öteye bir anlam ifade etmez. Şu da açıkça kabul edilmelidir ki, toplumlar siyasi temsilcileriyle normal bir şekilde buluşmadıkça durulmazlar. Kolay Manipüle Edilen Ortamlarda Siyaset Türkiye toplumunun ortak noktaları giderek yıpranmaktadır. Ortak referans noktaları azalan bir toplumun bir arada yaşama iradesi zayıflar, birbirine karşı kolay kışkırtılabilinir, kolayca manipüle edilebilir. Nitekim bu son yaşadığımız olayda bütün olumlu çabalara rağmen, toplumun nasıl kolayca kışkırtıldığını ve şiddet dilinin nasıl ortama egemen olduğunu gördük. YSK'nın hukukiliği tartışmalı karan karşısında BDP yetkililerinin kullandığı, aşırı şiddet içeren üslup, nasıl bir kırılgan denge üzerinde durduğumuzu göstermesi açısından ilginçtir. Bu bağlamda BDP Iğdır milletvekili Pervin Buldan'ın AKP milletvekili adaylarını tehdit eden sözleri önemlidir: "Güneydoğuda hiçbir AKP'li milletvekili adayı seçilemeyecektir. Bize konulan engeller aynen AKP'ye yansıyacaktır. Çünkü bu olayın arkasında AKP'nin olduğunu çok iyi biliyoruz. Burada bağımsız adaylar seçim çalışması yürütemeyecekse AKP'li adaylar da yürütemeyecektir. Akıllarını başlarına toplasınlar, bu savaş kararıdır." Öncelikle bu dil bir siyasetçinin dili değil. İkinci olarak, gerçeği çarpıtan ve bundan siyasi rant üretmeye çalışan bir anlayışı ifade ediyor. Çünkü azıcık idraki olan herkes biliyor ki, AKP'nin YSK üzerinde en ufak bir etkisi yok. Hatta son birkaç yılda YSK'nın aldığı birçok karar AKP'yi sıkıntıya düşürmeye dönük sonuçlar üretmiştir. Bunu Pervin Buldan dahil bütün BDP'liler bilmektedir. Ancak YSK'nın, hukukiliği çok tartışmalı kararının oluşturduğu ortamda, bölgedeki tek rakibi olan AKP'yi yıpratma imkanını kullanmak istiyor BDP. Ve gerçekleri ters yüz etmekte bir sakınca görmüyor. Bu sadece BDP'nin değil, Türkiye siyasetinin temel hastalığıdır. Bu hastalık siyasetin doğrular üzerinde yapılma ihtimalini zayıflatıp, hilenin ve desisenin siyaset zannedildiği bir ortama vücut veriyor. Türkiye siyasetinin bir başka hastalığı ve yapısal bozukluğu da temel siyasi kararların alınamaması veya alınan kararların da toplumun manipülasyonu yoluyla uygulamaya konulmasının engellenmesi. Türkiye siyasetinin kolay manipüle edilebilen bu kırılgan yapısı, siyasi alana siyaset dışı müdahaleyi özendirmektedir. Son yıllarda yaşadığımız bazı olayları hatırlarsak, durumu daha net olarak görebiliriz. Danıştay saldırısını gerçekleştiren Alparslan Aslan'ın yakalanamaması halinde Türkiye siyasetinin ne şekil alacağını tasavvur ettiğimizde ne demek istediğimiz daha kolay anlaşılır. Tek bir olayın iktidarları yerle bir ettiği veya siyasi partileri iktidar yaptığı bir siyasal ortamda yaşıyoruz. Apo'nun yakalanmasının DSP'yi nasıl %20'lere varan bir oy oranına ulaştırdığını biliyoruz. Danıştay saldırısını yapan Alparslan Aslan yakalanmamış olsaydı, muhtemelen AKP bugünkü gücüne sahip olamayacaktı ve vesayet rejimi bütün ağırlığıyla varlığını sürdürecekti. Demokratik açılım politikalarının bir gereği olarak PKK'lıların Türkiye'ye dönüşünde yaşanan hadiseler, bu politikayı akamete uğratmıştır. Türkiye, Kürt sorununun çözümünde daha sıkıntılı bir pozisyona düşürülmüştür. Bir kişinin veya ufak bir grubun, temel politikaları akamete uğratan manipülasyonları yapabilmesi, Türkiye siyasetinin önemli bir zaafıdır. YSK kararından dönmemiş olsaydı, ülke bütünlüğünü tarifsiz sıkıntılara sokacak, duygusal yabancılaşmayı reel sonuçlar üretecek derecede büyütecek bir sıkıntıyla karşı karşıya kalacaktık. Bir kurumun, bir kişinin, bir grubun ülkenin hayati çıkarlarıyla oynayabileceği bir zaafiyetten Türkiye siyasetinin kurtarılması lazım. YSK'nın bu sorunlu kararının böyle bir hayra vesile olmasını ummak istiyoruz.
Kaynak:Umran Dergisi Mayıs Sayısı / 2011
Facebook Yorum
Yorum Yazın