Devleti Kim Yönetecek?
Türkiye'nin son altmış yılına damgasını vuran bir sorudur bu. Devleti seçilmiş siyasilerin oluşturduğu iktidarlar mı yönetecek yoksa bürokratik kurumlar ve onlarla işbirliği yapan odaklar mı?
Bir ülkede seçimlerin yapılmış olması ve seçimler sonucunda hükümetlerin kurulması o ülkede seçilenlerin iktidar oldukları anlamına gelmiyor. Siyasetin alanını daraltan yasaların bulunduğu ve millet egemenliğine bürokratik ortaklıkların getirildiği bir ortamda seçilmiş siyasilerin iktidar olmaları mümkün olamıyor.
Dolayısıyla milletin devlet idaresine müdahil olma imkanı sınırlanıyor ve milletin reyi anlamını yitiriyor.
Türkiyenin çok partili hayata geçtiği 1950 yılından bu yana yaşadığı bütün sıkıntılarda, millet iradesinin devlet idaresinde etkin olmasını engelleyen siyasal yapının payı büyüktür. Millet iradesini sınırlayan ve onun devlet idaresine katılımını engelleyen bürokratik yapılar bu alanı kendilerine, kimseye hesap vermeden icraat yaptıkları kayıt dışı bir alan olarak ikame etmişlerdir. Asıl icraatı bu kurumlar yapmaktadır, fakat sorumluluğu vitrinde görünen ve belediyecilik hizmetleri, imar işleri gibi meselerle uğraşan seçilmiş siyasiler üstlenmektedir.
Onun içindir ki Türkiye'nin temel konuları ile ilgili siyasal iktidarların esaslı bir müdahaleleri olamamıştır. Güvenlik sorunu, dış politika, milli eğitim politikası ve kürt sorunu gibi ülkenin kaderini ilgilendiren temel meselelerde, devlet iktidarının (bürokratik iktidarın) politakaları geçerli olmuştur. Seçilmiş siyasi iktidarlar ise belirlenen bu politikaları halka benimsetmek ve politikaların icrası için taşeronluk görevi üstlenmek durumunda kalmışlardır/ bırakılmışlardır. Belirlenen politikaların dışında millete alan açmaya çalışan siyasetçiler ise bürokratik iktidarın hışmına uğramışlardır. Kimi hayatını kaybetmiş, kimi şaibeli bir ölüme muhatap olmuş, kimi de ahir ömründe bürokratik iktidara teslim olmuştur.
Türkiye'de son elli yıl içinde gerçekleştirilen darbeler, tayin edilmiş raydan çıkan siyasal iktidarların tasfiyesini ve devlet ikitidannı, bürokratik iktidarı tahkim eden yeni anayasaların yürürlüğe konması için yapılmışlardır. Bu darbelerde her ne kadar askerler ana aktör olarak görülüyorsa da yardımcılarının, yargı kurumu, üniversite ve halktan oy almaktan umudunu kesmiş siyasiler olduğunu biliyoruz. Darbelerin hukuksal meşruiyetini yargı kurumu düşünsel meşruiyetini üniversiteler ve bağlı olarak basın sağlıyordu. Bahsi geçen siyasiler ise darbecilerin kendileri için uygun gördüğü konumda kalarak darbenin kamuoyu nezdinde meşruiyet kazanmasına hizmet ediyorlardı.Türkiye 2000'li yılların ortalarına kadar bu garip idare tarzıyla geldi.
Bu sistemden menfaatlenen bir bürokratik siyasal, ekonomik ve toplumsal taban oluştuğunu söylemeliyiz. Milletin çoğunluğunun tasvibini olarak iktidar olmaktan ümidini kesen bu gruplar sistemi değiştirecek her girişime şiddetle karşı çıkıyorlar, kendi konumlarına meşruiyet sağlayan darbe anayasasının değişmesinin devleti, milletin geneline hizmet eden bir devlet haline getirecektir. O siyasiler, yeni bir anayasanın yapılmasını cumhuriyet devletinin yıkılmasıyla eş tutuyorlar. Yıllardır devlet imkanlanndan azami derecede nemalanmış bu gruplar şu ana kadar rafine haline getirdikleri birtakım usullerle sistemden nemalanmayı devam ettirmenin yolunu bulmuşlardır. Bu imkanları milletin geneline açmaya çalışan siyasal iktidarlan da ülkeyi idare edemez hale getirecek operasyonlar gerçekleştirmişlerdir.
Bugünkü seçilmiş iktidar, sistemi değiştirmeden devletin imkanlarından daha geniş kitlelerin yararlanmasını sağlamak istiyor. Yeterli olmasa da bu konuda birtakım iyileştirmeleri sağladığını da görüyoruz. Yapılan kısmi iyileştirmelere bile tahammül edemeyen ve eski usulün/sistemin aynen devamını isteyenlerin ülkeyi yönetilemez hale getirmek için son 10 yıl içinde neler yaptıklarını gördük. Bugün gelinen noktada, cari sistemi kısmen geriletme konusunda seçilmiş siyasal iktidara yardımcı olmuş emniyet, yargı bürokrasisinde ağırlığı olan bir camiayla siyasal iktidar arasındaki kavgaya şahit oluyoruz. İlkesel hassasiyetlerin çok da dikkate alınmadığı ve dramatik birlikteliklerin gerçekleştiği bu kavga da ülkeyi kimin yöneticeğine ilişkin bir kavga olarak cereyan ediyor görüldüğü kadarıyla...
Açık söylemek gerekir ki bu ülkeyi seçilmiş siyasi iktidarlar yönetmelidir, bu sistemde meşruiyetin kaynağı halkın oyudur ve halkın oyunu alarak iktidara gelenler bu meşruiyete sahip olurlar, hem yetkili hem de sorumlu olurlar. Üst seviye bürokratlar seçilmiş hükümetin uyguladığı siyaseti beğenmiyorlarsa birlikte çalışmazlar, kesinlikle siyasal iktidara karşı bürokratik bir direnç geliştirerek/organize ederek/ paralelleşerek hükümetin politikasını sabote edemezler. Eğer bunu yaparlarsa ve meşru iktidarı sabote etme eylemi yaygınlaşırsa ortaya bürokratik bir iktidar çıkar, bu da sisteme aykırı meşru olmayan bir yetkiyi kullanarak gayrimeşru bir iktidar olur ki Türkiye gayrimeşru iktidar kullanımından çok çekmiştir.
Sadece iktidarı kullanan fakat kimseye hesap vermeyen bu kayıt dışı siyaset seçilmiş, meşru siyasetin etkinliğini engellemiştir. Halkın oyunun gücünü anlamsızlaştıran ve halkın seçtiği hükümetleri güçsüzleştiren bu uygulama Alev Alatlı'nın tabiriyle hem siyaseti hem de toplumu 'ergen' konumunda bırakmıştır. Bugün yaşadığımız kavgalar başka bazı saiklerin yanında esas olarak 'ergen' liği aşıp olgunlaşamayan bir siyasi ortamın kavgalarıdır. Toplumu hâlâ ergen kabul edip vasi olma isteklerini üniformalı veya çeşitli siviller olması sonucu değiştirmez devam ettiriyorlar. Türkiye siyaseti bu (neo)vesayeti kırdığı oranda olgunlaşacak, ani ve fevri travmalardan kurtulacaktır.
Atilla Yayla'nın vesayeti somut bir olay üzerinden anlattığı bir değerlendirme meselenin daha kolay anlaşılmasını sağlayacaktır. Şimdi bu soyut değerlendirmeyi bir somut olay üzerinden anlamaya çalışalım. Türkiye'nin en ağır probleminin yani kürt sorununun çözüm yolunu kim belirleyecektir? Hükümet, politikacı çözüm yolunu seçer ve bürokrat ise bu politikada ona hizmet eder, işin usulü budur. Ancak Türkiye'de yıllarca bu olmadı, bu yüzden kürt problemi çözülemedi ve topluma ağır bir maliyet bindirildi. Bunun sebebi asker ve bürokratların politikacıyı baypas edip politikacı gibi siyasete girmesiydi. Özal'ın inisiyatifi böylece çökertildi, devre dışı bırakıldı! Erdoğan hükümetleri de 2010'a kadar sırf bu yüzden inisiyatif alamadılar. Ne zaman ki askeri vesayet ciddi oranda kaldırıldı, işte o zaman kürt sorunu çözüm sürecinde siyasetçiler öne çıktı, çözüm yolunda ilerlemeler gerçekleşmeye başladı. Oslo görüşmeleri bunun bir parçasıydı ancak öyle anlaşılıyor ki bürokratik vesayetçi girişimlerle engellendi. Şimdi içinde bulunduğumuz soru çözüm süreci de politikacının inisiyatifinin eseridir. Yanlış olan, sürece ket vuran bürokratik vesayetin kendisidir, bürokratik vesayetin üniformalı memurdan mı üniformasız memurdan mı geldiği meselenin özünü değiştirmiyor.
Bağımsız ve tarafsız bir yargı ihtiyacı seçilmiş hükümetle camia(cemaat) arasındaki mücadelenin tekraren ortaya çıkardığı son derece önemli ve trajik bir gerçeklik, Türkiye'de gerçek anlamda bir yargının olmayışıdır ve maalesef bugüne kadar da hiç olmamıştır. Türkiye'de yargı asli fonksiyonunu ifa eden bir kurum olmanın ötesinde son operasyonda görüldüğü üzere siyasal bir aktördür, iktidar ortağıdır. Siyasal bir aktör olarak bazr şeyleri öne çıkararak konumunu, siyasi menfaatlerini gerçekleştirmenin aracına dönüştürür. Siyasallaşan yargıyı yanlarına almak için iktidarlarını paylaşan siyasal aktörler çok da arzu etmeyecekleri bir yargısal iktidara vücut verirler. Bu yargısal iktidann diğer bazı ortaklarıyla birlikte siyaseti nasıl yapılamaz hale getirdiğinin örneklerini yakın siyasi tarihimizde çokça görebilmekteyiz.
Son elli yıl içinde yaşadığımız darbelerde yargının konumuna bakarak onun nasıl siyasallaştığını ve kendi alanı dışında nasıl kullanıldığının örneklerini açıkça görürüz. 27 Mayıs darbesinden sonra yapılan Yassıada yargılamalarında bırakın adil olmayı, en basit hukuk kurallarını bile ihlal ederek 'sizi burada tutan kuvvet böyle istiyor!' mantığı çerçevesinde kararlar verildiğini biliyoruz. Maalesef bu araçsallaşan yargının verdiği kabul edilemez, hukuk dışı kararlarla bir başbakan, diğeri iki bakan idam edilmiştir. 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1997 darbe ve müdahalelerinin sonrasında yargının nasıl kullanıldığını sıralamak doğrusu çok öğretici olurdu. Bu darbeler sürecinde binlerce insan yargı cenderesinden geçirilerek idam edeildi, bazıları da hapishanelerde çürütüldü. 2002'de AK Parti’nin iktidara gelişiyle beraber hangi yargısal tuzakların kurulduğu hafızalarda tazeliğini korumaktadır. Suç oluşturmak için kurulduğu anlaşılan internet sitelerindeki haberleri delil kabul ederek hazırlanan dosyalarla AK Parti hakkında kapatma davası yargı tarafından açılmıştır. Türkiye'nin 10. Cumhurbaşkanı'nın seçildiği usulle 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün seçilemeyeceği içtihadı yine yargı tarafından yapılmıştır.
Türkiye'de yargının kendi asli fonksiyonu dışında kullanıldığının yüzlerce örneğini sıralamak mümkündür. Bugün gelinen noktada kısmi iyileştirmelere rağmen farklı bir durum yoktur. Yargı kurumunun aktörleri değişse de siyasetin dizaynında bir araç olarak kullanıldığı gerçeği hâlâ değişmemiştir. Yakın zamana kadar devlet iktidarının bir aracı olan yargı kurumu, şimdi de bu iktidann yanında legal siyaset yapmadan siyasal güç devşirmek isteyen bazı organizasyonların aracı konumuna gelmiştir. Araçsallaşan bu yargı kurumunun aynı zamanda kendine özgü bir iktidar alanı oluşturduğunu da görmeliyiz! Oluşturduğu bu iktidar alanından doğrudan siyasi alana müdahil olabiliyor, kamu siyasisini belirleme meşruiyetini elinde bulunduran hükümeti istediği zaman işini yapamaz hale getirebiliyor. Bunun ne anlama geldiğini en iyi bilecek konumdaki AK Parti hükümeti ve Başbakan Erdoğan yargı kurumuna asli görevini yapabilecek düzenlemeyi gündemlerine almalıdırlar. Alternatif siyasetlerin manivelası olmayan bir yargı kurumunun inşası için mümkün olan en geniş uzlaşmayla acilen harekete geçilmelidir.
Hukukun kuralları içinde kararlarını oluşturan bir yargı bu ülkede istisnasız herkesin ihtiyacıdır. Evet yolsuzluğu da hayır, bürokratik vesayete de hayır! Hiçbirini diğerine tercih etmek durumunda değiliz, her ikisine de şiddetle karşı olmalıyız! Yolsuzluk bütün ülkelerde siyasetin hastalığıdır, bu hastalığın öldürücü olmaması için hem olabildiğince şeffaf bir siyaset kurumuna hem de bağımsız ve tarafsız bir yargıya ihtiyaç * vardır. Bugün AK Partili bakanların çocuklarının da içinde bulunduğu yolsuzluk dosyaları ülkede yolsuzluğu önlemeye hizmet edecek ve yolsuzluğu ortaya çıkaracak bir şekilde gündeme alınmadı. Dosyaların kamuoyuna sunuluş şekli asli meselenin yolsuzluğu önlemek olduğundan kuşkuya düşürecek bir tarz ve zamanlamayla oldu. Kimsenin yolsuzluk olmadığı gibi bir iddiası yok. Yolsuzluğun sonuna kadar soruşturulması gerektiğine ve ucu kime dokunursa dokunsun gereğinin yapılmasına kimsenin bir itirazı olamaz. Ancak bunun bir hukuki sürecin ötesinde, bir siyasal manipülasyon aracı gibi kullanılmasına itiraz ediliyor. O kadar ki siyasi iktidarın muhalifi olan bir CHP milletvekili (Şükrü Elekdağ) emekli büyükelçi bile olayın planlı bir hareket/operasyon olduğunu söylüyor. Evet son derece planlı hazırlanmış bir hareket/tuzak, bunun arkasında stratejik ve çok kuvvetli bir beyin var. Atacağı adımları çok güzel hesaplamış. Hükümeti yıkma amacı güttüğü apaçık belli. Çünkü bu şekildeki olaylar kamuoyunun gözünde, Türkiye'nin boğazına kadar yolsuzluğa battığı imajını uyandırmayı amaçlıyor, dosya bilgileri, fotoğraflar basına servis edliyor. Bütün bunlar çıksın ve bu fotoğraflar insanlann zihninde derin izler bıraksın, böylece davaların üstü örtülmesin. Bir de seçimlerin arifesinde yapılıyor. Siyasi amaç güdüldüğü aşikâr; amaç AK Parti iktidarını yıkmaktır, Erdoğan'sız Türkiye'dir. Yolsuzluk dosyasını, yolsuzlukları önlemenin dışında yorumlanacak bir şekil ve zamanlamayla takdim edenler, yolsuzlukların soruşturulmasını zora sokmuşlardır. Buna rağmen bu dosyalann hukuki olarak soruşturulması AK Parti iktidarının yükümlülüğüdür. Suç varsa ortaya çıkarılmalı, karşılığını görmelidir! Suç yok ise insanlar şaibeden kurtanlmalıdır!...
Ergenlikten Olgunluğa
Bu sorunlar, hâlâ vesayet siyaseti denemeleri yaşayan bir siyasi iklimin sorunları. Şimdilerde, ağırlığı sınırlı olan milletin oyunun ağırlığının artmaya başladığı ve ancak buna diğer ağırlık sahibi gizli iktidar odaklarının, taşeronlarının ve paralel ortaklarının karşı koyduğu, ağırlık merkezi özelliklerini kaybetmeme kavgası yürüttükleri bir çatışma dönemi yaşıyoruz. Milletin devlet üzerindeki etkisi artmaya başladığı, devletin seçimli siyasetin güdümüne girmeye başladığı bir dönemdeyiz. Siyasetin vesayetten arınması, devletin milletin devleti olma istikametinde yol alması, asırlık sorunlarımızın, çatışmalarımızın, dağınık¬lığımızın çözümü ihtimalini güçlendiriyor.
Milletin oyunun ağırlık kazandığı siyaseti savunmak kaçınılmazdır. Siyaseti savunarak ve siyaset kurallarınca yaparak devlet iktidarı milletin denetimine sokulabilir ancak. Siyaset dışı toplumsal kurumların etki alanı da vesayetsiz bir siyaset yapılabildiği ölçüde genişler.
Toplumla siyaset arasındaki kanallar arttıkça, toplumun siyaseti belirleme gücü artar. AK Parti iktidarı dönemi bütün eksiklerine ve yanlışlarına rağmen görece olarak toplumun siyaseti belirleme imkanının arttığı bir dönem olmuştur. AK Parti, özellikle Erdoğan Türkiye'nin makus talihini yenmek için olağanüstü hayati bir kapının eşiğine gelindiğinin farkında. Bu eşiği aşma süresi yaklaştıkça Türkiye ciddi sorunlar yaşamaya/yaşatılmaya başladı. AK Parti'nin uluslararası desteğe dayalı bir siyasi proje olmaktan çok, siyasi olarak iç dinamiklere dayalı ayakta duran bir oluşum olduğu gerçeğinin altını çizmek gerek. İktidar partisinin söylem ve icraatları ne olursa olsun reel güç dengeleri açısından iç dinamiklere daha fazla yaslanarak iktidarını sürdürüp sürdüremeyeceği sınanmaktadır. Ayrıca, maalesef bu sınanma sürecinde, saygınlık kazanmış, büyük bir emekle oluşturulan bir camianın isminin kasetlerle, siyasi etkinlik elde etmek için biriktirilmiş dosyalarla anılmasının bir talihsizlik olduğunu söylemeliyiz. Camiayı bu duruma sokan birtakım karar vericilerin camia mensupları tarafından fark edilip sorgulanması gereken bir durum söz konusudur.
İnsanların ve toplumların başına gelenler, yaşadıkları şeyler kendi ellerinin yaptıklarının bir sonucudur. Herkes işlediklerinin karşılığıyla baş başa kalacaktır!...
Kaynak: Umran Dergisi / Ocak 2014
Facebook Yorum
Yorum Yazın