Yerelden Cumhura 30 Mart Yerel Seçimleri

Neresinden bakarsak bakalım 30 Mart 2014 yerel seçimleri uzun bir seçimdi. Bu seçimler siyaset geleneğine sahip olan Türkiye'nin en önemli seçimlerinden birisi olarak tarihteki yerini aldı. 17 Aralık ve 25 Aralık 2013 tarihinde siyaset kurumuna ve mevcut siyasal iktidara yapılan yolsuzluk soslu, siyaseti yeniden tasarlamaya dönük saldırı, 30 Mart yerel seçimlerini normal bir seçim olmaktan çıkardı. Çünkü yapılan saldırı siyaseti siyaset dışı yollarla ve siyaset dışı aktörlerle tasarlayarak Türkiye'yi başkalaştırma amacını taşıyordu.

Türkiye çok partili hayatın ikinci dönemi diyebileceğimiz 1946'dan bu yana siyasete normal dışı yollardan ve siyaset dışı aktörler tarafından yapılan müdahalelere çok defa maruz kalmıştı. 1946 seçimine, dönemin siyasal iktidarı tarafından 'açık oy gizli' tasnif şeklinde bir müdahale yapıldığını biliyoruz. Bunu istisna sayarsak 2010 yılına kadar yapılan müdahalelerin, genellikle askerden geldiği ile ilgili herkesin malumudur. Arada yapılmış birçok darbe teşebbüslerini saymasak bile 1950'den başlayan, 60 yıl içinde Türkiye birisi postmodern olmak üzere dört askeri darbe yaşadı. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 ve 27 Şubat 1997 postmodern askeri darbeleri.

Bu darbelerin tamamı "yanlış" siyasi aktörlere oy veren ahalinin bu yanlışının kendisini cumhuriyetin ve devletin sahibi kabul eden silahlı ve bürokrasi tarafından düzeltilmesi ve rayından çıkan siyaseti rayına oturtmaya dönük eylemlerdi. Nitekim 28 Şubat postmodern darbe döneminin kudretli generali Çevik Bir darbenin önemli bir aşaması olan Ankara Sincan'da tankların yürütülmesini "demokrasiye balans ayan yaptık" diyerek meşrulaştırıyordu.

Bu dönemler içinde ülkemizde her ne kadar siyasal iktidarın belirlenmesi için seçimler yapılmışsa da seçilen siyasal iktidarlar devlet bürokrasisinin bıraktığı kısıtlı alanda icra-i sanat eylemek zorunda kalmışlardı. Yani dönemin siyasal iktidarların ahaliden yetki almış olmalarına rağmen 'denetimli serbestlik' altında hükümet etmek zorunda kaldılar. Bahsi geçen bu dönemlerin siyasal iktidarları, sayısal çoğunluğu olan siyasal etkinliği olmayan iktidarlar olarak hayatlarını devam ettirdiler.

Sivil asker bürokrasisinin vesayeti altında siyaset yapma dönemi -olağanüstü ve cesurane denilebilecek şekilde- 2010 Anayasa referandumuyla neredeyse imkânsız hale geldi. Bu referandumdan sonra siyaset alanını işgal etmiş bulunan siyaset dışı kurumlar kendi alanlarına çekilmeye başladılar. Genişleyen siyaset alanı legal siyasi kurumlar tarafından doldurulmaya başlandı. 2011 genel seçimleri siyasetin vesayetten kurtulduğu bir nekahet döneminde yapıldı. 30 Mart 2014 yerel seçimlerine, nekahet dönemini atlatmış bir siyasala iklimin normal şartlan içinde girileceği beklentisi hâkimdi ancak hiç de olmadı.

Seçime giden sürecin başlangıcında, 17 Aralık 2013 tarihinde siyaset kurumu ve siyasal iktidar siyaset dışı birleşik bir cephenin saldırısına uğradı. İçinde büyük sermayenin bürokratik yardım olmadan siyaset yapamayan bazı siyasal kurum ve kişilerin ayrıca kendisine sivil toplum kuruluşu diyen bir camianın oluşturduğu cephe dış desteğe de sahip olarak siyaset dışı yollarla siyaseti dizayn etme teşebbüsünde bulundu. 17 Aralık 2013'de yolsuzluk soslu bir yargı darbesiyle siyaset vesayet altına alınmaya çalışıldı, siyasal iktidar ise büyük bir risk alarak bu yargı darbesine teslim olmadı. Yaklaşık 3 ay sonra yapılacak olan yerel seçimleri vesayet güçleri karşısında siyaset kurumunun ve siyasal iktidarın gücünü tahmin edecek bir kampanyaya dönüştürdü. 30 Mart 2014 yerel seçimleri böyle bir sürecin sonunda yapıldı.

Devleti Millete Ait Kılma Sürecinde Yerel Seçimlerin Önemi
30 Mart yerel seçimleri bir buçuk yıl içerisinde yapılacak bir dizi seçimin ilki idi. Bilindiği gibi 2014 Ağustos'unda cumhurbaşkanlığı seçimleri, 2015 yılında da genel seçimler yapılacak. Bilhassa cumhurbaşkanlığı seçiminin devleti millete ait kılma sürecinde özel bir öneme sahip olduğunu söylemeliyiz. Cumhurbaşkanlığı kurumu, halkın oyu ile seçilmiş siyasal iktidarların karşısında, bürokratik vesayetin temsilcisi olarak kurgulanmış bir kurumdur. Cumhurbaşkanlığının TBMM tarafından seçiliyor olması bir iki istisna haricinde vesayetin temsilcisi olma özelliğini ortadan kaldırmıyor.

Bu iki istisna Turgut Özal ve Abdullah Gül'dür. Rahmetli Özal'ın cumhurbaşkanlığı makamını, bürokratik vesayetin arzuları dışında değerlendirmeye çalışması, konumunu dramatik kılmıştır. Makamda bulunduğu 3 yıl içinde, yetkileri alabildiğine gasp edilmiş, otoritesi sarsılmış ve yalnızlaştırılmış bir şekilde Çankaya'da adeta çile
doldurmuştur. Dönemin iktidarı, cumhurbaşkanını işlevsiz kılmak için elinden gelen her şeyi yapmıştır.

Abdullah Gül'e gelince, Türkiye'nin siyasi tarihine kara leke olarak geçecek bir hukuk madrabazlığı ile cumhurbaşkanı seçilmesi engellenmiştir. Yani, Türkiye'nin önceki on cumhurbaşkanının seçildiği usulle on birinci cumhurbaşkanı seçilememiştir. Nihayet yeni bir seçimle gücünü tazeleyen AK Parti iktidarı, Abdullah Gül'ü cumhurbaşkanı olarak seçebilmiştir. MHP'nin de desteğiyle Çankaya'ya çıkan Gül, kuvvetli bir parlamento çoğunluğunu da arkasına alarak, cumhurbaşkanlığı makamını vesayet gruplarının isteği dışında değerlendirmiş ve bu önemli kurumu halka yaklaştırmıştır. Bu iki istisna dışında, cumhurbaşkanlığı makamı halkın siyasal gücünü devlet iktidarı hesabına kısıtlayan bir makam işlevi görmüştür. Bunun için de bütün cumhurbaşkanlığı seçimlerine giden süreç ve seçimler hep gerilimli olmuştur.

Bugün ise artık cumhurbaşkanını halkın seçeceği bir sürece girmiş durumdayız artık. Halkın doğrudan oyu ile bir cumhurbaşkanı seçilecek dolayısıyla bu makam kapalı kapılar ardında yapılan kulisler sonucunda tayin edilmiş seçimler dönemi adeta sona erdirilmiştir. Doğrudan halkın oyuyla seçilecek makama gelecek kişinin kimliği elbette küçümsenemez. Ancak asıl önemli olan, bu kişinin artık halkın oyuyla seçilecek olmasıdır. Çünkü bu seçim devletin millete ait kılınması sürecinde belirleyici bir öneme sahiptir.

30 Mart 2014 yerel seçimlerinin hayati önemi de tam bu noktada ortaya çıkıyor. Cumhurbaşkanlığı seçiminden önce yapılacak olan ilk seçim olması hasebiyle 30 Mart seçimlerinde AK Parti'nin oylarının düşürülmesi ve cumhurbaşkanlığı seçiminde asli belirleyici konumunun ortadan kaldırılması, elinin zayıflatılması gerekiyordu. Onun için medya, sermaye araçsallaştırılarak yargı, camia ve siyasal muhalefetin büyük bir kesimi iktidara, bilhassa Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a dönük bir saldın başlattı.

Yıllardır yığmak yaptıkları, gününde kullanmak için biriktirdikleri yolsuzluk iddialı dosyaları, yolsuzluğu önleme amacının dışında, bir siyasi saldın malzemesi yaparak iktidara savaş açtılar. AK Parti'yi ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı devireceklerine o kadar inanıyorlardı ki B planlan bile yoktu. Ancak Erdoğan bu savaşı doğru algıladı ve seçim sürecini savaş stratejisine uygun olarak yönetti. Nihayetinde 30 Mart yerel seçim sonuçları AK Parti'nin ve Başbakan'ın gücü nü pekiştirdi. AK Parti 2009 yerel seçimine göre, oyunu yaklaşık 7 puan arttırdı. CHP dâhil diğer partiler bir bölge partisi hüviyetinde kaldılar. AK Parti Türkiye'nin bütün bölgelerinde, illerinde ve yörelerinde oy alarak birinci olmadığı yerlerde ikinci ve istisnai olarak da üçüncü parti oldu. Böylece ülkenin bütününe hitap eden tek Türkiye partisi olma özelliğini korudu.

Tekrar ifade edelim ki geride bıraktığımız seçimin yerel yönetimlerin belirlenmesinin ötesinde bir anlamı vardı. Bu da cumhurbaşkanlığı seçimine giden sürecin ilk adımı olmasıydı. Sermaye, gücün medyası araçsallaştırılmış yargı, camia, sivil kuruluşlar, irili ufaklı muhalefet partileri ve gizli aktör olarak küresel hegemonik güçlerin oluşturduğu cephe, her ne pahasına olursa olsun, cumhurbaşkanlığı seçiminde AK Parti ve Recep Tayyip Erdoğan'ın belirleyici olmasını istemiyordu. Ancak seçim sonuçlan onların istediğinin tam tersi bir durumu ortaya çıkardı. AK Parti ve Erdoğan seçimlerden güçlenerek çıktı. Devletin millete ait kılınması yolunda önemli bir adım olan cumhurbaşkanlığı seçiminde seçim öncesinden, daha etkin bir belirleyicilik gücü kazandılar. Bu durum her ne kadar bahsi geçen cephede bir hayal kırıklığı yarattıysa da, mücadeleyi/ savaşı, her yolu mubah sayarak devam ettirme konusundaki kararlılıklarını ortadan kaldırmamıştır. Dolayısıyla, seçim sonuçlarının rehavetine kapılmadan, bütün hukuk dışı yollarla yapılacak saldırılara karşı teyakkuzlu olarak, mümkün olduğunca hukukun sınırlan içinde kalarak bu mücadeleyi yapmak, direnmek ve süreci tamamına erdirmek gerekiyor.

Seçim Sonuçlarına İlişkin Bazı Tespitler
Buradan yola çıkarak geride bıraktığımız yerel seçimlere ilişkin bazı tespitleri yapmakta yarar var:

1) Bu kadar gergin devam eden bir seçim kampanyasına rağmen, seçimin yapılabilmesi ve yerelde cereyan eden ve ailesel husumetlerin beslediği üzücü ölümlerin dışında seçimin selametle/sükunetle yapılmasının önemli olduğunu vurgulamalıyız.

2) Liderler ve parti yönetimleri arasında süren ölçüsüz söz düellosunun aşağıda kitlesel bir kavgaya neden olmaması, ahalinin siyasi olgunluğa erişmeye başladığını göstermesi açısından ayrıca önemlidir. Evet halkın bu olgunluğu, soğukkanlılığı liderlere ve parti yöneticilerine örnek olmalıdır. Yine aynı şekilde sosyal ve sosyal olmayan medyadaki hararetin halk arasında olmaması halkın basiretinin bir göstergesi olarak değerlendirilmelidir. Özellikle her fırsatta halkı aşağılayan sol liberal çevrelerin halktan öğrenecek çok şeylerinin olduğunu da söylemeliyiz.

3) İktidara ve siyaset kurumuna yapılan hukuk dışı saldırıya karşılık verilmesi sürecinde hukukun örselendiği ve sınırların aşıldığı açıktır. Böyle adeta bir savaş üslubu içinde gerçekleşen, yargının da araçsallaştığı bir saldırı karşısında iktidarın korunma refleksiyle yaptığı eylemler tolore edilebilir. Ne var ki bunun bir usul haline gelmemesi esastır. İktidarın, hukukun yargıdan başka bir şey olduğunu bilerek araçsallaştırılamayan ve hukukun sınırlan içinde hareket eden güvenilir bir yargı sistemini oluşturmak için harekete geçmesi ertelenemez bir gerekliliktir.

4) Siyasetin siyaset dışından ve siyaset dışı yollarla müdahaleye maruz kalmasın son bulmalıdır. Bütün siyasi aktörlerin bu duruma karşı tavır alması siyasetin itibarını yükseltecektir.

5) Türkiye'de AK Parti dışında Türkiye partisi hüviyetini taşıyan bir partinin yokluğu bu seçimin önemli sonuçlarındandır. Ağız alışkanlığıyla ana muhalefet partisi olarak anmak zorunda kaldığımız CHP Sivas'ın doğusunda neredeyse yok hükmündeydi. Bu seçimde de aynı durum devam ediyor. Buna ilave olarak ülkenin birçok şehrinde %5'in altında oy alarak dördüncü veya beşinci parti sıralamasıyla varlığını devam ettiriyor. Birkaç örnek vermek gerekirse, Düzce'de %3.99, Afyon'da %5.34, Bayburt'ta %0.95, Karabük'te %2.61, Kırıkale'de %2.70, Kütahya'da %1.61, Rize'de %4.91, Yozgat'ta %1.44, Çankırı'da %1.29, cephe ortağı Fettullah Gülen'in memleketi Erzurum'da ise %1.56 oy almış durumda. -Türkiye'nin en önemli meselesi olan Kürt meselesinin yaşandığı coğrafyada ise tamamen yok gibidir. Örneğin Diyarbakır'da aldığı oy sadece %1.20 düzeyinde kalmıştır.

MHP ise Türkiye'nin 4'te 3'ünde anlamlı bir oy alamamıştır. BDP etnik duyarlılıklara dayalı bir bölge partisi olma özelliğini HDP'ye rağmen aşamamıştır. Bu durum sağlıklı bir siyaset zemininin oluşmasının önündeki en önemli engellerden birisidir.

6) Siyasal alanın vesayetten kurtuluş sürecini yaşıyoruz. Bu konuda epeyce yol alındığı inkâr edilemez. Ancak halktan yeterli oyu alamazsa da, devlet iktidarının unsurlarından biri olarak hayatiyetini devam ettirmeye alışmış olan CHP vesayetin azaldığı bir ortamda siyaset yapmakta zorluk çekiyor. Kendisine Gülen camiası, Doğan medyası ve TÜSİAD sermayesi gibi yeni vasiler bularak girdiği bu seçimden de mağlup olarak çıkmıştır. CHP, siyasi genlerine aykırı olsa da vesayeti terk ederek, vasi arayışından vazgeçip halkın rızasını dikkate alan bir siyaset yapmaya alışmalıdır.

7) AK Parti dışında, tüm ülke sathında varlığı hissedilen bir başka parti yok. Diğer partiler topluma umut vaat eden programlar yerine toplumsal endişelere dayalı olarak hareket etmişlerdir. Bu negatif söylem halk nezdinde kesinlikle itibar bulmamıştır.

8) Türkiye'nin ahalisinden itibar bulamadığı her seferinde, halkı küçümseyen bir zihniyete itibar ederek iktidar olunamayacağı CHP tarafından anlaşılmalıdır. Halkı aptal, koyun, güce tapar, bidon kafalı, karnını kaşıyan, makarnacı, asla doğru iş yapmaz, kısa boylu, kısa kollu, kıllı gibi, 'kötü söz sahibine aittir' deyişi gereği tarif edenlere layık sıfatlarla ananların fikirlerine itibar edilirse, seçim kazan-manın mümkün olmadığı bilinmelidir. CHP halkı suçlayan bu anti halkçılıktan kendisini kurtarır ve vesayetsiz siyaset yapmayı göze alabilirse bir Türkiye partisi olabilme imkanına kavuşabilir, başka da şansı yok!...

9) Kendileri kazanırsa seçim ve sandığı demokrasinin vazgeçilmezi ilan edenler kaybettiklerinde 'sandık her şey değildir' diyerek sandıktan ümitlerini kesiyorlar. 'Bütün diktatörler sokakta devrilirler' diyerek sokağı iktidar aranacak/olunacak alan olarak ilan ediyorlar. Çok uzun bir süredir serbest seçimlerin yapıldığı bir ülkede sokakta iktidar arama ciddi bir yanlıştır, hatta ihanettir. Ancak kargaşa yaratarak iktidarı düşürmek isteyenler bu yola başvurabilirler Cumhur-başkanlığı seçimi sürecinde de bunun deneneceğini göz ardı etmemeliyiz. Halkın ve yetkililerin bu kargaşaya karşı hazırlıklı olmaları gerekir.

10) AK Parti ile ittifaklara kurarak bir cephe halinde mücadele etme stratejisinin bundan sonrada devam edeceği görülüyor. CHP ve MHP arasında cereyan eden seçim ittifakının kalıcı bir yapılanmaya doğru gitmesi hiç ihmal edilmemesi gereken bir ihtimaldir. Bunun tarihsel ve fikri tabanı da vardır. Ziya Gökalp'in 'Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak' düşüncesi MHP'nin de temel düşüncesidir. CHP'nin kurucusu Mustafa Kemal'in, "Bedenimin babası Ali Rıza, hissiyatımın babası Namık Kemal, fikriyatımın babası da Ziya Gökalp'tir" dediği rivayet edilir. Görüldüğü gibi her ikisi de fikri olarak Gökalp'ten besleniyorlar. Ayrıca MHP zihniyetinin kurumsallaştığı yapı Türk Ocakları'dır, CHP ise Halkevlerinde kurumsallaşmıştır. Bu iki kurumda birbirinin devamıdır dolayısıyla siyasi zaruretlerin(!) dayattığı bu ittifakın yine siyasi zaruretlerini!) gereği olarak kalıcı bir beraberliğe veya yapılanmaya dönüşme ihtimali dikkatten uzak tutulmamalıdır.

11) AK Parti ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan kamuoyunda oluşturulan yolsuzluk algısını dikkate almalıdır. Cumhuriyet döneminde çok az yolsuzluk söylentisi hukuki takibata uğramıştır. Bu söylentiler özellikle yargılama konusu yapılmamıştır. Çünkü yolsuzluğun kendisinden ziyade meydana getirdiği algı önemlidir. Bu algı yoluyla istenen operasyon gerçekleştirildiği için yolsuzluğun önlenmesi değil yolsuzluk algısının yaygınlaştırılması ve derinleştirilmesi daha fonksiyonel olmaktadır.

Türkiye'nin siyasi hayatında yolsuzluk söylemleriyle siyasal iktidarı devirip, iktidara gelenler asla iddia ettikleri yolsuzlukları mahkeme kararlarıyla ispat yoluna gitmemişlerdir. Mesela Süleyman Demirel 1980'li yılların sonunda yürüttüğü seçim kampanyasında yolsuzluk temasını yoğun bir şekilde işlemiştir. O dönemde Yunanistan'daki bir yolsuzluğa gönderme yaparak eline aldığı dosyalan sallayıp kitleyi ANAP'ın yolsuzluk yaptığına ikna ederek iktidar oldu. İktidara geldikten sonra, değil o dosyaları mahkemeye vermek, bir daha asla gündeme bile getirmedi. Dolayısıyla Başbakan bu yolsuzluk söylentisinin önüne geçmek için hukuki süreci kendisi başlatmalıdır. Ayrıca genel manada kadrolarını da şöyle bir gözden geçirmesi yararlı olacaktır!

12) Nihai olarak ABD dışişleri sözcüsü Marie Harphe'ın Fettullah Gülen’e ilişkin soruya verdiği cevap herkes tarafından, bilhassa camianın mensupları tarafından ciddiyetle düşünülmelidir. "Bu beyefendi Pensilvanya'da yaşıyor olsun veya olmasın, Türk hükümetinin twitterı yasaklıyor olması yanlış, her konuda anlaşamayabiliriz. Bu nedenle Pensilvanya'da yaşayan beyefendiyi unutun!"

Evet bu cevaptan herkesin çıkarması gereken çok ders var? ABD kimleri unutmadı ki, işi bitince kimleri bir kenara atmadı ki! En yakın örnek İran Şahı'dır. O şah ki ABD'nin bir numaralı adamıydı. 1979 İran İslâm Devrimi'yle Humeyni tarafından iktidardan uzaklaştırıldı. Sığınacak ülke olarak Amerika'ya gitmek istediğinde kabul edilmedi. Hastaydı ama ölmek için bile ABD tarafından kabul edilmedi. Nihayetinde devletlerarası siyaset galiplerle yürütülen bir ilişkiydi. Bu süreçlerde şahıslar ve araçlar sadece birer unsurdurlar, daha ötesi değildirler.
Kaynak: Umran Dergisi / Nisan2014