Vesayet Sisteminden Kürt Sorununa Normalleşen Türkiyenin Sıkıntıları

Silvan'da 13 askerin öldürülmesini takiben ortaya çıkan telaş havası, Türkiye'nin ve daha çok da kamuoyuna yön veren elitlerinin kahir ekseriyetinin Kürt sorununu hâlâ gerektiği gibi kavrayamadığının bir göstergesidir. Bu kavrayışsızlık, mesele ile ilgili elimizde, nelerin olabileceğine, nelerin beklenmesi gerektiğine ve neleri yapmamıza ilişkin bir yol haritamızın olmadığının göstergesidir aynı zamanda.

Kürt meselesi gibi tarihi neredeyse yüzyıla dayanmış bir sorunumuz var ise, bu sorunun bir sonucu olarak son yetmiş, seksen yılda yirmiyi aşkın isyan ortaya çıkmışsa ve son büyük isyan hâlâ devam ediyor ve siz sorunu hâlâ çözememişseniz, Silvan benzeri olaylann yaşanması maalesef kaçınılmazdır.

Devletin Bir Kürt Siyaseti Var mı?
On yıllardır bu konuya ilişkin yoğun mesai sarf etmiş, binlerce insanını kaybetmiş ve yüz milyonlarca lira kaynak harcamış bir devlet için bu soruyu sormak ilk başta insafsızlık gibi görülebilir.

Ancak biz devletin bu konuda efor sarf etmediğini, gayret göstermediğini, mesai sarf etmediğini söylemiyoruz. Devletin bu kadar uzun süreli ve yoğun mesaisinin uzun vadeli, doğru düşünülmüş bir plan ve siyasete dayandığı konusunda kuşkularımızı ifade etmek istiyoruz.

Eğer uzun vadeli, sadece konjonktüre bağlı olmayan, muhtemel gelişmeleri tahmin edebilen öngörülü bir plân olmuş olsaydı, meydana gelen her olayın arkasından sadece infial ifade eden beyanların ötesinde, soğukkanlı ve kararlı bir tavrın sergilenmesi gerekirdi.

"Şark İslahat Plânı"ndan "Demokratik Açılım Projesi"ne kadar hazırlanan tüm çalışmalar bir bütün olarak irdelendiğinde, devletin Kürt meselesi karşısında yekpare bir siyasetinin olmadığı sonucuna varılabilir. Devletin yekpare bir Kürt siyaseti olmadığı gibi, sonlandıncı bir terörle mücadele stratejisi de bulunmamaktadır. Bu meselede sürekliliği olan, güvenlik tedbirlerini kapsadığı kadar, insan haklannı ve hürriyetlerini de kapsayan bir çözüm plânı olmamıştır. Aksine olaylara, zamana, uluslar arası dinamiklere ve özellikle de şahıslara bağlı ola-rak değişen bir "yap-boz" siyaseti mevcuttur".

SETA'nın Hüseyin Yayman'a hazırlattığı "Türkiye'nin Kürt Sorunu Hafızası" adlı önemli raporundan aldığımız bu satırlar da Türkiye'nin bütünlüklü bir Kürt siyasetinin olmadığına vurgu yapmaktadır.

Tutarlı, bütünlüklü bir siyasetin olmaması, sorunun çözümü konusundaki en önemli eksikliktir. Çünkü hangi sonuç alınırsa sorunun çözülmüş olacağına ilişkin tarafları ve Türkiye kamuoyunu tatmin edecek bir öngörünün olmadığı anlamına geliyor bu durum. Böylesi bir belirsizlik yapılan yoğun mücadeleyi ve sarf edilen emeği, sonuçsuz bıraktığı gibi, sorunun kronikleşme tehlikesini de beraberinde getiriyor.

Kürt Sorununda Bütüncül Bir Siyasetin Zarureti
Kürt sorunu, siyasi-sosyolojik, ekonomik bir seri sorunun ötesinde cumhuriyet'in homojen bir ulus yaratma çabasının büyüttüğü bir sorundur. Cumhuriyetin sekûler bir ulus yaratma projesi, farklı etnisitelerin oluşturduğu bir imparatorluğun bakiyesi olan Türkiye'de, birliği ve beraberliği oluşturan moral değerleri zayıflatırken, karşı milliyetçilikleri de tetiklemiştir. Tek tip, sorunsuz ve on yılda "on beş milyon genç yaratma" sloganlarıyla oluşturulmaya çalışılan uluslaşmanın sorunlarla karşılaşması kaçınılmazdı. Bu karşılaşılan sorunlar mevcut politikanın sorgulanmasından ziyade, güvenlikçi bir bakışla sorun çıkaranların bastırılması ve susturulması suretiyle halledilmeye çalışılmıştır.

Güvenlik, siyasetin değerlendireceği unsurlardan birisi olması gerekirken, siyasetin kendisi haline gelmiş, siyaset etmenin imkânlarını ortadan kaldırmıştır.

Siyaset, konuşmak, tartışmak, iletişim kurmak toplumun farklı kesimlerinin beklentilerini kurallar, yasalar ve hukuk çerçevesinde karşılamak demektir. Oysa uluslaşma sürecini uygulamaya koyan tepeden inmeci elit, yaptığının doğru olup olmadığını asla tartışmaya açmadı. Doğruluğundan kesin emin

olduğunu hayata geçirirken, yapılan itirazların hepsini isyan olarak değerlendirip, bastırma yolunu seçti. Yani siyaset yapma yerine kavgayı tercih etti.

Kürt sorunu bu kavganın büyüttüğü bir sorundur. Kavga devam ettiği sürece, güvenlik bürokrasisi ve güvenlikçi anlayış, siyaset üzerindeki vesayetini devam ettirmiştir. Dolayısıyla siyaset kurumu görevini gereği gibi yapamamıştır. 12 Eylül referandumu ve 12 Haziran seçimleri vesayet sisteminin geriletilmesi açısından önemli tarihlerdir.

Referandumda %58 gibi bir oran ile yargısal vesayetin kaldırılması onaylanmış, vesayet sisteminin en önemli ayağı devre dışı bırakılmıştır. 12 Haziran 2011 seçimlerinde ise halk, AK Partiye %50 oy vererek, diğer uygulamalarının yanında vesayet sistemini ortadan kaldırmak için yürüttüğü politikalan da desteklediğini ortaya koymuştur.

AK Parti, gücü yeten devlet kurumlarının siyasi iktidara rağmen politika dikte ettirdiği ve devlet gücünün parçalandığı, hukukun dışına çıktığı ve etkisizleştiği bu dönemi sonlandıracak bir siyasal desteğe ve güce sahiptir artık. Bu gücünü kullanmak ve Kürt sorunu karşısında, imparatorluktan başlayarak, bütün cumhuriyet dönemindeki uygulamaların oluşturduğu hafızayı da değerlendirerek, bütüncül bir Kürt siyaseti oluşturmakla yükümlüdür. Bu yükümlülüğünü konjonktüre bağlayarak geciktirip erteleme durumunda olmamalıdır. Konjonktürü dikkate alan ama ona teslim olmayan bir siyaset üreterek bu sorunu çözmek durumundadır.

Çözüme Çok mu Uzağız?
Türkiye'nin sıkıntılı bir durumda olduğu doğrudur. AK Parti hükümetinin son yıllarda Kürt sorununa ilişkin yaptığı açılımlara rağmen, Kürt halkı arasında önemli bir temsil kabiliyeti olan BDP'nin ve tabii ki onun temsil ettiği kurumların çözümsüzlüğe ve çatışmaya oynamaları, sorunun halledilmesini zorlaştırmaktadır. Bu durum, kamuoyunun öfkesini tetikliyor, hükümetin açılımlara devam etmesini ve bu konuya ilişkin tutarlı bir siyaset üretmesini zorlaştırıyor.

Siyasi cesaret ve liderlik tam da bu durumları aşmak için gereklidir. Açılımı başlatırken gösterilen cesaret ve kararlılığın, açılımın tutarlı bir siyasete dönüştürülmesi ve devam ettirilmesi konusunda da gösterilmesi gerekir. Yani kısaca terör karşısında etkili ve tutarlı mücadele yürütürken, Kürt sorununun halli konusunda siyasetin imkânlarını sonuna kadar kullanmak gerekiyor.

Bu bağlamda açılım politikalarının ortaya konduğu son üç yılda sorunun sansürsüz bir şekilde konuşulması dikkatle değerlendirilmelidir. Suskunluk dönemini arzulayanlar bunu bir kargaşa ve terör örgütüne taviz olarak niteleyip, eski döneme özlem duyabilirler. Ancak varolanı susturarak yok olduğunu zannetmenin büyüttüğü bir sorunla karşı karşıyayız. Aynı politikanın sorunu daha fazla büyüteceğini görmek için kâhin olmaya gerek yok. Dolayısıyla açılım politikalarının, bütün kargaşa görüntüsüne rağmen, ortamı normalleştirmeye başladığını görmemiz gerekiyor. Bu ise açılımın, daha tutarlı bir siyasi çözüm projesine dönüştürerek devam ettirilmesi gereğini ortaya koyuyor.

BDP-PKK çizgisinin çatışmacı politikaları devam ettirmekteki ısrarları, mağduriyete uğramışlığın getirdiği desteği yok etmeye dönük sonuçlar üretecektir. Mağduriyetin giderek ortadan kalktığı, siyaset yapma imkânının daha mümkün bir hale geldiği bir ortamda siyaset yerine çatışmayı tercih etmek, gücün değil, zayıflığın işareti olarak algılanabilir.

"Dolayısıyla da Kürt siyaseti tam da haklı taleplerinin vicdanen teslim edildiği noktada, hak arayışı mücadelesini kaybetme noktasına sürükleniyor. Pusu kurarak, şantaj yaparak, özerklik ilan ederek yürütülen siyasetin sonucu, Kürt siyasetinin henüz konuşmayı beceremeyecek bir noktada olduğu kanısının tüm dünyada tescilidir" (Etyen Mahçupyan, Zaman)

Hükümet, mevcut Kürt siyasetinin bütün engellemelerine rağmen, açılımı tutarlı bir siyasete dönüştürerek devam ettirmelidir. Bu durumda mağduriyeti yanlış ve çatışmacı siyasetin zemini olarak kullanmaya çalışan Kürt siyasetinin bugünkü bir kısım aktörleri, ya siyasetin dilini kullanmaya başlayarak çözümün tarafı olacak ya da çatışmacı tavırlarına devam ederek kendilerini küçülteceklerdir.

Bu siyasi aktörler nasıl davranırlarsa davransınlar, Türkiye vatandaşlarının hak ve özgürlüklerini genişleten, onlann sorunlarını çözmek için kadim devlet anlayışı istikametinde ilerlemeli. Bu sorunu çözmek konusundaki iradesini hiçbir engelin, hiçbir şantajın, hiçbir tehdidin zaafa uğratmayacağını ilan etmelidir. Görebildiğimiz kadanyla, Türkiye çözüm konusundaki iradesini giderek daha net olarak ortaya koymaktadır. Vatandaşlarının hizmetinde olan bir devlet anlayışı daha görünür hale gelmektedir. Daha da önemlisi Türkiye'de devlet kendisiyle, vatandaşlanyla yüzleşme yolunda ilerlemektedir. Bundan on yıl önce, konuşanın hain olacağı ve cezaya çarptırılacağı konular bütün boyutlarıyla konuşulmaya başlanmıştır. Siyaset yapmanın imkanları birtakım arızalara rağmen büyük oranda mevcuttur. Bütün bu saydıklarımız, çatışmacı siyasetin yaşama imkanı bulamayacağı bir vasatı işaret etmektedir. Bu süreç içinde meydana gelebilecek çatışma lan da, uzatmaları oynayanların canilikleri olarak nitelemek yanlış olmayacaktır. Görüntünün bütün sıkıntısına rağmen çözümün çok uzakta olmadığına ilişkin iyimserliği destekleyecek birçok veriye sahibiz ve çözümün çok uzağında değiliz.

"Hak ve hukuk paylaşınca azalmaz" sözü doğrultusunda, İbrahim Kalının Zaman gazetesinde yayınlanmış "Yeni Bir Toplumsal Muhayyile" yazısından alıntılarla konuyu bitirelim. Cumhuriyet modernleşmesinin din ve milleti iki korku haline getirdiğini söyleyen Kalın, özgür dinin irticaya, kontrol altına alınmamış milletin bölünmeye yol açacağı inancının Türk modernleşmesinin iki sabitesi, iki korkusu haline geldiğini belirtiyor ve devamla bugün Türkiye'nin bu korkularından sıyrılmaya ve normalleşmeye başladığını ve bunun da bazı kesimleri tedirgin ettiğini ortaya koyarak, hak ve hukukun paylaşınca artacağını belirttiği yazısına şöyle devam ediyor: "Bu yüzden Türkiye'nin normalleşerek büyümesini birinden alıp ötekine verme diye niteleyenler yanılıyorlar. Ekonomik pastanın herkese açık hale gelmesi, İstanbul sermayesinden alıp, Anadolu sermayesine vermek değildir. Dini özgürlüklerin güvence altına alınması, laik yaşam tarzını benimseyenlerin hayat alanını daraltmak değildir. Kürtlerin haklarını tanımak Türklerden bir şey eksiltmek değildir. Gayr-i Müslimlerin sorunlarını çözmek Müslüman çoğunluktan alıp, başkasına vermek değildir. Zira hak ve hukuk paylaşınca azalmaz zenginleşir."
Kaynak:Umran Dergisi / Ağustos 2011