2007 yılında yapılan cumhurbaşkanlığı seçimi her şeyden önce Türkiye için bir dönüm noktası teşkil etmiştir. 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra, Turgut Özal'ın seçimine kadar cumhurbaşkanlığı makamı asker kökenli kişilerin işgal ettiği bir makam olmuştur. Parlamentonun cumhurbaşkanını seçiyor olması gerçek bir seçim olmaktan ziyade bir onay mahiyet taşıyordu. Çünkü bu makam sistem gereği askeri vesayetin bir parçası olarak tasarlanmıştı. Bilhassa 82 Anayasası'nda bu durum çok açık ve belirgindir. Cumhurbaşkanına parlamenter sistemin gerekleriyle bağdaşmayacak oranda geniş yetkiler verilmiştir.
Burada şunu belirtmekte yarar var. Türkiye'nin iktidar seçkinleri seçimli siyaseti hiçbir zaman gereği gibi hazmedememişlerdir. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'ndan bir muvazaa partisi olan Serbest Cumhuriyet Fırka'ya kadar hiçbir muhalif partiye sabredememişlerdir. Hele çok partili hayata geçtikten sonra 50-60 yılları arası üç dönem art arda DP'nin seçim kazanması, seçkinlerin(l) seçimle iktidar olma umutlarını kırmıştır. Ondan sonra da darbeler dönemi başlamıştır. Her darbenin arkasından yapılan anayasalar veya anayasada yapılan değişiklikler, iktidar seçkinlerine seçilmeden iktidarlarını devam ettirmenin imkânlarını sağlamaya dönük olarak gerçekleştirilmiştir. Yani seçilmişlerin iktidar alanını daraltan ve onları anayasal kurumlarla kuşatarak, seçilmişleri devlet iktidarının taşeronu durumuna düşüren anayasal düzenlemeler yapılmıştır. Bu bağlamda 82 Anayasası, Cumhurbaşkanını devlet iktidarının kilit noktası durumuna getirmiştir. Devlet iktidarını tesis eden bütün anayasal kurumların üyelerinin ya tek seçicisi ya en önemli seçicisi konumundadır Cumhurbaşkanı. Cumhurbaşkanına bu yetkilerin tanınması seçilmiş siyasilerin, hiçbir zaman gerçek seçim yapamayacakları ve her zaman bir onay makamı gibi davranacakları düşüncesinden kaynaklanmıştır. Bu sistem ilk tehlikeyi Özal'ın cumhurbaşkanlığına seçilmesinde yaşamıştır. Ancak, Özal cumhurbaşkanlığı yetkilerini yeterli oranda kullanabilecek bir imkâna sahip olamamıştır. Çünkü onu seçen Anavatan Partisi Özal'dan desteğini çekmiş, onu yalnız bırakmıştır. Bugün ise iktidar seçkinleri hiç arzu etmedikleri bir durumla karşılaştılar. Cumhurbaşkanını seçen çoğunluk partisinin oluşturduğu hükümetle, cumhurbaşkanı aynı görüşten. Bu, iktidar seçkinlerinin düşünmedikleri ve istemedikleri bir durumdur. Çünkü seçilmiş hükümetle, cumhurbaşkanının uyumu, çelişki üzerine kurulan sistemi sıkıntıya düşürmektedir. Bu uyum 12 Eylül rejiminin iflâsı anlamına gelir. Bugün Türkiye'nin yaşadığı sıkıntı, 12 Eylül sisteminin iflâs ettiğini kabul etmeyen iktidar seçkinlerinin, sistemi devam ettirmeye inat etmelerinin oluşturduğu sıkıntıdır.
Çoğunluğun Azınlık İstibdadı Altında Yönetilmesi
Türkiye'de sistem, çoğunluğun rızası hilafına imtiyazlı bir azınlık tarafından yönetilmesi esasına dayandırılmıştır. 27 Mayıs 61 Anayasası, seçimle iktidar olma umudunu kaybetmiş imtiyazlı azınlığın, iktidarını devam ettirmesini sağlayacak şekilde hazırlanmış bir anayasadır. Milletin egemenliğine ortaklar getirerek, seçilmişlerin hareket alanını iyice daraltmıştır. Egemenliğin seçilmiş vekiller ve yetkili kurullar arasında paylaştırıldığı bir sitemde, hiç seçim kaygısı taşımayan atanmışlar, milletin seçilmiş vekillerinden daha fazla yetki kullanabilmekteydiler.
Bu ülkede Danıştay ve herkes de biliyor ki, katsayının gerekçesi İmam-Hatip Liselerinin üniversitelere öğrenci sokmasını engellemektir. İmam-Hatip liselilerinin doktor, vali, kaymakam olmaları istenmiyor. Diğer meslek liseliler de İmam-Hatip düşmanlığına kurban oluyorlar. Bir siyasal tavır uğruna bu kadar insanın istikbaliyle oynamak, değil bir hukuk kurumunun, herhangi bir kurum ve kişinin yapmaması gereken bir iştir. Ama bir hukuk kurumu olan Danıştay yüz binlerce insanın istikbaliyle oynamayı siyasal bir tercih uğruna yapabilmiştir.
Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Yargıtay, MGK gibi kurumlar milletin atanmış ortaklarıydılar. 27 Mayıs darbesinden sonra yeniden yapılandırılan ve bir kısmı yeni kurulan bu kurumlar darbecilerin düşünceleri istikametinde şekillendirildi. Ve milletin vekillerinin, bu kurumların oluşumuna herhangi bir biçimde müdahil olmasına asla imkân verilmedi: "27 Mayıs, darbenin ilk 6 ayında adliyede 520 hâkim ve savcıyı tasfiye etti! Siyasi konulara bakan Danıştay'da ise üyelerin yarısını tasfiye etti!
Anayasa Mahkemesi'ni 'kendi' düşüncesindeki yargıçlarla kurdu. Ondan sonra da birbirini seçen 'bağımsız' kurullar oluşturdu!"1
Türkiye'de anayasalar, darbe dönemlerinde darbeciler tarafından yapılmıştır. Yeni bir anayasa devletin yeniden yapılandırılması anlamına gelir. Bu açıdan bakıldığında, seçilmişlerin, devletin temel kurumlarının oluşumunda hiçbir rolünün olmadığını görüyoruz. Onlar, milletin talepleriyle atanmışların kendilerine ayırdığı dar alan arasında sıkışmış ve öğrenilmiş çaresizliği siyaset diye takdim etmek zorunda kalmışlardır. Hatta bunu yer yer içselleştirmişlerdir uzun süre. Yani bu ülkede seçilmişler gerçek anlamda siyaset yapma imkânına sahip olamamışlardır. Dolayısıyla imtiyazlı bir azınlık gerçek iktidarı elinde bulundurmuş, milletin seçtikleriyse iktidarmış gibi davranmak durumunda kalmışlardır.
Sistemde Kırılma: Özal'ın Cumhurbaşkanı Seçilmesi
82 Anayasası, Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Yargıtay, HSYK gibi kurumları vesayeti devam ettirecek kurumlar olarak tasarlamıştı. Cumhurbaşkanlığı da askeri vesayetin önemli bir parçası olarak kurgulanmış ve olağanüstü yetkilerle donatılmıştı. Askeri vesayeti devam ettirecek kurumların hepsi birbirini seçen kurumlar olarak dizayn edilmişti. Meclisin bu kurumların seçiminde kayda değer bir katkısı yoktu. Askeri otoritenin icazetini almış kişilerin dolduracağı bir makam olarak tasarlanan cumhurbaşkanlığı makamı, bu kurulların seçiminde belirleyici makam konumundaydı. Sistem böyle dizayn edilmişti ama, Özal'ın cumhurbaşkanlığına seçilmesi, işleyişi sıkıntıya sokmuştu. Özal'ın abluka altına alınması, parlamento desteğinden yoksun bırakılarak iş göremez duruma getirilmesi ve erken ölümü sistemdeki tıkanmayı geçici olarak gidermiştir. Ancak AKP'nin iktidara gelmesi ve 11. Cumhurbaşkanının seçim süreci, oluşturulan sistemin dengesini bozmuştur. O kadar bozmuştur ki, Anayasa Mahkemesi hukuk literatürüne geçecek 367 garabetine karar vermiştir. Bu karar, ülkenin yeni bir seçime gitmesi ve yüksek oy oranı ile yeniden iktidar olan AKP'nin Abdullah Gül'ü cumhurbaşkanı seçmesiyle sonuçlanmıştır. Bu seçim çok önemlidir. Zira Anayasa tarafından oluşturulmuş en güçlü vesayet makamının, imtiyazlı seçkinlerden alınıp halkın gerçek temsilcilerine intikalini sağlamıştır. Bu intikali engellemek için cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde, imtiyazlı azınlığın neleri göze aldığını, bütün millet olarak beraberce izledik. Bu seçimin gerçekleşmemesi için bütün yollar denendi. Ancak Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanlığına seçilmesi önlenemedi. Vesayet rejiminin kalelerinden bir tanesi daha düşmüştü. Ancak vesayet düzeninin bir parçası konumunda olan diğer kurumlar mücadele alanındaki yerlerini / mevzilerini aldılar. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, HSYK gerekli fonksiyonları icra etmek üzere faaliyete koyuldular. Yüksek Yargı Siyaset Sahnesinde Türkiye'de yargı, bilhassa yüksek yargı sistem gereği resmi ideolojinin savunucusu konumunda olmuştur. Örgütlü güç karşısında vatandaşın hakkını korumak yerine, vatandaşa karşı örgütlü gücün yanında yer almıştır. Seçilmiş siyasete istisnalar dışında muhalefet ederken, askeri vesayetin yardımcısı ve meşrulaştırıcısı rolünü üstlenmiştir. Onun içindir ki, ordunun yaptığı bütün darbeleri, müdahaleleri, muhtıraları, yüksek yargı mensupları hep desteklemişlerdir. Anaysa Mahkemesi'nin üyeleri Anayasa'yı ilga eden darbeci paşaya saygılarını sunmakta bir beis görmemişlerdir! Evet bugün bilhassa yüksek yargı siyasallaşmıştır. Ancak bu siyasallaşma, seçilmiş hükümetin yanında olmak şeklinde bir siyasallaşma değildir. Eski DGM savcısı Mete Göktürk bu siyasallaşmayı gerçek iktidarın yanında olmak olarak tanımlıyor: "Siyasetin üzerinde, uzun yıllardır süren askeri vesayet var. Esas iktidar, askeri otoritedir. Onun etrafında örgütlenmiş bürokrasidir. Hatta partiler de vardır bunun içinde. Bütün bunların yarattığı bir ideoloji var. Bu ideoloji de milli iradeye pek de saygısı olmayan, güvenmeyen bir ideolojidir. Darbe anayasamızın felsefesi de budur. Açın anayasayı okuyun. Parlamentonun etkili olduğu hangi kurum var acaba? Hiçbir anayasal kurumda parlamentonun seçtiği insanlar yoktur. Ne AYM'nde var, ne Yargıtay'da, ne Sayıştay'da, ne Danıştay'da, ne HSYK'da." Görüldüğü gibi anayasal kurumların neredeyse tamamı halkın etki alanından kaçırılmıştır. Birbirini seçen kurumlar halinde oldukları için, en başta seçilenlerin ideolojik hakimiyetinin devam ettiği ve adına karar verdikleri milleti yeterli oranda temsil etmeyen kurumlar haline gelmişlerdir. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) üyelerinin Adalet Bakanı ve ve Adalet Bakanlığı müsteşarı dışındaki üyelerinin 3 asıl 3 yedek üyesi Yargıtay tarafından, 2 asıl 2 yedek üyesi de Danıştay'ın kendi üyeleri arasından gösterecekleri kişilerden, Cumhurbaşkanınca belirlenen üyeler arasından seçilmektedir. Yargıtay ve Danıştay'ın HSYK üyelerini belirleme yetkileri var. Buna karşılık HSYK da Yargıtay üyelerinin tamamını, Danıştay üyelerinin 3/4'ünü seçme yetkisine sahiptir. Bu, bir seçim olmaktan ziyade, bir "al gülüm ver gülüm" ilişkisidir. Anayasa Mahkemesi'nin tüm üyeleri, değişik kurumların gösterdikleri adaylar arasından Cumhurbaşkanının seçimiyle gerçekleşmektedir. Bütün gelişmiş ülkelerde AYM vardır. Ancak böylesi usulle seçilen tek AYM, Türk Anayasa Mahkemesi'dir. Bu bağlamda yüksek yargı sisteminin sorunlu olduğu aşikârdır. Bugünkü ortamda yüksek yargı kurumlarının açıkça bir siyasi tavır takınması, mevcut konumunu devanı ettirmekten başka bir amaç taşımamaktadır. Seçilmiş siyasal iktidardan fazlaca bağımsız olmalarına rağmen hâlâ bağımsızlık talebinde bulunmaları ve tarafsızlıktan hiç bahsetmemeleri, yüksek yargı kurumlarının hukuki gerekçeden yoksun karar almaları siyasallaşmanın bir sonucudur. Anayasa Mahkemesi'nin 367 kararı, hiçbir hukukçunun normal şartlarda savunamayacağı bir karardır. Danıştay'ın katsayı kararı, hukuki olmadığı çok açık ve net olan bir siyasal karardır. Anayasa'nın eşitlik ilkesine dayanarak, 1998 yılında katsayının konmasına karşı çıkıyor. YOK, yukarılardan aldığı emirle katsayıda diretince, Danıştay yine karşı çıkıyor. Gerekçesi yine eşitlik ilkesi. Bu ülkede Danıştay ve herkes de biliyor ki, katsayının gerekçesi İmam-Hatip Liselerinin üniversitelere öğrenci sokmasını engellemektir. İmam-Hatip liselilerinin doktor, vali, kaymakam olmaları istenmiyor. Diğer meslek liseliler de İmam-Hatip düşmanlığına kurban oluyorlar. Bir siyasal tavır uğruna bu kadar insanın istikbaliyle oynamak, değil bir hukuk kurumunun, herhangi bir kurum ve kişinin yapmaması gereken bir iştir. Ama bir hukuk kurumu olan Danıştay yüz binlerce insanın istikbaliyle oynamayı siyasal bir tercih uğruna yapabilmiştir. Bu bağlamda örnekleri çoğaltabiliriz. Ancak bu örnekler bile Türkiye'nin, hukuktan siyasete, askeriyeden eğitime kadar yeni bir yapılanmaya, yeni bir anayasaya ihtiyacı olduğunu ortaya koymaktadır. Yaşadığımız sancılı sürecin sonu, umalım ki bu yeni yapılanmaya kapı aralasın. Kaynak: Umran Mart - 2010
Facebook Yorum
Yorum Yazın