“Vefa ya Hû!..”

Bu ay, VEFA Sarayındaki gönül odalarında gezinmek istedim sizlerle…


Bediüzzaman Hazretleri, “Vefa asr-ı hazırın ihmal ettiği duygulardan biridir.” diyor.


Ve yine kendisinin birçok vefa ve sadakatlerinden sadece bir tanesini arz edeceğim:


Tenekeci, Abdullah Gayretlioğlu 1910 yılında Emirdağ’da dünyaya gelir, Aslen Kerküklüdür. Üstadın, kaşık meselesini şöyle anlatır.


“Bir gün Zübeyir, ortasından kırılmış bir kaşık getirdi. Bu kaşığı tamir etmem için Üstad göndermişti. Kaşık alüminyum olduğu için kaynak tutmuyordu. Kolayından gidip, on kuruşa bir çay kaşığı aldım, bunu Üstada götürdüm. Üstad bana, ‘Kardaşım sen bilmiyor musun? Bu kaşık benim kırk yıllık arkadaşımdır.” dedi.


Bu defa çaresiz tekrar dükkâna gelip, küçük bir saç keserek kıvırdım ve kaşığın içine geçirip iyice sıkıştırdım. Sağlamlaşınca götürüp Üstada verdim. Çok memnun oldu ve bu tamirat için bana yirmi beş kuruş verdi…”


Büyükler, bu güzel kavram hakkında çok şeyler söylemişler. Onların hepsini derleyip toparlamak ayrı bir konu. Zâten böyle bir çalışma da ciltleri doldurur. 


Vefâ bir hak ödeme olayıdır. Tam-tekmil ödenmesi gerekeni ödeme demektir. ‘Vefat’ kelimesi de buradan türetilmiştir. Bir can borcumuz vardır Allah’a, onu da vefatla öderiz. “Vefiyy” hem hakkını veren, hem de hakkını alan demektir. Vefâ, yapılması gerekeni yapmak demektir. Sözünü tutmak, özünü unutmamak demektir. Kendisine yapılan en küçük bir iyiliğe karşı bile, en büyük fedâkârlığı sergileyebilmek demektir. 


Esasında vefanın bir çok şubesi vardır. Fakat burada sadece dört kısmından bahsedeceğim.


1- Allahu Teala (celle celaluhu) ’ya karşı vefa

Vefanın en büyüğü, insanın bezm-i ezelde Rabbine verdiği ahdinde durması, yaratanını tanıması, emirlerini yerine getirip, yasaklarından kaçınması ve O’nun verdiği sayısız nimetlere şükürle mukabelede bulunmasıdır.

Bir ayette mealen şöyle buyrulur: “…Allah’a verdiğiniz ahdi tutun.”

İnsan, ancak Cenab-ı Hakk’a ezelde verdiği sözü yerine getirmekle vefalı ve sözünde sadık olmuş olur. Bu bakımdan ahitten dönmek veya ahdi yerine getirmemek haramdır, vefasızlık ve sadakatsizliktir. 


2- Peygamberimizin vefası ve O’na karşı müminlerin vefası

Her güzel ahlakta olduğu gibi, vefada da en ileri zat Hz. Peygamber’dir. (s.a.v) O, sözüne, şehâdetine, ahdine, kefâletine ve sadakatine son derece vefalı idi.


Bir mü’minin Hazret-i Peygambere (sav) karşı vefası ise, O’nun sünnet-i seniyyesini hayatına tatbik etmesi, O’nu, nefsinden, evladından, ana ve babasından daha ziyade sevmesi ve O’na (sav) daima salâvât getirmesidir.


3-İnsanların birbirlerine karşı vefası

Müminlerin birbirlerine karşı vefa göstermelerinin en önemli şubesi, hiç şüphe yok ki anne ve babaya vefadır.


Nitekim bir ayette mealen şöyle buyurur:

"Rabbin, ‘Kendinden başkasına kulluk etmeyin. Ana ve babaya ihsan edin’ diye hükmetti. Eğer onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlığa ererlerse onlara "Öf" (bile) deme. Onları azarlama. Onlara çok güzel (ve tatlı) söz söyle.”


Akrabalar dışındaki müminlerin birbirlerine karşı vefası ise, birbirlerinin hukukuna ve verdikleri sözlerine riayet etmeleridir. Nitekim Cenab-ı Hak Kur'an-ı Kerîm’de müminlerin özelliklerinden bahsederken: “O müminler, üzerlerindeki emanetleri gözetirler, verdikleri sözleri tamtamına tutarlar...” buyurmaktadır. Başka bir ayette ise şöyle buyrulur: “Onlar emanetlerini ve ahitlerini gözetirler.”


4- Milletin devletine – Devletin milletine karşı vefası

Milletin devletine karşı vefası, meşru olan şeylerde ona itaat etmesidir. Bir devletin milletine karşı vefası ise, onların maddî ve manevî ihtiyaçlarını temin edip, huzur içinde yaşamalarını sağlamasıdır.


“Ferd, vefa duygusuyla itimada şayan olur yükselir. Yuva, vefa duygusu üzerine kurulmuş ise, huzur ile devam eder. Millet bu yüce duyguyla fazilete erer. Devlet kendi teb’asına karşı ancak bu duyguyla itibarını korur. Vefa düşüncesini yitirmiş bir ülkede, ne olgun fertten, ne emniyet vaad eden yuvadan, ne de istikrarlı ve güvenilir devletten bahsetmek mümkün değildir. Böyle bir ülkede fertler birbirine karşı kuşkulu, yuva kendi içinde huzursuz, devlet teb’aya karşı uğursuzlardan uğursuz ve her şey birbirine karşı yabancıdır, tıpkı camidler gibi. Üst üste ve iç içe olsalar bile…


Vefa fertlerin birbiriyle kaynaşıp bütünleşmesini temin eder. Vefa sayesinde cüzler küll olur; ayrı ayrı parçalar bir araya gelerek vahdete ulaşır. Vefa duygusu varıp sonsuza erince ötelerden gelen tayflar kitlelerin yolunu aydınlatır. Ve toplumun önünü kesen bütün tıkanıklıkları açar. Elverir ki o toplum vefa duygusuyla olgunlaşmış ve onun kenetleyici kollarına kendini teslim etmiş olsun.


Bir kıssayla bu ayki yazımı tamamlayacağım inşAllah…


Allah dostlarından olan İbrahim Ethem Hazretleri tac ve tahtını terk etmeden evvel  Belh hükümdarı idi.


İbrahim Ethem’in irşadına ve bütün masivayı terk ederek Hakk’a vasıl olmasına sebep olan ibretli bir hadiseyi dikkatinize sunmak istiyorum.


İbrahim bin Ethem hazretleri şehzâdeliği zamanında bir gün odasına girince hizmetçisinin kendi yatağında yattığını görür, öfkelenir ve ona dayak attırır. Hizmetçi dayağı yedikçe güler. İbrahim Ethem niçin güldüğünü sorunca, hizmetçi şöyle der:


“Yatağınızı temizlerken, biraz üzerinde yattım ve bu kadar dayak yedim. Siz yıllardır bu yatakta yatıyorsunuz. Acaba âhirette hâliniz nice olur diye düşündüm de onun için gülüyorum.”


Hizmetçisinin bu sözlerinden çok etkilenen ve kalbi Allah’ın aşkı ile yanmaya başlayan İbrahim Ethem, yaptığı bütün günahlara, hatâ ve kusurlara tövbe eder; tacını, tahtını ve saltanatını terk ederek hak yoluna girer.


İbrahim Edhem Hazretleri, sarayı terk edince vezirleri peşine düşerler. Onu, bir ırmak kenarında dalgın ve mest bir halde görünce: “Hünkârım! Saray sizi bekliyor, sizi götürmeye geldik.” derler.


İbrahim Ethem Hazretleri: “-Beni hangi saraya davet ediyorsunuz, taştan kerpiçten yapılan saraya mı? O saray sizin olsun. Ben, şimdi gönül sarayına sultan oldum.” der ve onların teklifini reddeder.


Evet, Allah, bir şeyi murat ederse, bazı sebeplerle kulunu irşat eder. O kul ister paşa, ister geda olsun, fark etmez…”


Bu ayki yazımın konusunu tayin etmeye çalışırken, tesadüfen rastladığım Sayın Mehmed Kırkıncı’ya ait, 10-7-2010 tarihli bir makale beni iki kez üst üste okumaya sevk edince sizlerle paylaşmaya karar verdim… Yazıya ve emeğe olan saygım  ve vefa gereği Sayın Hocam’a da bugünlere ışık tutan bu satırlarından dolayı minnetlerimi ve şükranlarımı sunuyorum.


Âhirzamanda, helâl para ve bir de ‘sadîk-i vefiyy’ denen vefâlı kimselerin, yani kardeşâne hareket eden samimî dostların pek az olacağından bahsediliyor rivâyetlerde. Nitekim, gerçek vefâyı kendisinde bulduğumuz asrımızın büyük mütefekkiri: “Sizler benim için çok ehemmiyetlisiniz. “Sıddîk-ı vefiy bu zamanda yoktur” diyenlere karşı sizleri gösteriyorum.” 

(Barla Lâhikası) diyor. 


Rabbim bizleri, “ve İbrâhîmellezî veffâ – Ve o çok vefâlı İbrâhim” (Necm, 53/37) diye tebcil buyrulan Hz. İbrâhim’in ahlâkıyla ahlâklanmayı nasip eylesin. Vefâlılar zümresine yazsın. Vefâ gösterilmesi gereken büyük değerlerimize karşı da vefâ şuurumuzu uyarsın. “Vefiyy” ism-i şerifi’nin sırrına erdirsin, vefasızlığa karşı bile vefa ile mukabelede bulunmayı nasip etsin…