Vefa

Avucumda kaybolan elini  tutuyorum sıkıca, eğilip öpüyorum  duvara çarpıp acıyan parmağını. Benim sıktığım eli daha bir yerleşiyor, daha güvenli. Oysa ne kadar savunmasız ne kadar muhtaç birilerine. Bir bıraksam yürür biliyorum ama bizler gibi değil, yürürken yavaş adımlarla düşmekten korkar gibi yürüyecek onu biliyorum.

Elini tutup sıktığım  iki yaşındaki çocuk  savunmasızlığıyla yetmişüç yaşındaki  Yusuf amcayı  ve Kezban teyzeyi hatırlatıyor bana. Tanıyalı bir hafta bile olmayan ama aklımda hep gülen yüzleri, bakıma muhtaç halleri kalan iki tatlı insan.

Şile-Ağva-Pınarlıköyü. İçinde dut ağacı, erik ağacı ve bir sürü sebze olan kocaman bahçe. Bahçenin tam ortasında buram buram köy kokan bir evi. Kapısında çamurlu kara lastikler. Oturmak için kesilmiş ağaç gövdeleri. Misafire çıkarılan plastik sandalyeler.
Yusuf amcalar arkadaşımızın çalıştığı hastaneye gelen şirin çift. Arkadaşımın ilk dikkatini çeken hastane koridorunda hızla yürüyen Yusuf amcanın arkasında kalan kezban teyzeye; “nerde kaldın aşkım hadi gel” diye seslenmesi. Bittim o an diyor arkadaşım, nasıl tatlı bir seslenişti hayretle seyrettim onları. İşte o zamandan sonra onlar arkadaşımın dedesi anneannesi oluyor, arkadaşım da onların kızları.

Bir dedeyi ziyaret amacıyla, bizler de burada onların sevimli köyü sevimli evindeyiz. İki yaşlı insan, ikisi de ameliyat geçirmiş,  aslında bakıma muhtaç. Yetiyorlar şimdilik birbirlerine. Tatlı tatlı şakalaşıyorlar aralarında. Kezban teyzenin pişirdiği bir kap yemek yetiyor, huzur dolu evlerinde onlara.

Gitmemiz bu neşeli iki insanı daha da neşelendiriyor. Mangal yakıyorlar, nasılsa canla başla bir şeyler yapıp yedirme derdindeler. Yusuf amca  ince mizah yapabilen çok akıllı adam. Ayağı onu zorlamasa neler yapacak. Elindeki bastonu  güç olmuş ayağına.

Sitemleri olmayan ama bir o kadar da kırgın iki insan. Onca çocuk yapmışlar hevesle büyütmüş. Hevesle de vermişler evlerini rahatları olsun diye. Çoluk çocuğa karışan hayırsız çocukları yük görmüş anne babalarını. Hastanede ameliyatlı babalarının yanında kalmayacak kadar vicdansız olmuşlar büyüdükçe. Hayatın içinde kendilerini, vicdanlarını iyice kaybetmişler.

“Kaptandım” diyor Yusuf dayı, “kotra kaptanıydım. Hep zenginlere kaptanlık yaptım. Kazandığım parayı yemedim, yamalı giyindim birkaç kat ev yapayım dedim evlatlarıma. Bir zaman hediye olarak çok değerli deri ceket vermişlerdi bana. Sattım onu ben sattım da para koydum ev için, çocuklarım sürünsün istemedim.”

Sürünmemiş çocukları Yusuf amcanın. Şehirde evde sürünmemişler ama Yusuf amcaları rutubetli  bodrum katta oturtup adeta süründürmüşler.

Onlara kalsa hep Şile’de kalacaklar ama, iki yaşlı, iki hasta insan, bir şey olsa doktor uzak, araba yok, götürecek kişi yok. Yaz olunca geliyorlarmış Şile’ye temiz köy havası iyi geliyormuş ikisine.

Baharda gelip dikmişler sebzelerini. Taze nane maydanozları, kapılarının hemen önünde. Elindeki bastona tutunup yürümeye çalışan Yusuf amca çok kırılgan, içine atmış her şeyi.”Üst kattan, alta inmiyorlardı biz görmeye” diyor. “Biz aşağıda da yalnızdık. Ben onlara neyi eksik verdim ki böyle yaptılar.” diyor .

Mutfakta bizi yalnız bulan Kezban teyze; “üzülüyor, belli etmese de başkaları bizi yalnız bırakmamış olsalar da çocuklarının gelmeyişine kırılıyor.” diyor kocası için. “Ağlıyor koca adam kızıp üzülüp ağlıyor yaptıklarına. Boşver diyorum ona üzülme takma kafana bak hastasın iyi değil. Oysa ben ondan çok üzülüyorum büyüttüğüm çocuklarımın yaptıklarına.”

İki dünya tatlısı insanları izliyorum iki gün boyunca. Ameliyatlar olup iyileşseler de yaşlılıklarına eklenen yorgunluklarına bakıyorum. Demlediğim çayı çok seven Kezban teyzeye yüreğim parçalanıyor. Elimde olsa her gün demlesem diye düşünüyorum.

Yola çıkacağımız sabah ezanla uyanan Yusuf amcanın, sabah ayazında sırtına geçirdiği yelekle kapıya bizi uğurlamaya çıkması, üzüntüme üzüntü ekliyor. Nasıl sevgi dolular nasıl insana hasret, ilgiye hasret.

Arkamızda bırakıp dönerken onları yol boyu yüzlerindeki gülümseme geliyor gözlerimin önüne. Düşünüyorum insanlığı, büyütülen aç kalıp doyurulan, giymeyip giydirilen evlatların büyüdüklerinde yaşlı iki insanı yük görmelerini. Onları bu iki tatlı insanın dünyaya getirdiğini unutmalarını, yabancıya yapılmayacak muameleleri yapmalarını yadırgıyorum kendi yüreğimde.

Gitgide kaybettiğimiz değerlerimizin artık aile içinde de unutulduğunu,  büyüdükçe modernleşme adına saçma kalıplara girdiğimizi düşünüyorum sabahın karanlık yolculuğunda. Sağken kıymetini bilmediğimiz büyüklerimizin, kaybolup gittiğinde anlıyoruz kıymetini. Onların aslında hayatımızın içinde birer hazine olduklarını.

Küçük eli elimde ne kadar güvende. Nasıl güveniyor, onu bırakmayacağımı nasıl da biliyor.İki yaşındaki bir çocuk, elini tutup konuştuğum iki yaşlı insan kadar ürkek ve muhtaç.