Batı’nın ekonomik olarak 200 yılda yaptığını, Çin sadece 30 yıla sığdırmıştır. Çin 1978’de bir yıl boyunca yaptığı ihracatı bugün bir günde yapmaktadır. Bu süre zarfında, ekonomisini her 8 senede bir ikiye katlayarak geçtiğimiz sene dünya ikinciliğine tırmanmıştır. Japonya’nın yükselirken bölge ülkelerinde bir “yan sanayi” oluşturduğu gibi, Çin de bu çıkışı esnasında çevresinde önemli refah halkaları oluşturmaktadır. Bugün Avustralya, Endonezya, Japonya, Malezya, Güney Kore, Tayland ve Tayvan için Çin, en büyük ihracat pazarıdır. Asya ülkelerinin kendi aralarındaki ticaret son zamanlarda o kadar artmıştır ki, etrafta Asya’nın Batı ülkelerinden artık ayrıştığına dair kanaatler dolaşmaya başlamıştır. Bölgenin küresel krizin ilk dönemindeki nisbi asudeliği de bu görüşü beslemiştir.
Ancak, benim şahsi kanaatim aksi yönde. Nitekim, 2009 yılında İstanbul’da katıldığım uluslararası bir konferansta birçok kesimde anlamadığım şekilde heyecan uyandıran “Asya çağına” söz isteyerek şerh düşmüştüm: “Amerika’da şişen balonlar en büyük ticaret ortağı olduğu Çin’i de bir balon haline getirmiş olmasın?” Kriz sonrası beliren manzara gerçekten de Çin’in (ve bölgenin) bir ‘güneş’ değil, ‘ay’ olduğuna işaret ediyor. Nitekim, Nobel ödüllü Paul Krugman da, 2013’te bu görüşü teyit etmiştir: “Daha dün Çin’den korkuyorduk, şimdiyse Çin için korkuyoruz!” Krugman’a göre, Çin’in başı belada, hatta sürdürülebilir olmayan ekonomik politikalarıyla büyük bir duvara çarpmak üzere, hem de uzaydan görülebilecek bir duvara!
ABD’de özellikle son 20 yılda gözlemlenen sudan ucuz para ve düşük enflasyon ortamı, ancak masallarda görülebilecek bir “Lale Devri” yaratmıştı. Bu hormonlu ortam, haliyle hem ABD’yi hem de en büyük müşterisi olduğu Çin’i zamanla bir ‘balon’ haline getirdi. Amerika’da küresel krizle patlayan balon, nihayet Asya’da şişen balonları da tek tek patlatmaktadır. Çin şu sıralar son 30 yılın en yavaş ekonomik performansını göstermektedir. Son 10 çeyrekte sürekli büyüme oranı düşen Çin’in geçmişteki 2 haneli büyüme oranlarını yakalamasını artık kimse beklemiyor. Zayıflayan Çin ekonomisi, etrafındaki ülkeleri de yavaşlatmış durumda. Amerikan ekonomisinin toparlanması ve FED’in yakında faizleri artıracağı sinyaliyle yabancı sermaye, Asya’dan ABD’ye kaçmaya başlayınca, paraları hızla değer kaybeden birçok Asya ülkesini şimdi ‘1997 Asya krizi’ kâbusu sarmıştır. O zaman da işkillenen yabancı sermaye bu ülkeleri ışık hızıyla terk etmiş ve derin döviz dar boğazlarına neden olmuştu. 1997 krizi sonrası, benzer trajediyi bir daha yaşamaktan ürken Asya, ihracata dayalı büyümeyi seçmiş, kazandıklarını tasarruf ederek önemli miktarda döviz biriktirmişti. Bu dövizleri de ABD’ye pompalamış, doları tırmandırmış, Amerikan tüketicisinin satın alma iştahını canlı tutmuştu. Ancak, ihracata dayalı bu politika, Asya ekonomilerini Batı tüketicisinin insafına bırakmıştır. Batı sermayesine bağımlılıktan kurtulmaya çalışan Asya, bu kez de Batı tüketicisine bağımlı hale gelmiştir. Batı ‘tüketim makinesi’ bu küresel krizde durunca, Asya ‘üretim makinesi’ de gecikmeli olarak fren yapmıştır.
Çin’in “mucizevi büyümesi” aslında hormonludur. Nitekim, önceki Çin Başbakanı Wen Jibao da yoldaşlarına Çin’in ekonomik seyrinin “istikrarsız, dengesiz, koordinesiz ve sürdürülemez” olduğu uyarısını yapmıştı. Krizde azalan dış talebi ikame için iç piyasayı canlandırmaya çalışan Çin, bunu panik içerisinde ekonomisini borçlandırarak yapmıştır. Bugün Çin’in toplam (hane halkı, kamu ve özel) borcu milli gelirin %200’üne ulaşmıştır. Hatta, Çin’in borç artış trendi 1989 Japonya, 1997 Kore, 2007 ABD ve 2008 İspanya krizleri öncesi görülen trendin çok ötesindedir. Merkez Bankaları Birliği’ne (BIS) göre, 2007’den beri yeni borç miktarı 4 kat artan Çin şu an alarm bölgesindedir ve patlamaya hazır bir saatli bombadır. Dahası, Çin’in uzun yıllar milli gelirinin yarısına varan yüksek yatırım oranını (%48) sürdürebilmesi tabiaten mümkün değildir. Nitekim, 70’lerin Brezilya’sı ve 80’lerin Malezya’sında gözlemlendiği gibi, ekonomileri yatırım ve yüksek büyümeye dayalı ülkelerde yatırımlar zirve yaptıktan sonra büyüme oranları genelde yarı yarıya düşmektedir. Çin’in yavaşlayan ekonomisi belki buna işarettir. Çin’de bugün yatırımcılara sağlanan ucuz krediler sübvansiyelidir. Devlet tasarrufçudan ‘çalıp’, borçluya/yatırımcıya hediye etmektedir (hanehalkından borçlulara transfer edilen servet milli gelirin %8’ine ulaşmıştır). Sübvansiyeli krediler de kârlı olmayan birçok yatırımın fonlanmasına neden olmaktadır. Nitekim, ülkedeki ucuz kredi bolluğu birçok verimsiz projenin fonlanmasına neden olmuş, ortalığı bugünlerde boş fabrikalar, yarım kalmış otoyollar, mukimi olmayan evler ve son durağı olmayan köprüler sarmıştır. Birçoğu devlet eliyle yönlendirilen bu sorunlu krediler, Asya’da tekrar büyük banka krizlerine gebedir. Bazı istatistiklere göre, sorunlu krediler şu an Çin’in milli gelirinin dörtte birine ulaşmıştır.
Çin 1,3 milyar nüfusuyla devasa (ve ucuz) işçi arzına sahiptir. Çin %40’lara varan yüksek tasarruf oranıyla, önemli bir sermaye yatırımı oluşturmuş, yüz milyonlarca atıl ve verimsiz taşralı tarım işçisini şehirlere kaydırarak, sanayiye yönlendirmiş, verimliliklerini artırmış, ekonomiyi ucuz işçilerin sırtında uzun yıllar büyütmüştür. Ancak, son zamanlarda bu taşralı işçilerin hem sayısının azalması hem de maliyetlerinin artmasıyla marjinal getirisi düşmüştür. Eski FED yöneticisi Prof. Mishkin’e göre, modern Çin’in bu trajedisi, 1960’lardaki Sovyetler Birliği’nin yaşadığı tecrübenin izlerini taşımaktadır. Sovyetler de o zaman yüksek tasarruf oranına bağlı olarak önemli sermaye birikimi yapmış, devamlı yatırımları artırmış, tüm dünyayı komünizme imrendirecek yüksek büyüme oranlarına ulaşmıştı. Ancak, bu büyüme yine atıl yığınların, üretime yönlendirilmesiyle ivme kazanmış, sonra sürdürülememiştir. Sovyet ekonomisi hızla büyümüştür ama, bu büyüme verimsiz olmuştur. Zira, tasarrufları en verimli projelere yönlendirecek (tarafsız ve acımasız) mali piyasalar ve kurumlar oluşturulamamıştır. Bu yatırımlar piyasa mekanizmasının katı denetiminden geçmeksizin devlet eliyle politik alanlara yönlendirilmiştir. Bugün de Çin’de fonlar büyük ölçüde devlet eliyle yönlendirilmekte, yandaşlara, yoldaşlara, KİT’lere ve devletin çılgın projelerine yakıt olmaktadır. Bu projeler zararı kârından fazla olsa da ekonomiyi büyütmekte, fakat değer yaratmamaktadır.
Ayrıca Çin’in büyümesi adil değildir. Halktan patronlara ve onların hamisi bürokratlara servet transferine dayanmaktadır. Modernleşme Teorisi’ne göre, toplumlar zenginleştikçe, orta direk güçlenmekte, demokratik refleksler gelişmektedir. Bu süreç kişi başına gelir 5 bin dolar civarına ulaştığında hızlanmaktadır. Çin bu aşamaya gelmiştir. Ayrıca bir müddet sonra büyüyen ekonomi yavaşlamaya yüz tuttukça, gelir dağılımı kötüleştikçe, yolsuzluklar arttıkça, halkın mevcut iradeyi sorgulama güdüleri güçlenmektedir. Çin Komünist Partisi’nin halkıyla zımni bir anlaşması vardır: Yönetim sürekli refahı artırarak halkı zengin edecek, halk da iktidarı sorgulamayacaktır. Nitekim yeni lider Xi Jinping’in otoriter bir portre çizmesi ve devamlı Mao’nun vecizelerine sığınması, ileriye yönelik hiçbir yeni fikrinin olmadığını ve statüskoya bel bağladığını gösteriyor. Eğer Çin baskıyla yönettiği halkına aralarındaki kontratı bozarak bir de ekonomik durgunluk yaşatırsa, çözülmenin başlaması ve Arap Baharı gibi bir halk patlaması beklenmektedir.
Aslında, Çin menşeli bir sanayi mucizesi de yoktur. Batı teknoloji yardımıyla üretim yerini tüketim yerinden uzaklaştırmayı başarmıştır. Bugün Apple ve Boeing gibi Amerikan firmalarının yeryüzüne dağılmış binlerce tedarikçisi vardır. Çin, Batı’nın bu küresel üretim sürecini yönetecek seviyeye gelmesinin bir eseridir. Batı Çin’i bir ihracat platformu olarak kullanmaktadır. Küreselleşme, haberleşme ve ulaşım alanındaki baş döndürücü ilerlemeler, dünyayı tek bir ülke yapmıştır. Küresel iş süreci “U” şeklinde bir seyir izler. U’nun ilk ucunda tasarım ve mühendislik, dibinde üretim, ikinci ucunda ise pazarlama ve dağıtım hizmetleri yer almaktadır. Bu seyirde, U’nun iki ucu (tasarım ve pazarlama) en büyük kârı, dibi (üretim) ise en düşük kârı kazanmaktadır. U’nun iki ucuna da hâlâ Batı egemendir. ABD kirli bir iş olan üretimi, ucuz ve uzak bir yere taşımış, kendisi de temiz ve kârlı bir uğraş olan hizmet sektörüne yönelmiştir. ABD, bugün dünyanın hukuk, güvenlik, finansman, sigorta, pazarlama, haberleşme, tasarım, planlama, yönetim ve organizasyon işlerini yürüten genel merkezliğini yapmaktadır. Çin’se karın tokluğuna toz duman içinde dünyanın ırgatlığını…
Facebook Yorum
Yorum Yazın