Üç üzüm tanesi için...

Çevreyolu'nda seyahat edenlerin Topkapı mezarlıkları hizasından geçerken ahşap eyvanları ve zarif minaresiyle şirin bir cami ilişir gözlerine.
Hendesi mükemmelliği ve duvarlarındaki çinileriyle ışıldayan bu cami,
Arakiyeci (Takkeci) ibrahim Ağa Camii'dir.
Bu zarif caminin banisi ne bir sultan, ne bir paşadır, o zamanlar Kapalıçarşı esnafından takkecilikle uğraşan garip ibrahim Ağa'dır.

 


Arakiyeci ibrahim Ağa, takke yapıp satmakla geçinen dürüst, gözü tok, mütevazi bir insandır. Fakirlikten Topkapı dışında eski bir Bizans evinde oturur, her gün ta çarşıya kadar o yolu yaya gider gelir. Hal ve durumundan pek memnundur ama yakınlarında beş vakit namazını kılacak ne bir cami,ne de küçük bir mescid vardır. En yakın cami Mevlanakapı'dadır ki yürümekle yollar bitmez.
Gel zaman git zaman bizim Takkeci ibrahim Ağa, şöyle yanı başında şirin cami
hayallerini kurmaya başlar, düşündükçe keyiflenir, ama yapacak tek şeyi Allahu teala ya dua etmektir. O da bunu yapar, gece gündüz o şirin camisinin hayalleriyle öyle dualar eder ki, sabaha doğru seccadesinin uzerinde uyuyakalir.
Derken mekan değisir ve gül yüzlü bir dervişle tanışır.
- Evladım, var Bağdat'a git. Köprünün karşısındaki hurma ağacına sarılmış olan asmada üç üzüm tanesi kısmetin vardır; onları al, afiyetle ye.
ibrahim Ağa rüyaların sadık olduğu zaman tahakkuk edeceğini bilmekle beraber fazla da önemsenmeyeceğini düşünenlerdendir. Hani peygamberlerin yahut evliyaullahın rüyası tamam da, kendisi gibi sıradan bir adamın rüya görmüş olması ona pek bir anlam ifade etmez. Üstelik üç üzüm tanesi için aylarca yol meşakkati çekmek te pek oyle kolayca verilebilecek kararlardan değildir.
Ancak ibrahim Ağa aynı rüyayı ertesi gece de görür, "Hayırdır inşallah!" der ve kalkar. Sabaha kadar gözlerine bir gram uyku girmez, o hal üzere işine gider ama aklı hep rüya ile meşguldür. Nihayet üçüncü gün de aynı rüyayı görünce hani "Aşığa Bağdat sorulmaz" derler ya, hemen o gün çıkınını hazırlayıp, kimseye bir şey söylemeden koyulur yola.
*İstanbul nere, Bağdat nere*
Omuzda heybe, ayaklarında çarık, elinde asasıyla pür neş'e Bağdat yollarındadır. Heyecanlı yolculuk haftalarca sürer, kumlar ve çöller, vahalar ve palmiyeler derken imam-i azam'ın, Abdulkadir-i Geylani'nin şehrine varır.
Nihayet Dicle'nin gürül gürül akıp yeşerttiği Darüsselam'ın merkezi köprüsünün yakınına gelmiştir. Hemen köprünün çevresini incelemeye, asmaya sarılmış bir hurma ağacı aramaya başlar. Hayret! Tam da rüyasında tarif edildigi gibi bir hurma fidanı köprünün karşı yakasında durmaktadır.
Rızkı olan üç üzüm tanesini yemek üzere asmanın yanına gelir. Ancak hangi salkımdan koparacağını bilemez. Sonra asmanın yanındaki peykeye oturup üzümleri incelemeye koyulur. Yaprakların arasında, yalnızca üç üzüm tanesi bulunan bir salkım gözüne ilişir. Ama biraz yüksekçe yerdedir. Yaklaşıp bir iki zıplarsa da eli yetişmez. O sırada yanına yaşlı bir adam gelir:
- Selamün aleyküm ağa, üzüm yiyeceksen işte salkımlar önünde. Böyle niye zıplıyorsun?
Takkeci ibrahim şaşırır. öyle ya, buna ne cevap versin? Nihayet başından geçenleri bir bir anlatır. Adam, dinledikçe gülmeye başlar ve nihayet;
- Be hey adam, der, ne de safmışsın. Ben de üç seneden beri buna benzer bir rüya görürüm, bana da istanbul diyarında Topkapi dışında Topçular'da bir takkecinin kömürlüğünün altında üç küp altın var, git al derler de yine yerimden kıpırdamam. Sense üç üzüm tanesi için gelmişsin, saflığın bu kadarına da pes doğrusu!...
Bu sozleri duyan ibrahim Ağa bayılmamak için kendini zor tutar. Çünkü adamın tarif ettiği yer istanbul'da oturduğu ev, kömürlük te kendi kömürlüğüdür. Adama bir şey sezdirmemek için o üç üzüm tanesini yiyip derhal gerisin geri yola çıkar. istanbul'a gelir ve kömürlüğü kazar. Gerçekten de üç küp altın orada durmaktadır...
Sonrasını tahmin etmek zor değil, işte o garip takkeci o altınlarla hayallerini kurduğu o zarif camiyi inşa ettirir.