Rowan Üniversitesi ve ATCOM heyeti olarak bir iş ziyareti için Türkiye’de bulunduğumuz sırada MÜSİAD’ın 22. genel kuruluna davet aldık. Genel kurula katılan Başbakan Erdoğan, iki saati aşkın süren bir konuşma yaptı ve bir çok çarpıcı açıklamalarda bulundu. Herkesin aklında zikrince bir şey kalmıştır ancak jet-lag altında bir haftadır uykusuz kalan şahsımın yadında kalan Başbakan’ın şu sözleri oldu:” Bu ülkede maalesef ilaçlarla kısırlaştırma süreci başlattılar. Buna bayrak açtığınız zaman Cumhuriyet ve laiklik düşmanı dediler. Ekonominin en temel unsuru insandır. İnsan varsa tüketim vardır, insan varsa üretim vardır. İnsan varsa yatırım ve istihdam vardır. Bunların hepsi insanın türevidir. Başarı insana bağlıdır. Türkiye şu anda genç nüfusu ile övünüyor. Şu anda nüfus artış hızımız çok kötü. Türkiye böyle giderse 2040'ta yaşlılar milleti arasına girecek. Ben milletimin çoğalmasını istiyorum onlar azalmasını istiyor, işte aramızdaki fark bu! "
Bu çağırısını basitleştirerek, Erdoğan yıllardır her aileye her platformda 3 çocuk tavsiye ediyor. Mesela 2008’de Dünya Kadınlar Günü nedeniyle düzenlenen panele katılmak için gittiği Uşak'ta "Sizinle bir Başbakan olarak değil, dertli bir kardeşiniz olarak konuşuyorum. Bir çocuk iflas, iki çocuk iflas, üç çocuk yerinde saymaktır. Bizim genç ve dinamik nüfusa ihtiyacımız var. Yavaş yavaş yaşlanıyoruz. Bizim artış hızımızın üçlere ulaşması lazım. Şu anda batı sıkıntı içerisinde ama biz Türkiye’yi bu sıkıntının içerisine sokmak istemiyoruz. Annelerin şahsında ülkeme sesleniyorum; bu hassasiyetimizi hafife almayın, bunu dalga dalga yaygınlaştırmamız lazım. Bunu başarmamız lazım, bu parayla pulla ölçülmez.” Başbakan Erdoğan yaptığı bu çağrılarla belirli kesimlerden sıkı eleştiriler alıyor, hatta 'tipik muhafazakar erkek davranışı', ‘hangi dünyada yaşıyoruz?, 'moderniteye aykırı’, ‘şovenist bir yaklaşım’, ‘bu çocuklara kim bakacak, kim eğitecek?’, ‘kadınları tekrar eve kapatacaklar’ gibi ithamlara maruz kalıyor ama 3 çocuk ısrarından yıllardır vaz geçmiyor. Bir finansal ekonomist olarak, “başbakanın bu konuda haklı olduğunu, hatta bu iddialı vizyonu ile ülkesinin ve kendi partisinin bile önüne geçtiğini” düşünüyorum. Zira bir çok uzmana göre, şu an dünya çapında gözlemlenen nüfus artışındaki radikal azalmalar büyük bir kasırganın (perfect storm) habercisi.
Nedir başbakanın bu 3 çocuk takıntısı? Neden 1, 2, 4, 5 değil de 3? Dünya nüfusu 1960’larda yılda %2 oranında büyürken, bugün bu oran %1.2’ye düşmüştür. Nüfus artışındaki bu düşüş kadınların “toplam üretkenlik oranındaki” düşüşün bir yansımasıdır. Toplam üretkenlik oranı = total fertility rate [TÜO] üretkenlik yıllarında kadın başına düşen ortalama çocuk sayısını ifade ediyor. Net çoğalma oranı = net reproduction rate (NÇO) ise, anne başına yaşıyan kız oranını temsil ediyor. Eğer NÇO 1 ise, her anne bir sonraki nesle bir anne hediye etmekte ve ülke nüfusu korunmaktadır. Eğer NÇO 1’den büyükse (düşükse), bir sonraki neslin nüfusu artmaktadır (azalmaktadır). Annelerin bir kız doğurma şansı %50’dir. Annelerin bir sonraki nesle en az bir anne bırakabilmesi için toplam üreme oranının (TÜO) 2, net çoğalma oranının (NÇO) ise 1 olması gerekmektedir. Ancak 1,000 kız çocuğundan 50’sinin hayatını yitirdiği düşünülürse, anne başına bir kız düşmesi için net çoğalma oranının 1.05, toplam üreme oranınınsa 2.1 olması elzemdir. 2.1 çocuk sayısı bir ülke için “ikame oranı” olarak bilinir. Eğer her aileye 2.1 çocuk düşerse, ancak nüfus korunabilmekte, değilse nüfus erimektedir. Aslında çocuk ölüm oranı yüksekse, nüfusu korumak için aile başına 2.1’den daha fazla çocuk gerekmektedir. Bu demektir ki, Türkiye’nin mevcut nüfusunu koruması için aile başına 2.1 değil, en az 3 çocuğa ihtiyaç vardır. Dolayısıyle, Erdoğan’ın 3 çocuk ısrarı tesadüfi değil, ilmi ve hayatidir.
Dünyanın bir çok yöresinde kadınlar artık geçmişe oranla daha az çocuk sahip olmayı tercih ettiğinden dünya nüfusunun artışı azalmakta, hatta bazı ülkelerin nüfusu günden güne erimektedir (bunun nedenleri bir sonraki yazının konusudur). Birleşmiş Milletlere göre, Roma imparatorluğunun varisi İtalya eğer bugünkü düşük doğum oranını (kadın başına 1.3 çocuk; bazı şehirlerde 1’den az) 2300 yılına kadar sürdürürse, küçük bir kasabaya dönüşecektir [nüfusu 58 milyondan 600 bine düşecek]! İtalya aslında sadece buz dağının görünen kısmı. Bugün 19 Avrupa ülkesinin nüfus artış oranı negatiftir. Doğum oranı 1.37 olan Bulgaristan’nın nüfusunun 30 yıl içinde 8 milyondan 5 milyona düşmesi beklenmektedir. Dünyada doğum oranı en düşük olan ülkelerden biri olan Latvia’nın nüfusu 1989’dan beri %13 azalmıştır. Yine Ukrayna’nın nüfusu geçtiğimiz on yıl içinde yaklaşık 5 milyon düşmüştür. Dahası, 40 yaşındaki Alman kadınlarının %28’inin, Fransız kadınlarının %11’nin hiç çocuğu yoktur. Bir çok Avrupa ülkesinde yeni neslin en az beşte birinin hiç çocuk düşünmediği tespit edilmiştir. Süpriz olarak, aile bağları nispeten güçlü olan İtalya, İspanya ve Yunanistan doğum oranı en düşük ülkeler arasında yer almaktadır. Sonuç olarak, Avrupa 1960’larda dünya nüfusunun %12.5’uğunu oluştururken, bugün %7.2’sini, böyle giderse 2050 yılında ise sadece %5’ini temsil edecek. Bu tehlikenin farkına 1990’larda varmaya başlayan Avrupa, 2002 yılında İtalyan, Alman ve İspanyol bilim adamlarından oluşan bir komitenin hazırladığı bir nüfus raporuyla alarma geçmiştir. Rapora göre, geçmişte üreme oranı ikame oranının (2.1 çocuk) altına sadece kıtlık ve savaşlarda düşmüşken, bugün özellikle Doğu ve Güney Avrupa’nın üreme oranı 1.3’e gerilemiştir. Bu tarihi ve kritik bir eşiktir, zira bu üreme oranıyla, bu ülkelerin nüfusu 45 yılda yarıya inecek ve bu noktadan sonra geri dönüş artık mümkün olmayacaktır. O yüzden bu rapor, üreme oranının dönüşü olmayacak bu noktanın altına inmesine izin verilmemesini ve acil önlemler alınmasını tavsiye etmiştir.
Mesajı alan siyasi ve dini liderler uzun yıllardır dünyada devlet politikası haline gelen “aile planlaması” modelini sorgulamaya başlamıştır. Papa Benedict 2006’da “Avrupa geleceği konusunda isteksizlik illetine düşmüştür. Çocuk demek gelecek demektir. Geleceğimiz olan çocuklar nasıl bugün tehdit olur?” diyerek, seküler zihniyetin iflas ettiğini duyurmuştur. Her yıl nüfusu 100 bin eriyen Almanya’nın aile bakanı olarak seçtiği 7 çocuklu Ursula von der Leyen ise durumun vehametini şöyle vurgulamıştır: “Eğer Almanya doğum oranını acilen artıramazsa, yakında ışıkları söndürmek zorunda kalacağız”. Hollanda Hristiyan Birliği Partisinin 5 çocuklu lideri Andre Rouvet ise, hükümeti proaktif olmaya ve doğumları teşvik etmeye çağırmıştır. Kanada’lı düşünür Mark Steyn rekor satış yapan “Amerika Tek Başına: Bildiğimiz Dünyanın Sonu” adli kitabında doğum oranı yüksek olan Amerika’yı galip ilan etmiş, nüfusları hızla eriyen Avrupa ülkelerinin ise iflasın eşiğinde olduğunu belirtmiş ve gelecekte İtalya ve Hollanda gibi ülkelerinin haritada sadece satılık arsa olarak yer alacağı uyarısını yapmıştır. Nitekim doğum oranındaki düşüklük ve göçler yoluyla önemli nüfus kaybı yaşayan bir çok Avrupa şehri, okullarını kapatmaya, fabrikalarını yıkmaya, şehir merkezlerini küçültmeye ve yerleşim alanlarını ormana dönüştürmeye başlamıştır bile. “Hasta” Avrupa’nın nüfus krizi aslında küresel bir krizin habercisidir. Mesela, Hindistan hariç bir çok Asya ülkesi aynı demografik sorunlarla yüz yüzedir. Doğum oranı Çin, Japonya, Tayvan, Kore, Tayland, Hong Kong gibi ülkelerde ikame oranın (2.1) altına düştüğünden bu ülkelerin iş gücünde önemli azalmalar beklenmektedir. Dünyanın en düşük doğum oranına (1.1) sahip ülkesi Güney Kore’dir. 14 yaş altındaki nüfusun 1908’den beri en düşük seviyede seyrettiği Japonya’da çalışabilir nüfus sayısı bugün tavan yapmış, gelecek 5 yılda ise 3 milyon azalacağı öngörülmüştür. Bu sorun sadece zengin Batı ve Uzak Doğunun sorunu olmaktan çıkmış, üçüncü dünya ülkelerine de sirayet etmiştir. BM’ye göre, aralarında İran, Küba, Kosta Rika, Sri Lanka ve Çin gibi ülkelerin yer aldığı 25 gelişmekte olan ülkede doğum oranı ikame oranının altına düşmüştür.
Geçmişte, az çocuk ve düşük nüfus “erdemlilik ve ilericilik” sayılırdı. Yeryüzünün bir çok ülkesi nüfus artışını önlemekle meşguldü. Bu politikaların arkasında İngiliz ekonomist Malthus’un 1798’teki kehaneti yatıyordu. Topladığı verilerde Malthus, nüfusun geometrik (1›2›4›8), gıda arzının ise aritmetik (1›2›3›4) artış gösterdiğini tespit etmiş ve dönemindeki yaygın sefaleti üç unsura bağlamıştı: hızlı nüfus artışı, mevcut kaynakların artan nüfusu besleyememesi ve çok çocuklu fakirlerin sorumsuzluğu. O zamanki imkan ve teknolojiyle, yeryüzü kaynaklarının ve ekolojik çevrenin bu nüfus artışını kaldıramayacağına inanan Malthus, eğer nüfus artışı gönüllü dengelenmezse, kıtlık, yaygın hastalık ve savaşlar gibi felaketlerle zorunlu olarak dengeleneceğini öngörmüştü. Stanford Üniversite’sinden Prof. Paul Ehrlich ise 1968’de yazdığı “Nüfus Bombası” adli satış rekoru kıran kitabı ile bu felaket senaryosunu yinelemiştir. Ancak ziraat tekonolojisinde gerçekleşen ilerlemeler, “yeşil devrime” sebep olmuş, toprak ve tohum verimliliği artmış, gıda ürünlerindeki artış insan nüfusundaki artışın önüne geçmiştir. Kıtlık tehlikesiyle karşı karşıya kalan beşer, büyük zirai buluşlarla ekonomi bilimini tekzip etmiş ve bu bilimin uzun yılllar “felaket tellalı” veya “depressif bilim” olarak adlandırılmasına yol açmıştır. Belki de bir kilisede din görevlisi olarak da çalisan Malthus’a “Rızık Allah’tandır” [Hud: 6] ve “Geçim endişesi ile çocuklarınızın canına kıymayın. Biz, onların da sizin de rızkınızı veririz. Onları öldürmek gerçekten büyük bir suçtur [İsrâ: 31]” gibi ilahi mesajlar henüz ulaşmamıştı.
Peki nüfus artışı neden önemlidir? Artık insanlar tıptaki ilerlemeler ve iyi beslenme sayesinde uzun yaşamaktadır. Artan yaşam süresi doğum oranındaki düşüşle birleşince, yaş piramidi ters dönmekte, nüfusun çoğunluğu zamanla yaşlılardan oluşmaktadır. Bu da bir ülkenin emeklilik ve sağlık sistemini çökertmektedir. Bu sistemler, “gençken yaşlıları destekle”, “yaşlandığında da geçler seni desteklesin” ilkesine göre tanzim edilmiştir. Yaşlanan nüfus demek, bugün primlerini ödeyen gençlerin, yaşlandıklarında geri dönüş alamaması demektir. Nüfus uzmanlarına göre 2030 yılında Avrupa’da iş gücü 30 milyon daralacaktır. 2025 yılında Hindistan nüfusunun %42’si 24 yaşın altında olması beklenirken, Avrupa’da bu oran %22’ye düşecektir. Dolayısıyle, Avrupa’da çalışan/emekli oranı bu süre zarfında bugünkü 3.8:1’den 2.4:1’e inecektir. Çalışan kişi sayısı azaldığından, uzun ömürlü yaşlıların emeklilik parasını ve sağlık masraflarını ödeyecek yeterli sayıda genç ortalıkta olmayacaktır. Bu hem vergileri azaltacak hem de yetenek kıtlığına neden olacaktır. Onun için nüfus artışı Avrupa için önemlidir, zira böyle giderse, Avrupa yakın zamanda kocaman bir “darülacezeye” dönecektir. İkinci neden ise, yaşla icat oranı arasında doğrudan bir bağlantı olmasıdır. Ekonomist Benjamin Jones’in tespitine göre, en başarılı mucitler ve Nobel ödülü sahibi bilim insanları en önemli icatlarını 30-44 yaşları arasında gerçekleştirmektedir. Dolayısıyle, yaşlı nüfus veya düşük iş gücü demek, daha az teknik, bilimsel ve idari buluş demektir. Yaşlanan nüfus tüm ülkenin dinamizmini ve inavasyonunu düşürmektedir. Ayrıca, nüfus yaşlandıkça, tasarruf eğilimi düşmekte, harcama eğilimi ağır basmaktadır. Bu da ileride yatırıma, buluşa ve istihdama yönlendirilecek finansal kaynakların azalması demektir. Ayrıca nüfusu azalan ve piyasaları daralan bir ülkede, yoksulluk, gelir adaletsizliği ve işsizlikle mücadele zorlaşacaktır. Eğer ileride daha az müşteri olacaksa, neden insanlar o ülkede yatırım yapsın veya gayr-i menkul satın alsın?
Yaş ortalaması 44 olan Japonya, İtalya ve Almanya ve 42 olan Avusturya, Finlandiya ve Yunanistan gibi ülkelere göre Türkiye çok genç bir ülkedir. Türkiye nüfusunun yaklaşık yüzde 26'sı 0-14 yaş grubunda yer almakta, yaş ortalaması ise 28,5 dolayında seyretmektedir. 65 ve üzeri yaş grubu ülke nüfusunun yüzde 7'sini oluşturmaktadır. Türkiye'de yaklaşık 6 milyon yaşlı insan bulunmakta, bu sayının 2025 yılında 9 milyona, 2050 yılında ise 18 milyona çıkacağı tahmin edilmektedir. Ancak mevcut durumumuzu koruyabilmemiz için Başbakanın iddia ettiği gibi her ailede en az 3 çocuk olması gerekmektedir. Yoksa 2030 yılından sonra, bırakın 2050'yi, Avrupa gibi yaşlanmamız kaçınılmazdır. Türkiye son yıllarda önemli ekonomik ve siyasi hamlelerle ligini değiştirdi. Bu yükselmenin sürdürülebilmesi için nüfusumuzun korunması (veya artması) gerekmektedir. Son yıllarda yıldızı parlayan ve ‘BRICs’ adı verilen Brazilya, Rusya, Hindistan ve Çin dünyada en yüksek nüfusa sahip ilk 9 ülke arasında yer almaktadır. Türkiye’nin 70 milyonluk nüfusuyla gelebileceği nokta sınırlıdır.
Türkiye’ye benimle beraber iş ziyaretinde bulunan Rowan Üniversitesi heyetindeki Amerika’lı akademisyenler Türkiye’den önce Avrupa’da 8 ülkeyi ziyaret etmişlerdi. Türkiye’ye bir haftada aşık olan heyet, Avrupa ile karşılaştıramayacak bir dinamizmle karşılaştıklarını belirtmişler ve böyle güzel bir ülke, böyle güzel insanlar, böyle güzel yemek hiç bir yerde görmediklerini itiraf etmişlerdir. Ben doğudan batıya bütünleşen çok kültürlü milletimizin, asırlardır yedi düvelin terbiyesinden geçen kimliğinin bu dünya için bir kazanç olduğunu düşünüyorum. Zengin ve renkli karakterimiz bu milleti herkese sevdirmekte ve diğer toplumlarla kolay iletişim kurmasına vesile olmaktadır. Haddi zatında, bu milletin kendine gelmesiyle, doğudan batıya sevilen bir ülke, dünya çapında kabul gören hizmet kervanı, küreyi saran bir iş alemi, güzel hizmet ve ikramıyla tepeye koşan bir havayolu doğmuştur. Uşak’ta da Siirt’te de 3 çocuk çağrısı yapan Başbakan şovenist ve ayrıştırıcı durmuyor. Hatta, “bizlerin de sorumluluğu var; bizler her türlü ekonomik ve eğitimsel imkanları hazırlayacağız. Hiç endişeniz olmasın” diyerek artan yükü paylaşacakları sözünü veriyor. İngiltere’nin üzerinde güneş batmayan imparatorluğunu, küçük bir adalık nüfusuyla zamanla taşıyamadığından bahsediliyor. Üç kıtaya hükmeden Osman’lının da aynı nüfus zafiyetinden dolayı tarihten silindiği iddia ediliyor. Yeni bir yürüyüşe çıkan Türkiye, geleceğini en az 3 çocukla teminat altına almalıdır. Bu çocuk oyunu değil, devlerin oyunudur!
Facebook Yorum
Yorum Yazın