Türkiye'nin bir Anayasa sorunu vardır. Kuruluş döneminde yapılan 1921 ve 1924 anayasalarını bir tarafa bırakırsak, daha sonra yapılan anayasaların hepsi, darbelerin akabinde yapılmış anayasalardır. 27 Mayıs Anayasası, onu esaslı şekilde tadil eden 12 Mart Anayasası ve nihayet 16 defa değişikliğe uğramasına rağmen, ruhundan hiçbir şey kaybetmeyen 12 Eylül Anayasası. Bunların hiçbiri sivillerin yaptıkları anayasalar değil, darbe dönemi yasalarıdır, tepki yasalarıdır.
27 Mayıs Anayasası, 1950 yılında iktidarı DP'ye kaptırmış olan sivil-asker bürokrasinin, rövanşı aldığı 1960 ihtilâlinden sonra yaptığı bir anayasadır. Temel hak ve hürriyetler bağlamında özgürlükçü bir yapıya sahiptir bu anayasa. Ancak siyasetin bürokratik vesayet altına alınmasını sağlayan özellikleri ile temel hak ve hürriyetlerin kısıtlandığı bir sistemi de içinde barındırmaktadır.
Darbe sonrasında yapılan bir tepki yasası hüviyeti taşıyan bu anayasa, temel mantık olarak, sivilasker bürokrasinin seçimli siyaset üzerindeki vesayetini kurumsallaştırmıştır. Egemenliğin kullanımında milletin vekillerinin yanına ortaklar getirerek, onu kayıtlı şartlı hale getirmiştir. MGK vasıtasıyla askeri, Anayasa Mahkemesi kanalıyla hukuku siyasallaştırmıştır. Siyaset üstü ve siyaset dışı olması gereken kurumlar siyaset yapar hale gelmişlerdir. Ama temsile dayanmadıkları için, siyasi denetim ve kontrol mekanizmasının dışında kalmışlardır. Yani görev alanları dışında bir yetki kullanmış ama sorumluluk üstlenmemişlerdir.
Bu bağlamda hem siyaset yapıp hem de siyaset üstü kabul edilen kurumların varlığı, Türkiye'nin en büyük handikabıdır. Asker ve yargı Türkiye'de tam bu konumdadır. Temsile dayalı bir sisteme kuşkuyla bakan elitlerin hazırladığı 27 Mayıs Anayasası ve onun türevi mahiyetindeki daha sonra yapılmış Anayasaların defakto siyaset yapan kurumlara tanıdığı bu imkân, vesayet sisteminin derinleşmesine neden olmuştur. Bu da Türkiye'yi yönetilemez hale getiren en önemli siyasi sıkıntılardan biridir.
82 Anayasası ve Derinleşen Vesayet Sistemi
12 Eylül darbesinin ürünü olan 82 Anayasası, ülkede ikili bir iktidar yapısı öngörmektedir: bu iktidarın bir tarafında seçilmiş parlamento ve onun içinden çıkan hükümetin oluşturduğu siyasi iktidar var; diğer tarafında ise devletçi seçkinlerin oluşturduğu devlet iktidarı var. Darbe Anayasaları bu devlet iktidarının siyasi iktidarın alanını daraltması esasına göre kurgulanmışlardır. Bu daraltılmış alanın genişletilmeye çalışılması teşebbüsü, yeni bir darbenin nedeni olmuştur.
82 Anayasası, Cumhurbaşkanlığı, yüksek yargı organları, Milli Güvenlik Kurulu ve Yüksek Öğretim Kurulu'ndan oluşan bir devlet iktidarı alanı yaratmıştır. Seçimle oluşmuş parlamentonun ve seçimli siyasetin alanını daraltan ve onların fonksiyonlarını icra edemez hale getiren bu yapıyla 82 Anayasası bir vesayet sistemi ihdas etmiştir. Bu vesayet sisteminin başı olarak da Cumhurbaşkanlığı konumlandırılmıştır.
Seçimle iktidara gelmesi muhtemel olmayan ve böyle bir yolu düşünmeyen seçkinci elit, konumunu anayasal güvence altına almıştır. Anayasal olarak bir devlet iktidarı alanı ihdas etmiştir. Devlet iktidarının tepe noktası konumunda ise Cumhurbaşkanlığı makamı vardır. Bundan dolayı Türkiye'de Cumhurbaşkanlığı seçimleri hep sorunlu olmuştur. Türkiye, devlet iktidarının talip olmadığı seçimli siyaset alanında, nispeten düzgün işleyen bir seçim sistemi oluşturabilmesine rağmen, aynı şey Cumhurbaşkanlığı için geçerli değildir. Çünkü Cumhurbaşkanı'nı şeklen parlamento seçiyor olsa da, aslında oraya seçilen kişi, devlet iktidarının onaylayacağı birisi olmalıdır. Yani adayı devlet iktidarı gösterecek, seçimi meclis yapacaktır. Bunun tersi bir durum krize davetiye çıkarmak anlamına gelecektir. Son Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül'ün seçiminde cereyan eden olayları hatırlamak, devlet iktidarının kendi iktidar alanının kısıtlanması karşısında ne kadar çılgınca işler yapabileceğini göstermesi açısından oldukça öğreticidir.
27 Nisan e-bildirisi, Cumhurbaşkanı'nı seçmek için toplantı yeter sayısının 367 olması gerektiğine ilişkin, hukukun ar damarını çatlatacak Anayasa Mahkemesi kararı, bunlardan sadece iki tanesi.
Cumhurbaşkanlığı, devlet iktidarının mensuplarına böylesine çılgınlıklar yaptıracak kadar önemli midir? Evet, önemlidir. Çünkü devlet iktidarını oluşturan yüksek yargı organları ve YÖK gibi kurumların üyelerinin ya tamamını ya da büyük bir kısmının Cumhurbaşkanı seçmektedir. Böyle bir makama devlet iktidarının belirlediği bir kişinin dışında birinin oturması bu kurgunun bozulması anlamına gelir.
İşte 82 Anayasası'nın oluşturduğu bu ikili iktidar yapısı Türkiye'nin en can yakıcı sorunlarından bir tanesidir. Normal ülkelerde seçimle işbaşına gelen siyasi mekanizmalar, milletten aldıkları yetkiyle hükümet eder ve devleti idare ederler. Oysa Türkiye'de milletten yetki almak yetmez. Hizmet etmek için devlet iktidarını hesaba katmak zorundasınız. Eğer hesaba katmaz iseniz, o size kendisini dikkate almanızı sağlayacak eylemler gerçekleştirecektir. Eski darbecilerin hatıralarını okuduğumuzda, bunların neler olduğu açıkça anlatılmaktadır.
Onun içindir ki Türkiye'de siyasetin önceliği, halka hizmet etmekten ziyade, devlet iktidarıyla uzlaşmaktır. Bu uzlaşmayı sağlayamayanların iş başında kalması oldukça zordur. Bunu en iyi bilen Süleyman Demirel, siyaseti bir Rodeo'ya benzetmiştir. Yani asıl mesele iş yapmaktan ziyade o makamda kalmaktır. Normal devletlerde böyle ikili bir iktidar yapısı ve onu meşrulaştıran bir anayasa olmaz. Seçilmiş parlamentodan çıkan hükümetler devleti yönetirler. Kamuya deklare ettikleri programlarını uygulayabilmek için devlet iktidarını kullanırlar. Zaten milletten aldıkları yetki, hukukun sınırlan içinde devlet iktidarını kullanma yetkisidir. Oysa Türkiye'de milletin, vekillerine "kullan" dediği devlet iktidarı alanı, iktidar seçkinleri tarafından doldurulmuştur.
Bu yapı Türkiye'yi iş yapamaz ve yönetilemez hale getiren bir yapıdır.
Bu ikili iktidar yapısı kaldırılmadığı sürece siyasetin vesayetten kurtulması mümkün olamaz. Yargının araçsallaştırılma-sı ve hukukun siyasallaşmasının önüne geçilemez. Devlet iktidarının mensuplarının devamlı yargının bağımsızlığından bahsederek, tarafsızlığını hiç gündeme getirmemeleri, yargının araçsallaştırılmasına dönük bir söylemdir. Oysa asıl olan tarafsızlıktır. Bağımsızlık tarafsızlığı sağlamak için gereklidir.
Siyaset Kurumunun Öncelikli Görevi Siyaset kurumunun öncelikli sorumluluğu, Türkiye'yi ve kendisini bu sıkıntılı yapıdan kurtaracak bir anayasa yapmaktır. Bugüne kadar 16 defa değiştirilmiştir. 82 Anayasası bir 16 defa daha değiştirilmesi halinde bile sorun çözülmüş olmayacaktır.
"Toplumun devlete verdiği bir yetki beratı" olarak Sivil Anayasa, kamu hayatına ilişkin kararların sivil otoriteler tarafından alınmasını öngören bir içerikte olmalıdır. Bu anayasa toplumun bir ahlak kodu değil, sadece politik alana ilişkin ilkeler vazeden bir belge niteliğinde olmalıdır. Toplumun bir arada insanca ve özgürce yaşamasını temin edecek asgari ilkeleri içeren bir belge olmalıdır. Sivil siyasetin devlet icazetine ihtiyaç duymadığı, millete karşı sorumlu olduğunu açıkça ortaya koyan bir belge olmalıdır. Anayasa yapımını kurumlar arası uzlaşma şartına bağlamak, ipe un sermek anlamına gelir. Meğerki bu uzlaşma, mevcut kurumların sivil otoriteye tâbi olmasını içersin. Bunun dışında bir uzlaşma, milletin vermediği bir yetkinin gasp edilmesi anlamına gelir ki, bugüne kadar yapılan da budur. Eğer bu yöntem bir çare olsaydı; Türkiye bugün yeni bir anayasa arayışı içinde olmazdı.
Türkiye'nin yeni bir Anayasa'ya olan ihtiyacı tereddüde mahal bırakmayacak kadar açıktır. Gücünü mevcut darbe anayasasından alan Anayasa Mahkemesi 10. ve 42. Maddelere ilişkin verdiği kararla, seçilmiş meclisin anayasa yapma yetkisini ortadan kaldırmıştır. Yani milletin Meclis'e verdiği yetkiyi yok saymıştır. Milletin vekilleri bu yetki gaspını kabul edeceklerse, seçime ihtiyaç yoktur. Şayet yetkilerinin takipçisi olacaklarsa -ki olmalıdırlar- bunu ancak yeni bir anayasa ile yapabilirler. Mazerete mahal yok. Siyaset, imkân yaratma işidir.
Facebook Yorum
Yorum Yazın