Soğuk savaşın bitişiyle beraber sona eren iki kutuplu dünya düzeni, soğuk savaşa göre ayarlanmış bütün kurumların ve politikaların sorgulanması sürecini başlattı. Eski düzenin sona erdiğini ve yeni bir dünya düzeni kurulması gerektiğini dönemin ABD başkanı dillendirdi. İki kutuplu dünya düzeninin bittiğinin ilanı, bütün politikalarını o dünyanın şartlarına göre kurgulamış devletler ve kurumların adeta bir boşluğa ve karmaşaya düşmesine yol açtı. Bu değişimden en fazla devletlerin dış politikaları etkilendi. İki kutuplu soğuk savaş dünyasında devletler büyük ölçüde kutup başı olan ABD ve SSCB'nin tavrına bakarak politikalarını tayin ediyorlardı. Süleyman Demirel'in tabiriyle soğuk savaş döneminde müstakil dış politika geliştirmek gibi bir durum yoktu. Bulunduğunuz kutbun başı hangi istikamete gidiyorsa, siz de o yöne yönetiyordunuz. BM Genel kurulunda ABD'nin temsilcisinin inip kalkan kolunu takip etmek yeterliydi Türkiye açısından.
Soğuk savaşın sona ermesi bu lüksü(!) ortadan kaldırdı. Ülkeler artık kendi politikalarını üretmek ve kendi ittifaklarını oluşturmak durumunda idiler. Bu bağlamda Türkiye, cumhuriyet dönemi içinde, özellikle ilgi alanının dışında tuttuğu coğrafyalarla ilgilenmek mecburiyetiyle karşı karşıya kaldı. Türkiye'nin resmi ideolojisinin ortaya koyduğu kısıtlar ve dış politika yapıcılarının sahib olduğu kültür, bu coğrafyalarla ilişki geliştirmeye maalesef müsait değildi.
Bunun ilk örneği Bosna meselesidir. 1992'de başlayan Bosna sorununun akabinde, dağılan Yugoslavya'nın etnik ve dini yapıları, ait oldukları medeniyet havzalarına doğru yöneldiler. Hırvatlar, Slovenler Almanya'ya, Sırplar, Ortadokslar Rusya'ya ve Müslümanlar da Osmanlı İslâm havzasına yani Türkiye'ye yöneldiler. Türkiye'nin dış politika yapıcıları bu duruma asla hazırlıklı ve ilgili değillerdi. Siyasiler onlara nazaran daha ilgili idiler, fakat onlar da yeterli birikime sahip değillerdi. Soğuk savaş sonrası karmaşa ortamında kendi tarihi ve coğrafyası ile yüz yüze gelmek zorunda kaldı Türkiye'nin dış politika yapıcıları. Bu aynı zamanda onların soğuk savaş sonrası ilk bağımsız karar alma alıştırmalarının da yapıldığı bir olay olması açısından önemlidir. Bu olay, eski klişelerle ve usullerle dış politika yapılamayacağını, yeni argümanlara ihtiyacımız olduğunu açık bir şekilde ortaya koydu.
Yeni duruma uygun bir dış politika konsepti, bir strateji geliştirmek zorundaydı Türkiye. 2000'li yılların başına kadar geçen dönemde iyi niyetli ve yararlı birtakım çabalar sergilendi, ancak sabra şifa tutarlı bir konsept ortaya çıkarılamadı. AKP'nin iktidara gelmesiyle beraber birçok alanda olduğu gibi dış politikada da bir değişim hamlesi başladı. Dışişleri bakanı sayın Ahmet Davutoğlu'nun danışmanlık yaptığı dönemde, dış politika yeniden dizayn edilmeye çalışıldı. Yeni dönemin ve Türkiye’nin potansiyelinin icabı olarak daha aktif bir bir politika yapılmasının gerekliliği ortaya kondu. Yakın tarihteki dış politika tecrübelerinden de istifade edilerek, çok yanlı bir dış politika konsepti benimsendi. Gerek denışmanlık, gerekse dışişleri bakanlığı döneminde Davutoğlu, tabii ki bir devlet ve hükümet politikası olarak aktif politikanın uygulayıcısı oldu.
Bu bağlamda, son on yılda Türkiye oldukça hareketli bir dış politika icra etti. Kaybedilmiş kabul edilen zamanı telafi etme ihtiyacının hissedildiği hızlı bir süreç yaşandı. Türkiye bölgede iddia sahibi bir ülke olduğunu ve şimdiye kadar görmezden geldiği haklarının sahibi olacağını ve bölgesiyle yakından Soğuk savaşın bitişiyle beraber sona eren iki kutuplu dünya düzeni, soğuk savaşa göre ayarlanmış bütün kurumların ve politikaların sorgulanması sürecini başlattı. Eski düzenin sona erdiğini ve yeni bir dünya düzeni kurulması gerektiğini dönemin ABD başkanı dillendirdi. İki kutuplu dünya düzeninin bittiğinin ilanı, bütün politikalarını o dünyanın şartlarına göre kurgulamış devletler ve kurumların adeta bir boşluğa ve karmaşaya düşmesine yol açtı. Bu değişimden en fazla devletlerin dış politikaları etkilendi. İki kutuplu soğuk savaş dünyasında devletler büyük ölçüde kutup başı olan ABD ve SSCB'nin tavrına bakarak politikalarını tayin ediyorlardı. Süleyman Demirel'in tabiriyle soğuk savaş döneminde müstakil dış politika geliştirmek gibi bir durum yoktu. Bulunduğunuz kutbun başı hangi istikamete gidiyorsa, siz de o yöne yönetiyordunuz. BM Genel kurulunda ABD'nin temsilcisinin inip kalkan kolunu takip etmek yeterliydi Türkiye açısından.
Soğuk savaşın sona ermesi bu lüksü(!) ortadan kaldırdı. Ülkeler artık kendi politikalarını üretmek ve kendi ittifaklarını oluşturmak durumunda idiler. Bu bağlamda Türkiye, cumhuriyet dönemi içinde, özellikle ilgi alanının dışında tuttuğu coğrafyalarla ilgilenmek mecburiyetiyle karşı karşıya kaldı. Türkiye'nin resmi ideolojisinin ortaya koyduğu kısıtlar ve dış politika yapıcılarının sahib olduğu kültür, bu coğrafyalarla ilişki geliştirmeye maalesef müsait değildi.
Bunun ilk örneği Bosna meselesidir. 1992'de başlayan Bosna sorununun akabinde, dağılan Yugoslavya'nın etnik ve dini yapıları, ait oldukları medeniyet havzalarına doğru yöneldiler. Hırvatlar, Slovenler Almanya'ya, Sırplar, Ortadokslar Rusya'ya ve Müslümanlar da Osmanlı İslâm havzasına yani Türkiye'ye yöneldiler. Türkiye'nin dış politika yapıcıları bu duruma asla hazırlıklı ve ilgili değillerdi. Siyasiler onlara nazaran daha ilgili idiler, fakat onlar da yeterli birikime sahip değillerdi. Soğuk savaş sonrası karmaşa ortamında kendi tarihi ve coğrafyası ile yüz yüze gelmek zorunda kaldı Türkiye'nin dış politika yapıcıları. Bu aynı zamanda onların soğuk savaş sonrası ilk bağımsız karar alma alıştırmalarının da yapıldığı bir olay olması açısından önemlidir. Bu olay, eski klişelerle ve usullerle dış politika yapılamayacağını, yeni argümanlara ihtiyacımız olduğunu açık bir şekilde ortaya koydu.
Yeni duruma uygun bir dış politika konsepti, bir strateji geliştirmek zorundaydı Türkiye. 2000'li yılların başına kadar geçen dönemde iyi niyetli ve yararlı birtakım çabalar sergilendi, ancak sabra şifa tutarlı bir konsept ortaya çıkarılamadı. AKP'nin iktidara gelmesiyle beraber birçok alanda olduğu gibi dış politikada da bir değişim hamlesi başladı. Dışişleri bakanı sayın Ahmet Davutoğlu'nun danışmanlık yaptığı dönemde, dış politika yeniden dizayn edilmeye çalışıldı. Yeni dönemin ve Türkiye’nin potansiyelinin icabı olarak daha aktif bir bir politika yapılmasının gerekliliği ortaya kondu. Yakın tarihteki dış politika tecrübelerinden de istifade edilerek, çok yanlı bir dış politika konsepti benimsendi. Gerek denışmanlık, gerekse dışişleri bakanlığı döneminde Davutoğlu, tabii ki bir devlet ve hükümet politikası olarak aktif politikanın uygulayıcısı oldu.
Bu bağlamda, son on yılda Türkiye oldukça hareketli bir dış politika icra etti. Kaybedilmiş kabul edilen zamanı telafi etme ihtiyacının hissedildiği hızlı bir süreç yaşandı. Türkiye bölgede iddia sahibi bir ülke olduğunu ve şimdiye kadar görmezden geldiği haklarının sahibi olacağını ve bölgesiyle yakından
Facebook Yorum
Yorum Yazın