Halkın normal isteklerini, rejime ve devlete yönelik tehlike olarak görmek ve şiddet kullanarak tepki göstermek, korkuya dayalı rejimlerin tipik reflekslerindendir. Suriye'deki Baas rejimi de bir devlet olmaktan ziyade bir çete yönetimini andırmaktadır. Merkezinde bir partinin, partiye hâkim bir ailenin bulunduğu bir korku yönetimi. Azınlığa dayalı olan bu yönetim, meşruiyetini halkın rızasından almadığı için diken üstünde varlığını devam ettirmektedir. Ahalinin en ufak bir tepkisine şiddetle müdahale ederek korkuyu derinleştirmek de bu yönetimlerin kullandığı bir idare yöntemidir. Nitekim Baas yönetimi, ana-baba ve çocuklar arasında itimadın ortadan kaldırıldığı bir düzeni inşa etmişlerdi. Küçük çocuklardan baba ve anneleri hakkında istihbarat toplayan, çocukları ana-babalarının muhbiri haline getiren bir rejimle karşı karşıyayız Suriye'de.
Orsam'dan Feyyat Özyazar'ın İslahiye'deki mültecilerden Abid el-Salih Nafi ile yaptığı röportaj, Suriye'deki durum hakkında yeterli bir fikir vermektedir: Dört kardeş olduklarını, bir tekstil atölyelerinin bulunduğunu, erkek ve kadın giyimi ürettiklerini belirtiyor Nafi. Devam ediyor: "Size geçmişten bir olay anlatayım: İki yıl önce mahallemizin okuluna ve çevremizden birçok okula yeni öğretmenler atanmıştı. Halkla yakın ilişki içine girdiler. Eğitim üzerine halkla sohbetler, toplantılar yaptılar. Öğrenci velileri ile tanıştılar, mahalleliyi evlerinde ziyaret ettiler ve bizi ismen tanımaya başladılar. Çocuklarımız da iyi, mutlu ve huzurlu bir eğitim görmeye başladılar. Sonradan öğrendik ki, bu öğretmenler Muhaberat'm gizli polisleriymiş. Çocuklara, kimin Beşşar'ı sevdiğini, kimin evinde Beşşar'm resmi olup olmadığını sormuşlar. 'Benim babam evde Beşşar'ın resmini istemez' diyen çocuğun, 'dayım ya da amcam Beşşar'a küfreder, resmine tükürür' diyen çocuğun söylediklerine göre fişleme yapılmış, okuldaki tüm öğrenciler ve yakınları hakkında bilgiler toplanıp kayıt altına alındıktan sonra mahalleye operasyonlar yapıldı. Beşşar'ı sevmeyenlerin, resmini evine asmayanlann, küfür edenlerin hepsi gözaltına alındı ve onlardan hâlâ haber yok."
Böyle cereyan etmiş binlerce, on binlerce olaya bütün korku rejimlerinde ve Suriye'de rastlamak mümkün. Suriye'de ufak bir kıvılcımın bir yangına dönüşmesi bu tür birikimlerin eseridir. Korku yönetimlerinde asıl sorun isyan çıkana kadardır. İsyan ortaya çıkana kadar güçlü görünürler bu yönetimler. İsyan ortaya çıktıktan sonra ise, bütün güçlerini kullansalar bile, mahut sonu geciktirmekten başka bir şey elde edemezler. Suriye tam da bu süreci yaşıyor bugünlerde.
Türkiye'nin Dış Politikasında Değişim ve Suriye
Soğuk Savaş döneminin sona ermesinin akabinde, iki bloklu dünyaya göre oluşan politik tercihler, yeni dönemde büyük ölçüde anlamını kaybetti. Bloklara bağlı ülkeler konumlarını, bölgelerini, ilişkilerini yeniden tanımlamak zorunda kaldılar.
Türkiye de bu zorluğu yaşayan hatta yoğun yaşayan ülkelerin başında geliyor. İlk şaşkınlık Bosna Savaşı ile başladı. Ancak ara ara yapılan göçlerle varlıklarından haberdar olduğumuz Boşnaklar, 1992'de başlayan savaşla birlikte yüzlerini İstanbul'a, Türkiye'ye döndüler. Sınırlarının içinde kapalı yaşayan Türkiye, bu durumu kısa sürede anlamlandıramadı. Evet, Balkanlardan gelen göçleri kabul ediyorduk ama bu sefer talep farklı idi. "Bize yardım edin!" diyordu Boşnaklar. Dönemin tarihi doğru bir şekilde yazılırsa, bu talebin Türkiye'yi ne kadar şaşkınlığa düşürdüğünün net örneklerini görebiliriz.
Balkanların akabinde Kafkaslar ve Ortadoğu farklı bir biçimde gündemimize girdi. Bütün Osmanlı hinterlandı, komşularımız, gayrı ihtiyari Türkiye'nin ilgi alanına girmeye başladı. Avrupa ile ilişkiler dışında ve ABD-Avrupa bloğunun öncelikleri dışında herhangi bir sorunu gündemleştirmeyen dış politika ve siyaset eliti, yeni meseleleri gündemlerine almak zorunda kaldılar. "Ne Şam'ın şekeri, ne Arab'ın yüzü" deme lüksü artık ortadan kalkmıştı.
Ancak bölgeyi uzun süre Avrupa bakışı üzerinden izleyen Türkiye'nin dış politika eliti, bu bölgelerle kendi tarihsel misyonu üzerinden ilişki kurma konusunda yeterli başarıyı gösteremedi. Tâ ki, 2000'li yılların ortalarına kadar. AK Parti'nin iktidara gelmesinden sonra Türkiye, mevcut bağlantılarını iptal etmeden, ihmal ettiği tabii bölgesine ilgi göstermeye, dönmeye başladı. Elbette bu bir hükümet politikası idi. Ama bu politikanın oluşumuna en ciddi katkısı olanların başında Ahmet Davutoğlu geliyordu. Gerek danışman olduğu dönemde, gerekse Dışişleri Bakanlığı döneminde, Türkiye'nin dış politikasının dinamik, aktif açılımlar yapması ve dışişleri bürokrasisinin ülke halkı ile ilişkisinin normalleşme sürecine
girmesinde, hükümet politikasını yürüten Davutoğlu'nun emekleri inkâr edilemez.
Bu politika muvacehesinde Türkiye, Ortadoğu açılımının zorunlu kapısı olan Suriye ile ilişkilere ciddi bir önem verdi. Ortak Bakanlar Kurulu toplamaktan, vizelerin kaldırılmasına kadar bir seri önemli kararlar alındı ve uygulandı. 900 km. uzunluğunda sınırımız olan ve bize çok uzak (!) olan bu ülke birden yakınlaşıverdi. Yaklaşık 80-90 yıl sonra birbirimize gidip gelmeye başladık. Bu ilişkiden iki ülkenin halkları da memnundular.
Türkiye, değişen dünya içinde bir yandan kendi yerini sağlamlaştırmaya çalışırken, diğer yandan Suriye'nin kendi içinden dönüşümünü sağlamaya gayret ediyordu. Bu ilişkiler, 2010 yılı sonlannda Tunus'ta başlayan hareketlenmenin, Suriye'yi de etkisi altına aldığı dönemlere kadar devam etti. Hatta Suriye isyanının başlamasından on ay sonrasına kadar bu ilişkiler sürdürüldü.
Suriye'nin istikrarsızlığa düşmesinin üreteceği sonuçları bildiği için Türkiye, olaylar başlamadan önce rejimin içten dönüşümünü sağlamaya gayret etti. Bunun seçim sandığını halkın önüne koymak konusunda Suriye yönetimini ikna etmeye çalıştı. Bu konuda o kadar sabırlı davrandı ki, olayların başlamasından yaklaşık on ay sonra bile, umutsuzca bu çabalarını sürdürdü. Ancak verilen bütün sözlere rağmen, sivil halkın kitleler halinde öldürülmeye devam edilmesi Türkiye'nin tavnnı değiştirdi. Türkiye önlemeye çalıştığı bir kavganın mağdurlarının yanında yer aldı. Bütün bu uzun süreç zarfında Türkiye'nin her şeyi en doğru şekilde yaptığını söyleyemeyiz. Ancak, genel olarak doğru bir yerde durduğunu, doğru bir istikamette yürüdüğünü söylemeliyiz.
Türkiye Suriye Meselesinin Dışında Kalabilir miydi?
Türkiye bu meselenin dışında kalamazdı. Öncelikle Esed yönetimi ile ilişkisi kesildiğinde mülteciler sınıra yığılmıştı. Türkiye'nin bu mültecileri kabul etmeme durumu söz konusu bile olamazdı. Öncelikle insani duygular ve vicdani sorumluluklar bunu engellediği gibi, ikinci olarak da bölge bağlantılarının devam etme zarureti, Türkiye'ye nötr olma imkânı tanımamaktadır.
Ayrıca, bölgenin sorunlarıyla ilgilenmeyenin, bölgenin imkânlarının bölge halklarının hayrına kullanımı için katkı yapmayanın, bölgede itibarlı yer edinmesi de mümkün değildir. Oysa bu bölge, nihai tahlilde itibarlı halkların ve onların itibarlı yönetimlerinin bölgesi olmak durumundadır. Türkiye'nin hem bu çabalara katkıda bulunması hem de bu bölgenin asli unsuru olarak var olması gerekir. Bu ve daha birçok nedenden dolayı Türkiye bu meselenin dışında kalamazdı.
Ayrıca, herhangi bir nedeni bahane ederek, bu konudaki aktivitesini de yavaşlatmamalıdır. Mücadelenin umulandan uzun süreceği varsayımını da dikkate alarak, uzun süreli bir çabaya hazırlıklı olmalıdır her bakımdan.
Türkiye'nin Uyguladığı Suriye Politikasına İtirazlar
1. "Türkiye olmasaydı, olaylar bu noktaya gelmezdi."
Bu eleştiriyi yapanlar, Türkiye'nin başlangıçtan itibaren olayları kaşıdığını ve büyüttüğünü söylüyorlar. Oysa çok açık olarak biliniyor ki, olayları Türkiye başlatmadı, kışkırtmadı. Suriye halkı, başta da anlattığımız gibi, kendisi sokağa çıktı. Korku duvarını yıkarak rejime isyan etti. Türkiye, rejimin kitleleri katletmesi karşısında muhaliflerin yanında yer aldı.
2. "AKP iktidarı Sünnicilik yapıyor."
AK Parti iktidarı, Esed rejimi ile ilişkilerini sürdürürken, rejimin Nusayri azınlığa dayandığını bilmiyor muydu? Yukarıda saydığımız gerekçelerle bu rejimle irtibatını sürdürdü. Sünnilik yeterli olsaydı, Mübarek'e git denmezdi.
3. "Türkiye'yi Ortadoğu bataklığına sapladınız."
Taha Özhan'ın çok yerinde tespiti ile; "Ortadoğu bataklığı" ifadesi, yerli oryantalizmin kavramsallaştırdığı aşağılık bir tanımlama. Dünyanın başka herhangi bir coğrafyası için kullanılmayan bu tanımlamalar, nedense İslâm coğrafyası için normal karşılanıyor. Türkiye'nin çok yönlü ilişkiler ağına tarihi ve tabii coğrafyasını da katmasını, 'bataklığa saplanmak' olarak niteleyenler, son on yıl içinde Türkiye'nin komşularıyla artan ilişkilerinin ekonomik sonuçlarına bakmalıdırlar. Avrupa'ya ihracat azalırken, toplam ihracatın artıyor olmasında bölge ülkeleri ile ilişkilerin payını da düşünmelidir. Ayrıca, bugün bataklığa saplandığımızı söyleyen kişilerin, 2003 yılındaki ABD'nin Irak'a saldırısında, bu savaşa mutlaka müdahil olmamız gerektiğine ilişkin neler yazdıklarını da hatırlamalıyız. Gazeteci Alper Görmüş'ün 28 Ağustos tarihli Taraf gazetesindeki yazısı bu konuda oldukça ilginç örnekler sunmaktadır.
4. "Bu savaşta Selefiler, Çeçenler ve El-Kaide militanları varmış."
Evet, doğrudur, vardır. Dünyada bu tür yapılmış hangi savaşta, diğer uluslardan savaşçılar olmamıştır. Üstelik bu eleştiriyi yapanlar içinde solcular da olunca, gerçekten durum çok daha trajikleşiyor. Yıldıray Oğur'un, "Peki, Sakallı Che'nin Bolivya'da Ne İşi Vardı?" başlıklı yazısı, bu itiraza oldukça yetkin bir cevap mahiyetindedir: "Hepsinin ağzında, Suriye'ye savaş için gelmiş yabancı sakallılar hikâyeleri var. Acaba Che Kongo'ya gittiğinde sakallı değil miydi, diye merak ediyor insan. Sorun yoksa bu devrimciler için sakaldan başka ne olabilir ki? İspanya iç savaşında faşizme karşı Cumhuriyetçilere destek için savaşa giden Uluslararası Tugayları da bilmiyor olamazlar. Haydi onu bilmiyorlar, en azından Yunan iç savaşında Komünistlere desteğe giden Mihri Belliyi hatırlıyorlardır."
Ayrıca, Suriye'de savaşan "yabancıların sayısı, bu itirazı dillendirecek kadar mı?
5. İktidarın her yaptığına muhalefet eden, ancak hiçbir önerisi olmayan küçümsenmeyecek bir grup da, Suriye politikasına itiraz ediyor. Bunların içinde, hükümete muhalefet olsun diye, Esed ile aynı çizgiye düşenler de mevcut. Yine Yıldıray Oğur'un aynı yazısına başvuralım:
"Burası Şam'ın Emevi Meydanı'ndaki artık pek yapılamayan bir Esed'e destek gösterisi değil. Sloganının atıldığı yer Türkiye. Yer, Hatay'ın Yeşilpınar Belediyesi'nin düzenlediği "Barışa Çığlık" festivali kapsamında geçen cumartesi yapılan forum. Forumu izleyen kalabalıktan atılan "Allah, Beşşar" sloganlan eşliğinde konuşma yapan isimler arasında CHP Milletvekilleri Süleyman Çelebi, Hurşit Güneş ve Mehmet Ali Edipoğlu da var."
CHP milletvekillerinin "güvenliklerinden kaygı duyulan kişilerin kaldığı" Apaydın kampına sokulmamasmın kızgınlığı ile, yapılan konuşmalarda atılan sloganlara tepki bile gösterilmiyor. Toplantı adeta Esed'e destek toplantısına dönüştüğü halde, bundan rahatsızlık duymuyorlar. Böyle bir muhalif itirazcı grup da var.
6. Denklemi tümüyle ABD tezgâhı üzerinden okuyan, müdahil olunduğunda ABD'nin böyle istediği, müdahil olunmadığında ABD'nin emrine tabi olunduğunu söyleyerek itiraz edenler var.
ABD'yi ihmal ederek ve yok sayarak Ortadoğu'ya ilişkin politika üretmenin pek mümkün olmadığının farkında olmak gerekir.
Ancak, bu farkındalık, bütün politikaların ABD tarafından yönlendirildiği anlamına gelmiyor. Veya ABD'nin bu bölgede istediğini yaptırdığı anlamına da gelmiyor. Eğer böyle olsaydı, Tunus'ta Nahda'nm seçimleri kazanmaması, Mısır'da da Mursi yerine Amr Musa'nın Cumhurbaşkanı seçilmesi gerekirdi. Bu bölgede halkın herhangi birini seçmesi, onu muktedir kılmıyor. Muktedir olmaya aday biri haline getirebiliyor ancak. Muktedir olabilmek için, eski rejimin güçleriyle mücadele etmesi ve onlara halkın seçiminin meşru olduğunu kabul ettirmesi lazım. Bunun zannedildiği kadar kolay olmadığını, ülke olarak yaşadığımız ve yaşamaya devam ettiğimiz tecrübeden biliyoruz.
Sorun ve Risk Yok mu?
Bütün fay hatlarının yerinden oynadığı, zaten kırılgan olan dengelerin daha da kırılganlaştığı bir bölgede risksiz ve sorunsuz bir politika oluşturmanın ve uygulamanın mümkün olmadığı açıktır. Sıfır sorun, sorunları minimize etmenin bir diğer adıdır bana göre. Dolayısıyla, Türkiye'nin uyguladığı politikanın da sorunlu ve riskli yanları elbette vardır.
Bana göre en önemli sorun, bölge halkının beklentilerini yükselten ve anın realitesini aşan bir dil kullanılmış olmasıdır. Bölgede bizim isteğimiz dışında bir şey olmayacağı ve Suriye meselesinin iç işimiz olduğu gibi söylemler, Suriye'de sizin kas-tettiğiniz anlamın ötesinde beklentileri ortaya çıkarmaktadır. Nitekim bu beklenti yüksekliği, Türkiye'nin samimiyetle bütün yapıp etmelerine rağmen, yeterli memnuniyeti üretmiyor. Ayrıca, Halepçe'ye ilişkin söylenen, 'bugünkü gücümüz olsaydı, Halepçe'deki faciayı önlerdik' türü söylemler de sorunludur. Çünkü 'Halepçe'yi kurtaramadınız, Halep'i bari kurtarın' söylemi ile karşılık bulmaktadır.
İkinci olarak; Suriye yönetimine karşı yürütülen mücadelenin, rahatlıkla anlatılabilir haklı tarafları çok. Ama bu haklılığı gölgeleme ihtimali olan Suriye-İran aksını parçalayarak Hizbullah'ı İsrail için tehdit olmaktan çıkarmak amacına yönelik uluslararası bir komploya hizmet edildiğine ilişkin bir söylem de var. Bir seri "acaba"yı gündeme getiren bu söylemin de, hem politika düzeyinde hem de söylem düzeyinde dikkate alınması ve cevaplanması gerekir. Daha birçok soru sorulabilir. Ancak, nihai tahlilde diyebiliriz ki, Türkiye, tarihin doğru yerinde durmaktadır.
Sonuç Yerine
Bütün fay hatlarının hareketli olduğu, rejimler, mezhepler ve etnisitelerin hareketlendiği, hareketlendirildiği bir bölgede yaşıyoruz. Bu fayların hepsinin kesiştiği bir ülke Suriye. Böylesi bir ülkede, bölgeyi, sahici anlamda yakın zamanda gündemine almış bir Türkiye'nin uyguladığı politikadan bahsediyoruz. Tarihen tanıdığımız bir bölge. Ancak yaklaşık üç kuşaktan bu yana da yabancılaştığımızı kabul etmeliyiz. Türkiye yeni dış politikasının zor bir imtihanını yaşamaktadır Suriye'de. Zorunlu gurbetin sonlandırılmaya çalışıldığı bir dönemde çıktı Suriye sorunu. Bu bağlamda, konjonktürün ürettiği bir sorunun üstesinden gelmeye çalışıyor Türkiye.
Türkiye'nin son dönemde hem iç hem dış politikada gerçekleştirmeye çalıştığı değişimi oldukça derinlikli bir analize tabi tutan Ümit Kurt'un Zaman gazetesindeki yazısından bir alıntı ile yazıya son verelim. Clark Üniversitesi'nde öğretim üyeliği yapan Ümit Kurt, "Türkiye Dış Politikasında Yeni Olan" başlıklı yazısında dış politikadaki değişikliği şöyle anlatmaktadır:
"Lozan Antlaşması kuşkusuz çok başarılı ve avantaj lan büyük bir anlaşmadır ama o ölçüde bedelleri olan da bir anlaşmadır. Orada biz kültürel varlığımızdan, hüviyetimizden ve kimliğimizden vazgeçtik."
"Türkiye modern ulus devlet olmasını resmileştiren ve düvel-i muazzamaya bunu kabul ettiren kurucu anlaşması Lozan'da fiziksel varlığını kurtarmak için kültürel varlığını feda etmiş bir ülkedir. Dolayısıyla, o günkü taktik davranış bugüne kadar değişmeden bir anlamda bizim bütün genetik kodlarımıza iç politikada ve dış politikada sinmiş bir gelenek oluşturmuştur."
Ümit Kurt bu tespitlerden sonra Muhafazakâr bir iktidarın Modernleşme manivelasını kullanarak eski düzeni tasfiye ettiğini ve Türkiye'nin radikal bir paradigma değişimiyle karşı karşıya olduğunu belirtiyor.
"Ezcümle Türkiye, bu yeni paradigma ile Lozan'dan bu yana, yani artık o bedel ödemeyi bir yana bırakmayı kabul ettiğinden bu yanadır, yepyeni olasılıklar yaratabilen, yeni ittifakların oluştuğu bir merkez haline geldi. Bu rol böyle sağlandı ve dış politika da buna göre şekillenmek zorunda. Bunun riskleri şüphesiz son derece ciddi ve çeşitli. Ancak risksiz dış politika da adeta eşyanın tabiatına aykırı."
Sonsöz: Ortadoğu'nun, bölge halklarının özne olduğu bir yapıya kavuşması gerekiyor. Türkiye şu anda bir özneleşme sürecinin yanında yer alıyor. Suriye bağlamında bugün farklı cephelerde yer alıyor olsalar da, İran dâhil olmak üzere bütün bölge ülkeleri bu yeni Ortadoğu'nun üyeleri olacaklardır. Bu konjonktürde uygulanacak politikanın bu gerçekliği asla göz ardı etmemesi gerekir.
Facebook Yorum
Yorum Yazın