“Sevgiyle yoğrulmamış yüreğin, Tekkede, Manastırda eremezsin…” Hayyam
Önce Sevginin Gücü Üzerine Küçük Bir Masalla Başlayalım;
Aslında bir zamanlar hiçbir şey yoktu,
Sadece ve tek Yaradan vardı.
Hiçbir zaman nedenini tam olarak bilemeyeceğimiz bir zamanda,
aslında zamanın da olmadığı bir boyutta, bizi yaratan, yalnızlığını kırmak istedi.
Belki de nedenini bilemediğimiz başka şeyleri tecrübe etmek istedi. Ve bu boyutta beş duyu ve sezgilerimizle algıladığımız makrokozmosu, evreni yarattı. Bütün bu yaratılışı oluşturan en büyük enerji titreşimi ve gücü “sevgi”ydi. Bütün evren “bilgi” ve “sevgi” üzerine kurulmuştu.
Kim bilir Yaradan belki de sevme ve sevilme ihtiyacı hissetti, belki de hiçbir şeyin ihtiyacı içinde değildi. Sadece, ”sevgi” nin yaşanmasını ve tecrübe edilmesini istedi. Özünde hepsinin BİR olduğu, sayılamayacak derecede çok değişik türde canlı yaratıldı.
Hepsi de “sevgi” nin başka bir ifadesiydi.
Bu güneş sistemi içindeki canlıların belki de en mükemmeli ve ayrıcalıklısı olan insanoğluysa, her türlü sorunu, sevinci, üzüntüyü, hastalığı, mutluluğu, mutsuzluğu, tecrübe edebileceği özel bir fizyolojiyle yaratılmıştı.
İnsanoğlunun üstünlüğü, belki atom bombasından, nötron bombasından, silahlardan çok çok daha güçlü bir şeye sahip olmasındaydı. Bu da içinde yatan “sevgi” ydi. Ama gerçek ve derin düzeyden bir “sevgi”,
Bütün evreni “sevme gücü”ydü.
Dünya gezegeninde, önceleri mükemmel bir uyum içerisinde
yaşayan insanoğlu, giderek doğa yasalarından yavaşça kopmaya,
sadece kendi cinsine ve türüne değil,
aynı gezegene kendisi gibi misafir olarak gelmiş, diğer canlı türlerine de acılar çektirmeye başladı. Özünden o kadar uzaklaştı ki, muhteşem bir doğa içerisinde yaşarken, “sevgi” özelliklerinden uzaklaşıp, negatif özelliklere yöneldi. Savaşlar yaptı, yalan söyledi, kin ve nefret güttü, öldürdü. Teknoloji yaratırken manevi değerlerden uzaklaştı, sevmeyi unuttu.
“Sevgi” kendisini çeşitli zamanlarda, değişik isim ve bedenlerde, ifade etmek ihtiyacını istedi, insanlara Yaradan’ın bir parçası olduklarını hatırlattı. Zaman zaman pek çok bilge ve seçilmiş kişi, çekilen bu büyük acıları dindirmek için, çeşitli yöntemler geliştirdi, deneyimler yaşadı.
Derken bir gün insanoğlu, hem cinslerine ve diğer canlılara,
“Sevgi” enerjisiyle yaklaşırsa,
unuttuğu mutluluğu ve huzuru yakalayabileceğini anlamaya başladı.
Ait olduğu bir bütünün başka bir parçasını üzdüğünü ve aslında bunun, kendisininde üzülebileceği anlamına geldiğini fark etti.
“Sevgi” o kadar önemli ve muhteşem bir güçtü ki, insanoğlu kendini,
tüm canlıları ve Yaradan’ı tekrar sevmeyi denedi. Ve ondan istendiği şekilde, gerçek ve derin bir düzeyden severek, Yaradan’la temas kurmaya
ve tekrar muhteşem kaynaktan beslenmeye başladı.
Sonra dünya üzerinde savaşlar, ölümler, açlık tekrar azaldı.
“Sevgi” nin gücüyle insanoğlu öyle bir noktaya geldi ki, makrokozmosun bir parçası olduğunu fark etti. Ve doğa da insanoğlunu tekrar ödüllendirmeye, ona mutluluk, huzur ve barış vermeye başladı.
Her kalpten çıkan küçük “sevgi” damlacıkları birleşti, ırmak oldu, göl oldu, deniz oldu. Denizler de sonsuz “sevgi” ve mutluluk okyanusuna dönüştü.
Artık damlalar yok, sonsuz mutluluk ve “sevgi” okyanusu vardı.
Her şey başladığı noktaya geri dönmüştü”.
Ne güzel bir masal değilmi, bizi gülümseten, düşüncelerimizi alıp götüren, bize iç çektiren, keşke böyle olsa dedirten bir masal. Bütün problemlerimizin “sevgi”yi unutmamızdan kaynaklandığını bu muhteşem gücü tekrar hatırladığımızda ızdırap ve problemlerden hızla uzaklaşıp mutluluğa kavuşacağımıza bize çok güzel anlatıyor gerçekten.
Yapmamız gereken çok basit değilmi, kalbimize, içimize dönmek, gönlümüzün sesini duymak ve onu yerine getirmek.
Sevgi korkudan özgürleşmektir diyor Eric From’da. Gerçekten de korkunun olduğu yerde sevgi olabilir mi, sizce de? Yeryüzünde üzerinde bu kadar yazılan ve konuşulan başka bir kelime var mı acaba? Bazı değerleri çok konuşmak ve yazmak acaba ona verilen önemi mi azaltıyor? Herkesin ağzında sevgi, evet gerçekten herkesin ağzında ama sadece ağzında, bu nedenle sevgi ortamı yeşeremiyor bir türlü. Onu ağızdan kalbe, gönüle bir indirebilsek bak o zaman neler olacak. Onun hakkında daha az yazılır ve konuşulur olacak ilk başta. İnsanın bir karışı yaklaşık 20-30 cm dir, aslında sevgiyi ortaya çıkarmak bir karışlık bir mesafe ihtiyaç var topu topu . Uzayda koloniler kuruyoruz ilerdeki yaşam için ama bir karışlık mesafeyi bir türlü alamıyoruz nedense. Bu nasıl bir ironi değilmi sevgili dostlar. Evet evet tam bir karış, ölçün isterseniz ağzımızla kalbimiz arasındaki mesafeyi. Dünyayı hatta diğer gezegenleri dolaşıyoruz ama iş bir karışlık mesafeye geldiğinde insan, insanlık müthiş bir direnç gösteriyor, isteksizlik gösteriyor. Neden, neden? Bunu hepimiz kendimize sormalıyız. Neden bu kadar mesafeyi katedemiyoruz ?
O yaşanacak, hissedilecek, duyguya dönüşecek ve sonunda eyleme dönüşecek. Kavgalar azalacak, anlaşmazlıklar azalacak, ızdıraplar, çirkinlikler, insan olmaya yakışmayacak davranışlar azalacak ve sonunda savaşlar azalacak giderek. Barış güvercinleri kaplayacak gökyüzünü özgürce uçan. Kalp, kalp olmanın mutluluğunu yaşayacak, teşekkür edecek sahibine gerçekten olması gerektiği gibi kullandığı için kendisini.
Dünyadaki değişik inanç sistemlerinde ve dinlerde ortak olan şey; ”insanı öldürme sev, ağacı kesme, ihtiyacı olana yardım et” değilmi? Yaradılıştaki en önemli şey aslında sevgi, Yaradan da evreni sevgi üzerine yaratmamış mı?
Ama yukarda da söylediğim gibi “Sevgi”ye dair neler söylenmemiş ki yeryüzünde, ama dünya durdukça yeni versiyonları yeni bakış açılarıyla, yeni yorumlarıyla, farklı coğrafya ve kültürlerden yeni katkılarla, belki çok minnacık farklılıklar taşıyarak devam edecek. Onun adına dağlar delinmiş, şiirler söylenmiş, şarkılar yapılmış, oyunlar yazılmış, filmler çevrilmiş, besteler yapılmış ve hâla yapılmakta ve bundan sonra da yapılmaya devam edilecek. Bazen de sessizce konuşmadan kalpten kalbe sözcükler olmadan dile getirilmiş “Sevgi”.
Sevginin de türleri var; insan sevgisi, çocuk sevgisi, anne-baba sevgisi, arkadaş sevgisi, eş sevgisi, dost sevgisi, usta-üstad-öğretmen sevgisi, hayvan sevgisi, Allah sevgisi, doğa sevgisi, bilge-peygamber sevgisi, evren sevgisi,….diye uzatabilirsiniz. Hepsinin temelinde tek bir sevgi türü varken sevgi de ne kadar çeşitleniyor değil mi? Bunu düşünmeliyiz diyorum. Karşımızdaki duruma göre sevginin türünü değiştiriyoruz hemen, nasıl da frekanstan frekansa atlayabiliyoruz değilmi? Bu da insan olarak kabiliyetimiz bizim aslında. Biraz önce söylediğim gibi aynı yerden kaynaklanıyor ama bizim zihnimiz onu duruma göre çeşitlendiriyor, ben böyle değerlendiriyorum en azından.
“Eğer Sevgi” ve “Çünkü Sevgi”den ne zaman kurtarırsak kendimizi ve ne zaman “Rağmen Sevgi”ye yani karşılıksız gönülden sevgiye geçersek; birbirimizi, doğayı, evreni böyle seversek işte o zaman müthiş bir değişim başlayacak kendimizde, çevremizde, dünyamızda ve evrende. Çünkü “Sevgi”den daha güçlü bir şey var mı, paranın bile yapamadıklarını sevgi yapar?
Önce kendimizi sevmeliyiz, her gün ayna karşısına geçip kendimize övgüler yağdırmalıyız, her şeyimizi sevmeliyiz. Evet sevmeye kendimizden başlamalıyız çünkü kendini sevmeyen kimseyi sevemez. Sevgi vermekten de korkmayalım, sevgi hazinesi bitmez tükenmez. Hatta verdikçe çoğalan bir yapısı var sevginin. Verdikçe çoğalan bir şeyi neden esirger ki insan, bunu anlamakta zorlanıyorum gerçekten. Ama etrafımıza, dünyaya baktıkça da her geçen gün daha fazla ihtiyacımız olan bir süreç içinde olduğumuzu görüyorum. İnsan en negatif ve en pozitif uçlar arasında dolaşabilen bir varlık. Sahip olduğu o müthiş potansiyeli hem iyilik ve sevgi, hem de kötülük ve nefret için kullanabiliyor. Ama seçmek özgürlüktür dedim ya ben seçimimi iyilik ve sevgiden yana kullanıyorum.
Sevginin kaynağı neresidir? Kalp dediğinizi duyar gibiyim. Bence “Gönül” dememiz daha doğru olacak. Çünkü gönül dediğimizde kalpten daha fazla bir şey geliyor aklımıza değil mi? Kalp, vücudumuza kan pompalama işlevini yapan özel bir kas sistemi aslında ama gönül deyince daha büyük bir şey aklımıza geliyor hemen, içinde daha başka ve daha çok şeyler olan bir kavram Gönül. Gönülün yuvası sizce bedenimizde nerede dersiniz ? Kalpte mi yoksa başka bir bölgemizde mi? Gönülün yuvası ruhumuzda bana göre, böyle deyince aklıma birden 2005 yılının bahar ekinoksundaki Antik Mısır seyahatimiz geldi. Kahire’de papirüs satan bir mağazayı geziyorduk, çok güzel papirüsler var ama içlerinden en anlamlısı “Mahkeme Günü” tablosu olandı baktığımda beni çekiyordu adeta. Tur rehberimiz ki bu konuda gerçekten çok deneyimli biri olan ve sonradan iyi bir dostum olan Ahmet, papirüsten yapılmış mahkeme günü tablosunu bize büyük bir sevgi ve heyecanla belki yarım saat anlattı. Mahkeme günü tablosunda o zamanki Antik Mısır’ın kalbe, gönüle bakışı vardı. Konumuzla ilgili olduğu için kısaca çok detaya girmeden anlatmak istiyorum. İnsanlar öldükten sonra bir mahkeme huzuruna çıkarılıyor, burada ölen kişinin kalbi terazinin bir kefesine konuyor, diğer kefesinde ise tüy var. Eğer terazi dengede olursa kişi cennete gidiyor. Bakarmısınız kalbe yani gönüle ne kadar değer veriliyor. Beyin veya başka bir organ teraziye konulmuyor, kalp konuluyor. Antik Mısır’ın binlerce yıl öncesinden insana bakış açısı işte bu. Bir de günümüze bakalım ve kendi kendimize düşünelim, ileriye mi, gidiyoruz geriye mi? Sizce?
Madem ki evreni oluşturan her şey Tanrı’nın yansımasıdır, bunları bir arada tutan da sevgidir. Sevdiğimiz ama her şeyi sevdiğimiz sürece gerçeğe yakınlaşacağız ve belki de bütünleşeceğiz. Doğaldır ki sevmek için de bilmek gerekir. Bakın bu konuda Paracelsus ne diyor:
“Hiçbir şey bilmeyen hiçbir şeyi sevmez. Hiçbir şey yapamayan, hiçbir şeyden anlamaz. Hiçbir şeyden anlamayan değersizdir. Oysa anlayan hem sever, hem her şeye karşı uyanık olur, hem de görür. Bir şeyde ne kadar çok bilgi varsa, o kadar büyük sevgi vardır.
Sevgi ve sezgi sayesinde bilgeler, binlerce yıldan beri bilimsel olmasa da mikro evrenden makro evrene kadar çok şeyi kavrayabilmişler.
Şunu alışkanlık haline getirelim ve kendimize her ne durumda olursak olalım şunu soralım;
”BEN ŞİMDİ SEVGİDE MİYİM ?”
Sevgiyle kalın, sevgide kalın…
Facebook Yorum
Yorum Yazın