12 Eylül 2010 tarihinde yapılan anayasa referandumu, anayasa değişikliğinin ötesinde sembolik bir öneme sahiptir. Siyasetten hukuka, güvenlikten eğitime kadar kurumların sorgulanması gereken bir sürecin başlangıcı olduğunu düşünüyorum bu referandumun. Her kurumun bir başka kurumdan rol çalarak, kendi görev alanının dışında icra-ı sanat eylediği abes bir durumun son bulacağını umuyorum. Referandum sonuçlarının böyle bir süreci başlatacağını, başta siyaset kurumu olmak üzere bütün kurumların "mış" gibi yapmanın ötesinde daha sahici bir hüviyete kavuşacağını düşünüyorum.
Mesela siyaset, Türkiye'de toplumsal talepleri yansıtan ve toplumdan güç alan bir temsil grubu gibi algılanmadı genellikle. Bunun yerine devlet elitinin verdiği sabit kararları toplum katına indirmeye yarayan aracı bir kurum gibi algılandı. Tabii ki durum böyle olunca, toplumun talepleri istikametinde değil, devletin kararları doğrultusunda siyaset yapıldı. Yani siyaset yapılamadı.
Sistem gereği siyasetçinin meşruiyetinin kaynağı halkın oyudur. Anayasa gibi bir temel metnin bu genel meşruiyetini garanti altına alması gerekir. Oysa Türkiye'de durum oldukça farklıdır. 61 Anayasası'nın yapılmasına katkıda bulunan ve 1974 Kıbrıs Harekâtı'nda koalisyon hükümetinin CHP'li Dışişleri Bakanı olan Turan Güneş, 61 Anayasası'nın çelişkilerle dolu bir anayasa olduğunu belirtiyor.
"Bu anayasa, siyasi partilerin genel oya verdikleri önem ile Türkiye'nin seçkinlerinin genel oy karşısındaki korkularını birlikte yansıtan bir anayasa. Çelişkilerle dolu bir anayasadır"
Türkiye seçkinlerinin korkuları, ellerinde bulundurdukları gücü daime halkın karşısına çıkarmalarına neden olmuştur. Türkiye, siyasetin sahici bir biçimde yapılamadığı, yarım yamalak yapılabilen bir siyasetin de periyodik olarak darbelerle önünün kesildiği bir muz cumhuriyeti haline dönüştürülmüştür.
Bu referandum sonucunda, genel oyun güçleneceği, meşruiyet üretmek isteyenlerin halktan oy almak zorunda olduğu bir süreç başlayacaktır.
Genel oy, halkı iktidara nisbî de olsa ortak eder. "Türkiye'nin Seçkinleri" (!) bu ortaklığı hazmetmek durumundadırlar. Hem demokrat olup, hem genel oya karşı olmak, onun sonucunda oluşan parlamentoya karşı olmak; bu çelişkiler devam ettirilemez. Bu, meşhur Maarif Nazırı Haşim Paşa'nın, "okullar olmasaydı Milli Eğitimi ne güzel idare ederdik" demesi gibi komik bir durumdur. Referandumdan çıkan sonucun bu komikliği ortadan kaldırması kuvvetle muhtemeldir.
Referandumun Sonucu Hakkında Değerlendirmeler
Bu referandumda muhalefet partileri kara propaganda yapmışlardır. Negatif bir kampanya yürütmüşlerdir.
1- Öncelikle bunu 26 maddelik kısmî bir anayasa değişikliği olarak görmek istememişlerdir. AK Partiye güvenoyu haline getirmişlerdir.
2- EVET çıkması halinde ülkenin bölüneceği temasını işlemişlerdir.
3- AK Partinin toptan bir anayasa değişikliğini istemediğini, yapılan kısmî değişikliklerle yargıya hâkim olmak ve "sivil dikta" kurmak istediğini iddia etmektedir.
4- Devlet eliyle oluşturulan "laik cemaatin" hayat tarzına müdahale edileceği korkusunu pekiştirmeye çalışmışlardır.
Bu ve benzeri sanal korkularla kendi tabanlarını tahkim etmek ve diğer kitleyi de korkutarak oy almak istemişlerdir. Siyasal iktidarın "evet" çıkması halinde bunları yapacağını söyleyerek korkutmaya çalıştıkları kitlelere, kendilerinin ne yapacaklarını söylememişlerdir.
Eğer, değiştirilmek istenen anayasa maddeleri referandum sürecinde konuşulmuş olsaydı, nefret oylarının dışındaki tüm oylar "evet" olarak çıkardı. Ki "evet"in oranı bu durumda %70'leri aşardı. Ancak mesele, AK Partiye güvenoyuna dönüştürülünce "evet" oyları %58'e gerilemiştir.
Ülkenin bölüneceğine ilişkin söyleme de halkın prim vermediği görülüyor. Bu söylemin en çok kabul görmesi gereken Orta Anadolu ve Doğu'nun Erzurum, Malatya, Elazığ gibi illeri aksine yüksek oranda "evet" diyerek bu korkuya itibar etmediklerini göstermişlerdir.
Sayın Başbakan referandumun hemen akabinde yaptığı ihatalı ve güzel konuşmasında yeni bir anayasa çalışmasına hemen başlayacaklarını ve 2011 seçimlerinden sonra anayasayı değiştirmek için girişimlerde bulunacaklarını kamuoyuna açıkladı. Böylece, muhalefetin "AK Parti'nin yeni bir anayasa istemediği" iddiası da çökmüş oldu.
Bu arada şunu da hatırlatmakta yarar var. CHP lideri Kılıçdaroğlu Anayasa yapmak için seçimi beklemeye gerek olmadığını, seçimden önce gerekli çalışmanın yapılabileceğini ifade etti. Sayın Başbakan da bu talebi samimi bulmadığını söyledi. Başbakan bu düşüncesinde pek de haksız sayılmazdı. CHP'nin eski ve yeni genel başkanları ve kamuoyuna söz söyleyen temsilcilerinin tamamı bu Meclis'in kısmî anayasa değişikliği yapma meşruiyetlerinin olmadığını söylediler. Şimdi ise Kılıçdaroğlu, kısmî değişiklik yapma meşruiyeti olmayan Meclis'in yeni bir anayasa yapmasını teklif ediyor. Ne oldu da aynı Meclis, anayasada kısmî değişiklik yapma konusunda gayr-i meşruluktan meşruiyete yükseldi? Bu çelişkinin bir izahı yok. Sayın Başbakan samimiyetlerini sorgulama konusunda haklı değil mi?
CHP bu konuda samimi olduğunu göstermek istiyorsa ülkenin kanayan yarası olan "başörtüsü sorunu"nun çözümüne katkıda bulunabilir. Bu, samimiyeti sözden öte uygulamalı olarak ortaya koyabilecek bir testtir. Başörtüsüne özgürlük konusunda katkı veren CHP hem kendisine hem de ülkeye olumlu bir katkıda bulunmuş olur.
Sekiz yıllık AK Parti iktidarı döneminde, devlet eliyle oluşturulmuş olan "laik cemaatin" hayat tarzı korkusunu destekleyen kayda değer hiçbir olay olmadı. Onlar sanal korkularının giderilmesini istiyorlar. Bugüne kadar
ülke insanlarının bir büyük kısmına reel korkular yaşatmış ve bu korkuları yaşayanların duygularına istisnalar dışında zerre miktarı saygı göstermemiş olanlar, "biz korkuyoruz", "bizi pışpışlayın" diyorlar.
Bu korkularını bilimsel bir kılıfa sokarak, kelime oyunları yaparak söyleyebilme imkânına sahipler. Gerçek saldırılar ve gerçek korkular yaşayanlar bu gerçeklikleri, gerekli ve uygun yollarla kamuoyunun önüne getirmekte maharetli değiller.
Eski Cumhurbaşkanı A.N. Sezer, seçilmiş vekillerin başörtülü eşlerini dışlayan davetiyeler gönderdi. Bugün insan hakları konusunda hassasiyet sergileyenlerden çok azı dışında hiç kimse bu konuyu bir "hak sorunu" olarak gündeme getirmedi. Haksızlığa uğrayanlar da azgınlık gösterip, Cumhurbaşkanına saygısızlık yapmadılar.
Bugün ise, korktuklarını söyleyenler, bir basketbol maçında ülkenin Cumhurbaşkanına ve Başbakanına azgınca saldırılarda bulunuyorlar. İktidara sürekli olarak "korkanların korkularını gidermesi" hususunda telkinde bulunan bir kısım köşe yazarları ve entelektüellerin çoğu bu saldırıyı kınamadı.
Evet, iktidar bu korkuyu analiz etmelidir. Bize kalırsa "bu hayat tarzı korkusu" sanal ve ihdas edilmiş bir korkudur. Tekil olaylar üzerinden üretilip, siyaset üzerinde baskı aracı olarak kullanılmak istenilmektedir. Yani bugüne kadar irtica ve ilericilik-gericilik üzerinden üretilen gerilim ve bu gerilimden beslenen siyaset, şimdi "hayat tarzı" üzerinden oluşturularak gerilimle beslenmek isteniyor. Buna prim verilmemelidir.
Hayat tarzı korkusunun ötesinde asıl var olan şey "nefret"tir. Başörtülüden, müslümandan, Kürtten nefret eden bu insanlar, nefretlerini gizlemek için hayat tarzı korkusunu pompalıyorlar.
%42'yi anlayalım. Tamam da %42 de, %58'i anlama konusunda bir çaba içinde mi? Şimdi Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı eski Danıştay Başsavcısı olan arkaik faşist hanımefendiye kayda değer bir şey söylendiğini biz duymadık. Kısaca, birbirimize saygı duymalıyız. Ama bu tek taraflı olmaz. Saygı görmek isteyenler, saygı göstermek zorundadırlar.
Görüldüğü gibi muhalefetin temel argümanları halkımızın büyük bir çoğunluğunun iltifatına mazhar olmamıştır.
Referandum Sonuçları Bir Dönüm Noktasını mı İşaret Ediyor?
Bu soruya rahatlıkla evet diye cevap verebiliriz.
1- 17 defa değişiklik yapılan 1982 darbe anayasasında, vesayet düzenini sarsacak yegâne değişiklik bu referandumda yapılmıştır. Vesayetin en önemli kurumlan olan HSYK ve AYM'nin oluşum tarzı değiştirilmiştir.
2- Anayasada yapılan bu değişiklik, Türkiye'de sivil bir anayasa yapmanın yolunu açmıştır. Normal zamanlarda sivil bir insiyatifle anayasa yapabilme imkânı, halkın kendine güven duymasını sağlayacaktır. Bunun çok önemli olduğunu vurgulamalıyız.
3- Türkiye'de siyasetin yapısı ve dolayısıyla siyasal kurumlar, bir yenilenme ihtiyacı hissedeceklerdir. Bilhassa, vesayet sisteminden beslenen siyasal partiler reel siyaset yapmak sorunuyla karşı karşıya kalacaklardır. Vesayet sisteminin siyasal uzantısı durumundaki CHP ve onun mümtesibi olan “laikçi cemaat”ine, halkının oyuna ihtiyaç duymadan iktidara ortak olma döneminin son bulduğunu söylememiz lazım.
4- Ahalinin verdiği oyun iktidarı belirleme katsayısının eskisinden daha yüksek olacağını söyleyebiliriz.
5- Kurucu ideolojinin tasfiye edildiği veya en iyimser tahminle kendini yenilediği bu zaman diliminde Türkiye’nin kurucu ideolojisinirı değişmemesi beklenemez. Dolayısıyla bu ideolojiye kendini refere ederek varlığını devam ettiren kurumların da ciddi bir değişim geçireceğini söyleyebiliriz.
6- Vesayetin zayıflaması, reel siyaset yapma imkânını doğuracaktır. Siyaset, Türkiye'nin temel sorunlarına daha özgür ve korkusuzca yaklaşma imkânını bulacaktır. Önümüzdeki dönemin bu anlamda toplumun normalleşme dönemi olacağını söylemek yanlış olmayacaktır.
7- Bu referandumdan toplumun bölündüğü sonucunu çıkarmaya uğraşanlar var. Bu mevhum bölünmeyi yeni siyasetin bir argümanı haline getirmek istiyorlar. Türkiye haritasında "evet"in, "hayır"ın, "boykot"un çoğunlukta olduğu yerleri tamamen ayrı renklere boyayarak, buradan bölünmüşlük çıkarmak ciddi yanılmalara sebep oluyor. Oysa % 60-70 evet veren yerde % 30-40 hayır vardır. % 60-70 evet veren yerde %30-40 evet vardır. Boykot bölgesi için de aynı durum geçerlidir. Bu referandumda bir soru soruldu, iki cevap alınacaktı. Referandumdan Türkiye'nin geleneksel oy dağılımını yansıtacak dengeli bir oy dağılımı çıkmıştır. Bunun tersi ülkenin tek renge boyanması olurdu ki, bu ancak totaliter ülkelerde olur.
8- "Türkiye'nin okumuş kesimleri CHP'ye oy veriyor. Daha az okumuşlar da AK Parti'ye oy veriyor" efsanesi, Ömer Çaha'nm yapmış olduğu araştırmayla geçerliliğini yitirmiştir. Ömer Çaha'nm yaptığı araştırma bu partilere oy verenler arasında kayda değer bir eğitim farkı olmadığını ortaya koymuştur.
CHP, devletin pozitif ayrımcılık yaparak kazandırdığı eğitim avantajını da kaybetme aşamasına gelmiştir.
9- BDP'nin boykotu bölgenin bazı şehirlerinde etkili olmuştur. Ancak BDP belediye başkanlığını aldığı birçok şehirde etkili olamamıştır. Bundan iki sonuç çıkarabiliriz:
a- BDP Kürt siyasetinin önemli bir aktörüdür. Ama yegâne aktörü değildir
b- Boykotun BDP'nin amaçladığı boyutta olmaması, bölgede yeni siyasal oluşumların çıkacağının işareti olarak algılanabilir.
10- Bugüne kadar Türkiye'de doğrunun belirlenmesi gücünü elinde bulunduranlar ve toplumu bu doğrulara (!) mahkûm edenlerin güçlerinin azaldığını söyleyebiliriz.
Nihaî tahlilde referandumun Türkiye halkı açısından olumlu bir sürecin başlangıcı olduğunu söyleyebiliriz. Ama sadece bir başlangıç. Süreci tersine çevirmek için elinden geleni ardına koymayacak bir gücün varlığını ihmal etmeden süreci geliştirmek kaydıyladır ki iyi sonuçlara ulaşılabilir!
Bir Hatırlatma: Halk Gözleriyle Düşünür
Kabul edelim ki, bu referandumun galibi AK Parti'dir. Şu veya bu biçimde topluma umut veren, pozitif bir söylem tutturan yegâne partiydi AK Parti. Cari sistemi diğerlerinden daha iyi yürütmesi, sermayenin dağılımı konusunda yoksul kesimleri diğerlerine nazaran daha fazla gözetmesi, AK Parti'nin başarısında etkili olmuştur.
Bazı araştırmacıların söylediğine göre AK Parti bir su gibi topluma yayılmaktadır. AK Part'yi iktidar yapan bu yayılmadır. CHP ise derinleşmekte ve yoğunlaşmaktadır. Bu parti iktidar olmakta zorlanıyor, ama toplumda dayanacağı bir kesimi de kemikleştiriyor. Sistem içinde kendini kolayca vazgeçilemeyecek bir figür olarak tahkim ediyor.
DP, AP, ANAP çizgisi derinliği olmayan yüzeysel bir yaygınlıkla iktidarlarını sürdürüyorlar. Ancak tam bir beka sorunu ile karşı karşıya kalıyorlar. Anavatan Partisi bunun tipik bir örneğidir. İki dönem iktidar olmuş, sonraki zamanlarda iktidar ortağı olmuş bir parti şu anda yok. Çünkü bir toplumsal derinliği yok.
AK Parti'nin kendisini iktidara getiren yaygınlığının yanında, beka sorununu halletmek için derinliği de dikkate alması lâzım. Yaygınlığı olan derinlik, halkın değerlerini dikkate almak, o değerleri politikasının bir vazgeçilmezi yapmakla mümkün olabilir. Siyaset ahalinin çıkarlarını dikkate almadan götürülemez. Ancak değerlerden bağımsız bir siyasetin de uzun ömürlü olması beklenemez. AK Parti değerlere bağlı çıkarlarla beka sorununu halledebilir.
Bir başka konu da halkın arzu, istek ve değerlerine dönük politika yapmaktan vazgeçmemek. Yani Sayın Kemal Karpat'ın deyimiyle halk eliti olmak siyasi mekanizmayı kalıcı kılan sonuçlar doğurur.
"Fakat burada bazı incelikler mevcuttur. Halk arasından çıkacak, demokrasiye önderlik yapacak kişilerin halk eliti olmaları gerekir (.......) Halk eliti olmak demek, halkla kültürel, ruhsal bağlarını devam ettirmek, onun çıkarlarını göz önünde tutmak ve ona göre bir idare yaratmaktır. Eskiden bizim elitler, eski yaşamda öteden beri mevcut elitlerin safhasına geçince nereden geldiğini unutur ve yeni mensup olduğu elit sınıfının felsefesini bütünüyle hatta fazlasıyla kabul ederek, ona göre bir yaşam, düşünce tarzı üretir. Eski elitlerin felsefesini bir kat daha güçleştirir. Halk arasından çıkan elit, güç sahibi olduklan halde halkla, halk kültürüyle ilişiklerini devam ettirir, böylece hükümetin devletin halkla bütünleşmesini sağlamalıdır." (Fadime Özkan'ın Kemal Karpat ile röportajı, 20.09.2010 Star gazetesi)
Değerlere bağlı olan, değer eksenli ama çıkarları ihmal etmeyen veya çıkarları değerlere bağlayan bir anlayışla siyaset yapılmamalıdır. Bu nisbeten yapılabildiği için bazı şeyler başanyla yapılabilmiştir.
Halk eliti olmanın bir önemli yanı da "halkın gözleriyle düşündüğünü unutmamaktır." Sayın Başbakan'ın buna dikkat ettiğini ama genel anlamda ekibinin bu gerçeği dikkate almadığını görüyoruz.
Siyasette Üslûp Sorunu
Bu referandumda siyasi üslûp gergin olarak götürüldü. Burada iktidar ve muhalefetin elbette ortak kusurları vardır. Ancak muhalefetin ölçüsüz, endazesiz sözlerine Başbakan'ın muhatap olmaması iyi olurdu. Ama nihayet Başbakan'ın da "insan" olduğunu unutmamak lazım.
Sayın Kılıçdaroğlu'nun referandum konuşmalarından bazı örnekler verirsek ne demek istediğimiz daha net anlaşılır.
"Bu yasayı, (ahlak yasasını) çıkaracağız ki, artık ülkede naylon faturacıdan Maliye Bakanı, Ali Dibo'cudan Adalet Bakanı, kalpazandan da Başbakan olmasın."
"Receb'in bir derdi var. O da 12 Eylül'de evet çıkanp Yüce Divan'dan yırtmaktır."
"Ben onlara Adaletten Kaçanlar Partisi diyorum. Hiç ses çıkarmıyorlar."
"Sizin gönlünüzde yatan 'Ben fındık üreticisinin alın terini nasıl hortumlarım? Nasıl malını götürürüm, nasıl yürütürüm?' Diyordu ya 'Ben yürütmenin başıyım.' Sen, yürütmenin başısın, ben onu çok iyi biliyorum."
Sayın Başbakan'ın CHP'nin cemaziyelevveline ilişkin söyledikleri bazı tarihi yanlışları bir yana bırakırsak, bir tek soy sop meselesinde söyledikleri ciddi bir biçimde sıkıntılıdır. Ama Kılıçdaroğlu'nun söyledikleri yanında o bile hafif kalır.
Kılıçdaroğlu, Sayın Başbakan'ın hırsızlığından, kalpazanlığına kadar her şeyi fütursuzca söyleyebilmiştir. Ne denir: "Üslûb-u beyan ayniyle insandır."
Ancak Türkiye siyasetinin vazgeçilmez unsurları olan siyasal partilerin liderleri ve mensupları, ölçüsüzce yaptıkları nitelemelerle, yüz yüze bakmayı imkânsız hale getirmemelidirler. Öfkeyle kızaran ağızlardan çıkan sözler, utançla kızaran yüzlere sebep olurlar. Oysa bu ülkenin, serinkanlılıkla tartışılması gereken ortak sorunları vardır. Bu sorunlar elbette birer siyasal temsil kurumu olan, siyasal partilerin liderleri ve mensupları tarafından konuşulacaktır. Bu referandumda kullanılan üslûp, yüz yüze bakmayı bile zorlaştıracak bir üslûptur.
Oysa siyaset, zerafetle yapılan bir eleştiri ve nükteyle zenginleşebilen bir uğraştır. Nejat Muallimoğlu'nun "Politikada Nükte" isimli değerli eseri bu zarif nüktelerle doludur.
Üslûp meselesini iki küçük örnekle bitirelim. Çetin Altan, Meclis kürsüsünde yaptığı bir konuşması esnasında sık sık kendisine müdahale eden Meclis Başkanvekili Ahmet Bilgin'e sert çıkıp, "Sözümü kesmeyin, konuşmamı bölüyorsunuz" deyince, bu tepkiyi beklemeyen başkanvekilinden, "Ben Meclis Başkanıyım, oturduğum makamın gereğini yapıyorum" cevabını alır. Ancak Altan'ın bu otoriter tona karşılığı, kızgınlığın hazır cevaplılığıyla gelir: "Siz orada bir marangoz hatası nedeniyle bulunuyorsunuz..." Meclis Başkanı sözünü geri almasını ister. Sayın Altan tekrar kürsüye çıkar, "Sizin benden yüksekte oturmanız marangoz hatası değildir" diyerek zarif bir nükteyle sorunu bitirir.
Yine Üstad Necip Fazıl'a atfedilen bir olay vardır. Necip Fazıl sakal bıraktığı bir dönemde bir davadan dolayı mahkemeye çıkar. Saçı sakalı birbirine karışmış olan Necip Fazıl'a hâkim biraz da istihza ile, "maymuna dönmüşsün Necip" der. Necip Fazıl arkasını hâkime çevirerek duvara doğru döner ve "Şimdi de duvara döndüm" der.
Görüldüğü gibi zarif ve zekice nüktelerle cevaplar da verilebiliyor. Tanpınar, "istihza zekânın hakkıdır" der. Siyasi liderlerimiz zekâlarının haklarını verirlerse, daha zarif bir üslûpla yapılmış kampanyalara tanık olabiliriz. Kaynak:Umran Dergisi Ekim 2010
Facebook Yorum
Yorum Yazın