Ramazan Medeniyeti

Dr. Süheyl Ünver Hoca (1898-1986) son derece üretken ve geniş malumatlı bir kalem ehliydi. İnanılmayacak kadar çeşitli bahislerde yazdığı iki bine yakın yazı içerisinden Ramazan’la ilgili olanları bundan çeyrek asır evvel bir kitapçıkta derlenmişti.* Bütün yazıları ayrı ayrı üzerinde durulmayı hak ediyor; ancak özellikle kitabın son yazısı olan “Ramazan Medeniyeti”, defalarca okunup not ve ders alınacak unutulmuş hatıra ve hikmetlerle dolu olduğu için sayfamızın misafiri olacak.

Radyo ve televizyon olarak TRT’ye mahkûm olduğumuz yıllarda Ramazan geceleri eğlenceyle, eğlence de kantocular, orta oyuncuları, Direklerarası’ndaki tiyatro kumpanyalarından sahnelerle özdeşleştirilmiş gibiydi. Ramazan’da eğlence denilince Dümbüllü İsmail, Şehzadebaşı’ndaki sinemaların önünde piyasa yapıp mendil düşürenler, Kantocu Peruz, Deniz Kızı Eftelya ve İncili Çavuş fıkraları gelirdi akla. Oysa bu, son derece yanıltıcı ve tek yanlı bir Tanzimat sonrası yoz Ramazan anlayışıydı ve tamamen nevzuhurdu.

Başka bir deyişle ağırlıklı olarak 1860’lardan başlayıp 1920’lere kadar devam etmiş bulunan kırma/karma bir alafranga, hatta züppece eğlence hayatıydı sergilenenler ve bırakınız Anadolu’yu, İstanbul’da da son derece dar bir zümreye hitap ettiği halde sanki eskiden bütün İstanbul ve Osmanlı dünyası bu şekilde eğlenirmiş gibi sahte bir algı uyandırılıyordu.

Buna mukabil İstanbul’da asıl büyük ve şimdi olduğu gibi sessiz kalabalıkların rahmanî Ramazan gün ve gecelerini nasıl coşkuyla ihya ettiklerini yeterince bilmiyoruz. Bu bilgiler unutulmuş, genellikle hatıratların şurasında burasında saklı kalmış durumda. Onları saklandıkları yerden bulup çıkarmak bu ülkenin hakiki tarihçilerinin asli vazifelerinden olmak gerekir.

İşte Osmanlı devrinin o son güzel hakiki Ramazanlarının nasıl yaşandığını hatırlatan Süheyl Ünver hocanın bir çırpıda anlattıkları. Dikkat ve ibretle kulak kesilelim söylediklerine:

Ramazan ayında mahya, temizlik, rabıtalık, ahlak tasfiyesi, günah ve zararlı şeylerden çekinme, yerinde eğlenebilme, dinlenebilme, cömertlik ve herkesi düşünmek terbiyesini bir araya getirerek, bir Ramazan medeniyeti vücuda getirmiş ve bunu İstanbul’da teksif etmişiz (ete kemiğe büründürmüşüz).

(...) Ramazan, her sınıftan halkın benimsediği bir mevzu olmuş ve herkeste çocukluğundan beri gelen devamlı ve azalmayan intibalarla (izlenimlerle) daha Ramazan biterken, ‘gelecek sene Ramazan’ına on bir ay kaldı’, diye bir sevinçle, gelecek seneninkine mahsus tasarılarıyla hoş bir sene daha geçirmişler ve ömürlerini, geçirecekleri hoş Ramazanlara bağlamışlardır. Ölmek isteyenler bile, “Şu Ramazan’ı da göreyim de öyle..” diyerek hayatında bir defa daha idrak etmekle noksansız (eksiksiz) ahirete göçmeyi düşünmüşlerdir.

Ramazan bir ay, bazen 29, bazen 30 gün sürer. 29 gün Ramazanlarında, “Bizim bir günümüzü çaldılar” diye alakalarıyla serzenişlerde bulunurlar. 30 gün oruç tutanlar bayramın birinci günü oruç tutmadığından bir şey yemeğe utanır ve bir nevi gündüz yemenin acemiliği ve mahçupluğu içindedir. Adeta giden Ramazan’dan sıkılır [‘utanır’ anlamında-MA]. Ramazan gidiyor, acaba bir daha seneye çıkacak mıyım? diye ağlayanları bilirim ben.

(...) Adeta Ramazan yalnız bir oruç ayı değildir. Sanki Peygamberimiz şehirlerimize gelir, hepimizin saadet ve fakirhanelerimize (evlerimize) ruhen misafir olur. Asıl bayram, Ramazan bittikten sonra değil, bizzat Ramazan’da olur. Öyle ki bu bayram, senede bir ay gelir ama onun gelmesi tam on bir bayram sevinci içinde geçer. Her hakiki Müslüman’ın gönlünde Allah korkusu kadar Ramazan sevgisi de yer etmiştir. Bayram değil, Ramazan düğün ayıdır. O düğüne herkes müştaktır (onu sabırsızlıkla bekler). “Ramazan’a çok şükür on ay kaldı”, diye bir ay daha yaklaşmanın sevinciyle gözleri yaşaranları bilirim.

(...) Kadir günü Müslümanların çok müteessir (üzgün) bir günüdür. Allah kabul etsin, diye bütün dualar o gün sona erer. Yani Ramazan bi’l-kuvve (potansiyel olarak) Kadir’de sona erer. Sonunda bi’l-fiil (gerçekten) biter. Camilerde “Elveda” avazelerinden ağlamadık can kalmaz. Artık o ismi var, cismi yok bir Ramazan, ömürler oldukça gelecek, tıpkı bir kuyruklu yıldız gibi seyredecektir. Fakat kuyruğunu götürmez, bırakır. Ondan Türkler bir Ramazan medeniyeti kurmuşlardır...

Rahmetli Süheyl Ünver Hoca’nın bu paha biçilmez değerdeki sözlerine herhangi bir ilavede bulunmaya gerek yok aslında. Yine de doğru anlayıp anlamadığımızı kontrol babında şunları söylememe izin verin lütfen:

Ramazanlar Müslüman hayatının etrafında döndüğü eksendir. Onun içindir ki, “On Bir Ayın Sultanı” diye selamlamak adettir onu. Bunun manası, Ramazan’ın diğer 11 ayın yöneticisi, yani efendisi, patronu olduğudur. Adeta Ramazan hakiki aydır da, diğerleri gölgesidir. Rabbimiz bize esasen Ramazan’daki gibi yaşamamızı tavsiye ediyor, bunu da bizim irademize bırakmıyor, bir tür hızlandırılmış eğitimden geçirerek nasıl yaşamamız gerektiği noktasında müdahale edip yönlendiriyor. Yani bir bakıma ‘Ben aslında sizin Ramazan’daki gibi yaşamanızı ve ibadet etmenizi istiyorum. Lakin irade-i cüz’iyyenize de müdahale etmiyor, sizi 11 ay büyük ölçüde kendi başınıza bırakıyorum. Fakat 11 ay sonra yine Ramazan’da huzuruma geleceksiniz; o zaman sizi bir nevi staja alarak, üzerinizden dünyanın tozunu, toprağını temizleyerek garip kalmış gönül gözünüzü açmakla yetiniyorum’ demiş oluyor.

Bir Müslümanın hemen bütün bir ruh hayatı Ramazan’ın etrafında şekillenmekte, bir yıl içerisinde tabiatıyla kaybettiği irtifaya yine Ramazan sayesinde yükselebilmektedir. “Hay Allah, bu yıl yine Ramazan nasıl da geldi” şaşkınlığını isterseniz yukarıda Süheyl Hoca tarafından anlatılan tabloyla karşılaştırmayı bir deneyin. Günümüzün dünyaya boğazına kadar batmış Ramazan algısı ile bayramın daha ilk gününden itibaren bir dahaki senenin Ramazan’ını özlemeye, beklemeye, müştak olmaya başlayanların “On bir Ayın Sultanı”nı karşılaştırmak her bakımdan faydalı olacaktır diye düşünüyorum.

Tabii bize kaybettiklerimizi hatırlatması kaydıyla…

Mesela şu eski bayram tebriği cümlesindeki zarafetlerin hatırlanmasında olduğu gibi:  “Iyd-i sa’îdinizi tebrik eylerim efendim.”