Orta Doğunun Kaynak Laneti

Ortadoğudaki baskı iktidarları gençlik ve halk direnişlerine bir bir boyun eğiyor. Aslında, kendilerini “atababa” olarak gören bölge liderleri,“evlatlarından” bu direnişi hiç beklemiyor, koruyucu kanatlarını onların üzerlerinden asla çekmeyi düşünmüyorlardı. Onlara göre kendilerinin sonu çocuklarının (halklarının) sonu demekti.  Hatta devrik diktatör Mübarek’in “platonik babacanlığı” dillere destan olmuş, dünya başkentlerinde politik bir latifeye dönüşmüştü: Rivayete göre, vakit gelmiş, Mübarek ölüm döşeğine düşmüş. Yaveri yanına gelmiş ve sormuş: “Muhterem Reis, halkınıza bir veda konuşması yapmayacak mısınız?” Mübarek gözlerini açmış ve telaşla “Ne oldu? Ne var? Halk nere gidiyor ki?” demiş.

Mübarek’in gerçekten hiç bir yere gitmeye niyeti yoktu. Ancak Mısır halkı sonunda onsuz bir yürüyüşe karar verdi. Artık Mısır kendi kaderini kendi eline aldı. Mübarek tarihin tozlu sayfalarında kalırken, Mısır şimdi (aksak topal da olsa) yeni bir geleceğe ilerliyor. Bir çok siyasi otoriteye göre, Mısır’ın demokrasi ve refah yolculuğu çok daha önceleri başlayabilirdi. 1980’lerdeki küresel demokratikleşme rüzgârlarından Mısır’ı alıkoyan engel “diplomatik petroldür”. İlkonce, soğuk savaş döneminde Moskova ve Washington’un Mısır’ı kazanmak için dış yardım yarışları, petrol zengini körfez ülkelerinin ve Mısır’lı gurbetçilerin yatırımları ve nihayet 1980-90’larda Mısır’ın kendi doğal gaz ve petrolünü keşfi halkın direnişini geciktirdi. Mısır petrol ve doğal gaz bulduğunda, halk yerden nimet fışkırdığını zannetmişti, lakin bu zenginlik bir türlü nimet olup üzerlerine yağmadı. Aksine, yerden fışkıran kara fosil, zamanla Mısır halkının kara bahtı oldu…

Ortadoğu uzun yılllar batıdan doğuya hafsalaları zorlayan büyük bir bilmeceydi. Petrol zengini Ortadoğu ülkelerinin neden halkları fakir, yönetimleri anti-demokratikti? Halbuki, bir çok bilimsel araştırmaya göre, ülkeler zenginleştikçe, yönetimler demokratik-leşmektedir. Ancak Ortadoğu gösteriyordu ki, bu sürecin bir istisnası var. Eğer milli zenginlik çoğunlukla petrol  (doğal gaz, elmas, altın, bakır) gibi doğal kaynaklara dayalıysa, o ülkede demokratikleşme sürecinin yavaşladığı veya tamamen durduğu belirlenmiştir. Son yapılan çalışmalar, kaynak zengini ülkelerin (kaynak fakiri ülkelere göre) sadece daha anti-demokratik değil, ekonomik gelişme olarak daha geri ve sivil çatışmalara daha açık olduğunu bulmuştur. Zengin ülke, fakir ve bastırılmış halk tezatına politik ekonomide “bolluk paradoksu”, “kaynak laneti” veya “Hollanda illeti” denmektedir. Bolluk paradoksu, ekseriyetle, petrole hukuk ve demokrasisini yerleştirdikten sonra ulaşan Norveç, Danimarka, İngiltere ve ABD gibi gelişmiş ülkelerden ziyade, henüz bu süreci tamamlamadan ulaşan ülkelerde görülmektedir. 1965-98 arası petrol zengini OPEC ülkelerinin kişi başına geliri ortalama %1.3 gerilerken, gelişmekte olan fakir ülkelerin gelirinin %2.2 artması, bahsi geçtigi uzun yıllar politik ekonomi uzmanları arasında bilimsel bir bulmacaydı. Bazı yeni çalışmalar, petrol fiyatları ile demokratikleşme arasında ters bir orantı bulmuştur. Stanford Üniversitesi öğretim üyesi Profosör Lary Diamond’a göre, ihracat gelirlerinin kahir ekseriyetini petrol ve doğal gazdan kazanan 23 ülkenin hiç birisi demokrasi değildir. Freedom House’a göre, petrol fiyatlarının tavan yaptığı 2007 yılı, Soğuk Savaştan bu yana dünyada özgürlüklerin gerilediği en kötü yıl olmuştur. Ham petrolün fiyatı artıkça, petrol zengini ülkelerde, konuşma hürriyetinin, basın özgürlüğünün, serbest ve adil seçimlerin, örgütlenme özgürlüğünün, hükümet şeffaflığının, yargı bağımsızlığının, kanun düzeninin, bağımsız parti ve sivil toplum kuruluşu (STK) oluşturmanın yara aldığı görülmüştür. Aksine, petrol fiyatları düştükçe, özgürlük göstergelerinin önemli ölçüde düzeldiği gözlemlenmiştir.

Tevekkeli degil, bugün Ortadoğu’da demokrasiye en yakın ülke bir damla petrolü olmayan Lübnan’dır. Yine, Körfez Ülkeleri arasında, ilk defa serbest ve adil seçimler düzenleyen, kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanıyan ülke, petrolü en erken biteceği tespit edilen Bahreyn’dir. Bahreyn ekonomisinin petrole bağımlılığını azaltmak ve halkın iş verimliliğini artırmak için dışardan uzmanlar tutmuş, eğitim sistemini yenilemiş, meslek okulları açmış, öğretmenlerini yeniden yapılandırmış, hantal KİT’lerini elden çıkarmış, dışardan teknoloji ve üretim yatırımlarını özendirmiştir. Ancak, 1998’de Bahreyn ilk yolsuzluk tartışmalarını ve yasal reformlarını başlatırken petrolün varil başına fiyatı sadece $15 dolardır. 2007’de petrol fiyatları $150 doları görünce, reformlar hız kesmeye başlamış, ülke yönetimi sloganını “milli zaruretten”, “milli emele” dönüştürmüştür [Muhtemelen, Bahreyn bugün reformların hız kesmesinin ceremesini yaşıyor. Gözü açılan halk anlaşılan kısmen değil tamamen yönetime talip]. Nijerya ise tam bir ders kitaplık vaka. Bu ülke petrolden son 30 yılda çeyrek trilyon doların üzerinde para kazanmıştır. Bütün bu zenginliğe rağmen, Nijerya’nın kişi başına milli geliri aynı süre içinde %15 azalmış, aşırı fakirlik içerisinde yaşayan insanlarının sayısı 19 milyondan 84 milyona yükselmiştir. Benzer şekilde, Latin Amerika’nın en petrol zengini ülkesi Venezuella’da halkın üçte ikisi fakirlik içinde yüzmektedir. Dünyanın en büyük petrol rezervlerine ve ihracatına sahip ülkesi Sudi Arabistan’dır. Bütçe gelirlerinin %90’dan fazlasını ve ihracat gelirlerinin yaklaşık %75’ini petrol oluşturur. Ancak, bu ülkede zenginlik adil paylaşılmamak-tadır. Sudi Arabistan’da, 1980-2000 yılları arasında gelir dağılımı kötüleşmiş, halkın ortalama geliri neredeyse yarı yarıya düşmüştür. Bir zamanların iki süper devletinden biri olan Rusya, bilimde ve teknikteki başarılarını unutmuş, milli gelirinin %70’inden fazlasını kuyularından çıkardığı madenlerle kazanan bir miras yedi olmuştur. Tabi kaynak zenginliği, tabi ki paylaşım kavgalarını da beraberinde getirmektedir. Kanın köpek balıklarını çektiği gibi, tabi zenginlikler de haramilerin iştahını kabartmakta ve sivil savaşlara neden olmaktadır. 1990’larda Sierra Lione’de “kan elmasları” üzerine çıkan çatışmalarda 75 bin kişi ölmüş, 20 bin kişi kötürüm kalmış, 2 milyon insan yerinden yurdunda olmuş, on binlerce çocuk psikolojik travma görmüştür.

Anlaşılan, petrol ve diğer madenler sahiplerine pek saadet getirmiyor. Kaynak zengini ülkelerin eşrafından yükselen bazı tespitler bu tezleri doğrular gibi: “Şayet petrolümüz olmasaydı, Japonya gibi bir ülke olabilirdik” [İran’lı Bir Gazeteci]. “Başta kendimizi suçlamalıyız. içinde bulunduğumuz bu sefalet ağzımızda altın kaşıkla doğmamızın bir lanetidir” [Kenneth Kaunda, Zambiya Devlet Başkanı]. “Nijerya’nın petrolü olmasaydı, politik denklem bambaşka olurdu. O zaman petrolden kolay para gelmez, ekonomimizin çeşitlenmesi, özel teşebbüs ve halkımızın yaratıcılığı önem kazanırdı [Clement Nwanko, Nijerya İnsan Hakları Enstitüsü]. “Petrol şeytanın pisliğidir. Bundan 10 yıl, belki de 20 yıl sonra, göreceksiniz, petrol bizi mahvedecek” [Juan Pablo Pérez Alfonzo, OPEC’in Kurucusu, Venezuella’lı Politikacı]. “Keşke (petrol yerine) suyu keşfetseydik” [Şeyh Ahmed Yamanı, Sudi Arabistan Petrol Bakanı].

Peki kaynak zengini ülkelerin ekonomik gelişmeleri neden yavaş? Bir kere zenginlik yerden fışkırdığı ve kolay kazanıldığı için kolay çarçur edilebililiyor. OPEC ülkelerinin gelirlerinin salt petrole dayanması, bu ekonomileri siglaştırmakta, fiyat dalgalanmalarına maruz bırakmakta ve mali yönetimlerini güçleştirmektedir. Ayrıca, hukukun üstünlüğünün henüz yerleşmediği ve bölgesel ve etnik farklılıkların derin olduğu bu ülkelerde tabi kaynakların bölüşümü pek tabi “yorgan kavgası” çıkarmakta, güçlü olanın kaynakları gaspetmesine yol açmaktadır. Şiddetli “yorgan kavgaları” zamanla sosyal ve ekonomik dokuyu zedelemekte, milli servetin kavga gürültü arasında buharlaşmasına neden olmaktadır. Financial Times’a göre, Ortadoğu liderlerinin batı bankalarında milyarlarca dolar serveti vardır. Yakınlarda BAE adlı İngiliz silah firmasının 80 milyar dolarlık savaş uçağı siparişi almak için Sudi yetkiliere ödediği rusvet tam 2 milyar dolardır. Ayrıca, bu ülkelerin doğal zenginlikleri, dış müdahaleleri artırarak iç çatışmaları derinleştirmektedir. Dahası, kaynak zengini ülkeler “Hollanda illeti” adında bir rahatsızlığa maruzdur. Hollanda 1960’li yıllarda Kuzey Denizinde zengin petrol ve doğal gaz yatakları bulunca, tabi kaynak patlaması ve ihracatı birden bire bu ülkeye döviz akıntısına sebep olur. Bunun sonucu Hollanda’nın parası gülden aşırı değerlenir. Güçlü gülden, Hollanda’nın sanayi mallarını yabancılara pahalı, yabancıların sanayi mallarını Hollanda’lılara ucuz hale getirir. İhracat dip, ithalat tavan yapar. Ayrıca, sanayiden petrol endüstrisine büyük yetenek ve sermaye kayısı başlar. Çok geçmeden, Hollanda’nın sanayisi çökmeye ve ekonomisi küçülmeye başlar. Petrol Hollanda’nın illeti olmuştur. Kaynak zengini ülkelerin bir diğer sorunu da, yüksek fiyatlara güvenip aşırı borçlanmaları, sonra da sıkıntı çekmeleridir. Hollanda illetine ve fiyat dalgalanmalarına karşı bir önlem, bu ülkelerin “istikrar fonları” oluşturmaları, iyi günlerde tasarruf edip kötü günlerde harcamalarıdır. Ayrıca, bir diğer çare, bütçe giderlerini ülke içi gelirlerle karşılamak, doğal kaynak gelirlerleriyle de dış yatırım yapmaktır.

Peki petrol zengini ülkeler neden anti-demokratiktir? Prof. Michael Ross bu konuyu araştırdığında, petrolün gerçekten demokrasiyi engellediğini, ancak bunun Ortadoğu ülkelerine has olmadığını, diğer kaynak zengini ülkelerin de aynı sorunlara muhatap olduğunu bulmuştur. Ross’a göre kaynak-demokrasi zıtlığının nedenlerinden birisi petrol zengini ülkelerin genellikle vatandaş ve şirketlerinden ya hiç ya da çok düşük vergi almalarıdır. Tarihte Amerikalıların İngilizlere “temsil hakkı yoksa, vergi de yok” diye isyan ettiği düşünülürse, halkından vergi almayan petrol zengini ülkeler halklarına “vergi yok, temsil de yok” demektedir. Devletine vergi vermeyen halk, hesap soramamakta; gelirlerini vergilerden değil de petrolden kazanan devlet de, halkın isteklerine kayıtsız kalmaktadır. Dahası, yüksek petrol gelirleri arpalık olup, taraftarları beslemekte, muhalifleri susturmakta ve demokratik baskıları dizginlemektedir. Ayrıca, zengin kaynaklar, devletin tüm sivil gurupları kontrol etmesine yaramakta, rejim karşıtı sivil örgütlenmelerin oluşmasını zorlaştırmaktadır. Bir diğer etken de, petrol kaynaklarıyla yönetimlerin büyük bir polis, istihbarat ve ordu teşkilatı kurarak muhaliflerine göz açtırmamaladır. Son olarak, petrol zenginliğinin, şehirleşme, uzmanlaşma ve yüksek eğitim baskılarını ülkenin üzerinden kaldırması ve rehavete neden olmasıdır.

Peki Arap baharı bu ortamda nasıl neşv-ü nema buldu? Ortadoğu’da yarım asırdır çektikleri zulümleri ancak kendi arasında fısıldaşabilen sessiz yığınlar ilerleyen teknolojinin verdiği imkanlarla günden güne cesaretlendiler, seslendiler, haberleştiler, örgütlendiler ve korku devletlerinin sonunu getirdiler. Bu demokratik uyanış bir yerde küreselleşme ve teknolojik ilerlerlemelerin bir eseridir. Kişiler bu yeni dünya düzeninde artık büyük devletler ve şirketler gibi küresel birer oyuncu haline geldiler. Renk, dil, din ve ırk gözetmeyen teknolojik platformlarda, sıradan insanlar mesajlarını ve fikirlerini herkesle paylaşmakta ve bir zamanlar sadece devletlere, medya organlarına, şirketlere ve şöhretlere mahsus propaganda, örgütlenme ve haberleşme imtiyazlarına kavuşmaktadır. Teknolojiyle güçlenen özel ve sivil güçler, artık dünyanın her yerinde otoriter devletlerin baskısına sismik direnişler göstermektedir. İletişimin demokratikleşmesi zamanla dünyanın demokratikleşmesini getirmektedir.
Bolluk paradoksu, ayrıca, bana ülkemizde “Türkiye’nin yer altının zengin madenlerle kaynadığı ama dış güçlerin bunların çıkarılmasını engellediği” veya “petrolümüz veya altınımız olsaydı, şimdi refah içinde yüzüyorduk” gibi yıllardır seslendirilen bazı iddiaları hatırlatıyor. Belki de Türkiye olarak en büyük şansımız, yerin altından bir “piyango” çıkmaması ve alın ve beyin teriyle hayatımızı kazanmayı öğrenmemizdir. Yoksa, kaynak fakiri Türkiye, bugün neden dünya tarafından kaynak zengini komşularına örnek gösterilsin? Artık maden devrinde değil, bilgi çağında yaşıyoruz. Churchill’in 1943’deki “geleceğin imparatorlukları, beyin imparatorlukları olacak” kehaneti bu paradoksu çözüyor. Bugün beyin ürünleri dünyanın tepe fırmalarının %70 değerine ulaşmıştır. Bir delikanlının kurduğu 500 milyon müşterili Facebook’a paha biçilemiyor. Yüze yakın ülkeden daha zengin Microsoft’un kurucusu Bill Gates bir petrol şeyhi değil, bir beyin işçisidir. Anlaşılan, bu çağda, bir ülkenin en büyük serveti yer altındaki taşları değil, yer üstündeki başlarıdır!