Bazı cümleler vardır, çok ÅŸey anlatır. Bir paylaşımın altına yazılan; “1900’den beri kurtulamadılar ErdoÄŸan’dan” cümlesi gibi. Bunu yazan arkadaşımın pratik zekasını alkışlıyorum.
Aslında, mesele tam da budur. Yani aslında konu ErdoÄŸan’ın ÅŸahsı deÄŸil; tıpkı daha farklı kiÅŸiliklerde olmasına raÄŸmen, Adnan Menderes’in ÅŸahsı olmadığı gibi.
Hatta Özal da deÄŸildi mesele. Ve elbette baÅŸa dönecek olursak Abdülhamit hiç deÄŸildi.
Ne olabilir gerçek mesele diye sormalarını beklediÄŸim, aslında bunu yapmalarını ne çok istediÄŸim o aydın dediÄŸimiz isimler, bırakın sormayı bu deÄŸerli kiÅŸileri hedef yapanların çizgisinde saf tuttular.
Her dönemin en iyi eÄŸitim almış dediÄŸimiz entelektüelleri, nedense istisnalar dışında hep yanlış yerde durdular. Hepsinin ortak kör noktası, halk ve halkın deÄŸerleri oldu.
GeliÅŸememenin, geri kalmışlığın müsebbibi onlara göre bu halk ve deÄŸerleriydi. Kendilerini buna o kadar inandırdılar ki, baÅŸka suçlu aramaya gerek görmediler. Oysa, aldıkları eÄŸitimdi onları böyle düÅŸünmeye sevk eden. Nedense bu pek eÄŸitimli kiÅŸilerin aklına, batılı meslektaÅŸları gibi, kendi toplumları hakkında araÅŸtırma yapmak, onları anlamak, tanımak pek gelmedi.
Kültürel ırkçılığın esiri oldular ve bunu fark edip de dışına çıkmaya çalışan az sayıda deÄŸeri de yok saydılar.
Rahmetli Åžerif Mardin de genç bir araÅŸtırma görevlisi iken Demokrat Parti’ye karşı çizgide duruyor, Kemalist olan hocalarıyla paralel eleÅŸtirel yazılar yazıyordu.
1960 darbesinden kısa süre önce ABD’ye doktora yapmak için giden Mardin, tezini verdikten sonra yeniden ülkeye ve üniversiteye döndüÄŸünde farklı biri olmuÅŸtu. Muhtemelen bunda Yeni Osmanlılar adlı tezi için yaptığı çalışmaların yanı sıra, bizdeki ideolojik eÄŸitim sisteminin etkisinde kalmamasının payı büyüktür.
Cumhuriyeti kuran seçkinci sınıf, halkı anlamak yerine onlara tepeden bakıyor ve yukarıdan dayatmacı bir ÅŸekilde onları deÄŸiÅŸtirmeye çalışıyordu.
Åžerif Mardin bu noktada onlardan ve birçok akademisyenden ayrışarak, artık halkı deÄŸiÅŸtirmek yerine anlamayı tercih etti. Çalışmalarını bu yönde yapıyordu. Ä°lerleyen yıllarda, Türkiye siyasetinde “Merkez-Çevre” kutuplaÅŸmasının çok belirleyici olduÄŸunu ve bunun tarihsel sürecini anlatan önemli bir makale yazdı.
Gerçekten de kendini merkeze konumlandırmış Cumhuriyet eliti, çevreyi cahil ve eÄŸitilmesi gereken “ötekiler” olarak görüyor, onları anlamak ÅŸöyle dursun, katı ve keskin çizgilerle ayrıştırıyordu. Mardin, makalesinde bunu ÅŸöyle ifade ediyordu:
“Cumhuriyetin resmu00ee tutumu, Anadolu’nun dama tahtasına benzeyen yapısını, hiç sözünü etmeden reddetmekti. Cumhuriyet ideolojisinin benimsettirildiÄŸi kuÅŸaklar da böylece, yerel, dinsel ve etnik grupları, Türkiye’nin karanlık çaÄŸlarından kalma gereksiz kalıntılar olarak görüp reddettiler. KarşılaÅŸtıklarında, birer kalıntı olarak davrandılar onlara. Böylece merkez, Büyük EÅŸitleÅŸtirici rolünde çevrenin yeniden karşısına çıktı, bu da merkezin kasvetli ve sert görünümünü bir kez daha sergiledi. Kemalist ideolojinin yalınkatlığı, bu gerçeklerin aydınlığında ele alınmalıdır. Atatürk, siyasal harekete geçirme ya da toplumsal yapıya iliÅŸkin köklü deÄŸiÅŸikliklere giriÅŸme aracılığıyla baÅŸaramadığı ÅŸeyi, ideoloji ile yapmaya çalışıyordu.”
BaÅŸa dönecek olursak, merkez-çevre kutuplaÅŸmasında, son derece katı ve uzlaÅŸmadan yana olmayan merkeze karşı, çevrenin tarihsel süreçteki son temsilcisi ErdoÄŸan’dır.
Merkez-çevre kutuplaÅŸması, oldukça derin, karmaşık ve aralarında çeÅŸitli geçiÅŸkenlikleri barındıran bir konu olduÄŸu halde bazı sosyologlarımızın analizleri “Tek Adam” retoriÄŸini aÅŸamıyor.
Siyasetten burnunu çıkarıp, bilimsel olmayı baÅŸaramadılar gitti.
Facebook Yorum
Yorum Yazın