Yaz boyunca gölgelendiğim dut ağacının altındayım.
Yolun aşağısında, göle paralel sıralanmış kavak ağaçları, rüzgârda bir o yana bir bu yana sallanırken, aklıma bir anda ‘Kavak ile Kabak’ın hikâyesi geliverdi.
Tabiattan alınacak yüzlerce dersin arasında, bir dost sohbetinde anlatılanlardan biriydi o da. Ve benim öğretmenlik yıllarımda öğrencilerimle çokça paylaştığım ‘en’lerden bir tanesi...
Kavağın yanında bir kabak filizi boy göstermiş Bahar ilerledikçe bitki kavak ağacına sarılarak yükselmeye başlamış Yağmurların ve güneşin etkisi ile müthiş hızla büyümüş ve neredeyse, kavak ağacıyla aynı boya gelmiş Bir gün dayanamayıp sormuş kavağa:
— Sen kaç ayda bu hale geldin ağaç?
— On yılda demiş kavak
— On yılda mı? diye gülmüş ve çiçeklerini sallamış kabak
— Ben neredeyse iki ayda seninle aynı boya geldim bak
— Doğru! demiş ağaç ''Doğru! ''
Günler günleri kovalamış ve sonbaharın ilk rüzgârları başladığında kabak, önce üşümeye başlamış sonra yapraklarını düşürmeye, soğuklar arttıkça da aşağıya doğru inmeye başlamış
Sormuş endişeyle kavağa:
— Neler oluyor bana ağaç?
— Ölüyorsun demiş, kavak
— Niçin? diyerek devam ettirmiş sorusunu,
Ağaç:
— Benim on yılda geldiğim yere sen iki ayda gelmeye
çalıştığın için
Kendi insanımıza mahsus bir özellik olarak addettiğim, az zamanda çok ve büyük işler başarma tutkusu, başarıya giden her yol mubah anlayışı ile perçinlenince, kabak bahçesi olma yolunda hızla ilerliyoruz ve günün birinde sonbahar gelip çatıveriyor... Diğer taraftan içimizde bir kavak ağacı bulamayanlarımız da var! Bu da onlar için bir şans olsa gerek.
Sabır, bereket, merhamet ayı’nın sona ermesiyle, gönüllerdeki yerini de terk eden bu gözde misafirler, tutku ile kalmak gayreti gösterse bile içimizde, diğerleri izin vermiyor. Yekvücut olamadığımız bu hasletler de, sonrasında misafirlik bitti der gibi, kapı dışarı ediliveriyorlar gönül evlerimizden adeta. En güzide misafirlerimizi de böylece kaybediveriyoruz. Kavağa sarılıp, benlik iddiasında bulunan kabak gibi!
‘Ben başardım, buralara kadar tek başına geldim, katıksız bir başarı bu’ demekle iş bitseydi keşke!
demekle iş bitseydi keşke!Başarı, tek başınalığı beraberinde getiriyorsa, kişiselleştiriliyorsa, makbul bir başarı değildir bana göre. Başarı’nın sana göresi, bana göresi olur mu? Evet. Başarı, ‘benlik’ tutkusundan arındırılmış olmalı, kişilere ithaf edilebilmeli ve ortak paydalar taşımalıdır, ‘bu bir takım oyunu’ der gibi...
Son yıllardaki eğitim sistemimizde yer alan, proje ve performans ödevleri ve grup çalışmaları, ilk kez bireylerin salt kendi başarısıyla değil, diğer ekip arkadaşlarının da çalışmaya teşvik edilmesi konulu bir model teşkil ediyordu. Böylece öğrenci etrafında olup bitenle de ilgilenmeye, kendi aldığı not haricinde, diğerleriyle de ilgi eşiğini arttırmaya yöneliyordu sistem gereği. Sonuç; başarı yüzdeleri yükselen öğrenciler, sınıflar, okullar... Ve yine son yıllarda tüm dünyada yaygınlaşan Network Marketing System dedikleri, çok katlı pazarlamada da durum aynen böyle.
‘Paylaşmazsan paylaşılırsın’ anlayışının şimdilerde, yeni bir hasletmiş gibi sunulması garibime gidiyor! Bu, insan olmanın bir gereğidir. Yoksa yüzyıllardır sevinçlerimizi paylaştığımız Dinî ve Millî bayramlarımızın bir anlamı olur muydu?
Görünen şu ki, unutturulan değerler, bize apayrı kavramlarmış gibi sunuldukça, hayatımıza yeni bir katma değer sokuyormuşçasına sevindiriliyoruz...
Umarım, hayatı paylaşmak için yaşar, paylaştıklarımızla da büyür ve yüceliriz. Bu dilek ve temennilerle birlikte, Einstein’ın başarıyla ilgili bir tavsiyesine yürekten katılarak, bu ayki yazımı noktalıyorum sevgili dostlar.
“Başarılı bir insan olmaya çalışmayın, değerli bir insan olmaya çalışın.
Başarılı insan hayattan verdiğinden fazlasını alır.
Değerli insan ise, hayattan aldığından fazlasını verir”.
Facebook Yorum
Yorum Yazın