18 yaşımı ya bitirdim ya bitireceğim. O sırada Bursa Akşam Lisesi’nde tahsilime devam ediyor, gündüzleri ise Yeşil’deki Türk-İslam Eserleri Müzesi’nin karşısında bulunan Sur Kitabevi’nde tezgâhtar olarak çalışıyordum. Kitaplarla koyun koyuna bir hayattı bütün hayalim. Rabbim önce istetmiş, sonra da vermişti hamdolsun. Özellikle Yüksek İslam Enstitüsü hoca ve talebelerinin uğrak yeri de olan ve son derece entelektüel bir çevrenin müdavimi bulunduğu bu içerisi loş olmakla birlikte aydınlığı göğsünde taşıyan gönüllerle dolup boşalan kitabevinde asla unutamayacağım sırlı hatıralar biriktirmişimdir. İkisini bu Ramazan günü sizinle paylaşmak isterim.
Bir Ramazan sabahı erkenden Sur Kitabevi’ni açmaya gittiğimde anahtarı evde unutmuş olduğumu üzüntüyle fark ettim. Okula gitmekte olan öğrenciler kırtasiye ihtiyaçlarını karşılamak üzere kapının önünde toplanmışlardı benimle beraber ama nafile; içeri giremiyorduk. Neyse, Kayan Çarşısı’na revan oldum, bir çilingir bulup getirdim. Tam bu sırada sadece isminin Mehmet olduğunu hatırladığım bir dağıtım sorumlusu da çıkageldi. Elimizde bulunan fazla yayınları iade alıp başka bir yere götürecekmiş.
Çilingir elinde yüzlerce anahtar bulunan demet, anahtarları sırasıyla deniyor, ne var ki, kapıyı bir türlü açamıyordu. Müşterim olan öğrencilerle beraber başında dinelmiş, denemelerin mutlu sonucunu bekliyorduk.
Tam bu sırada isminin Mehmet Bey olduğunu hatırladığım şahıs, ‘Sen şu anahtar destesini bana versene’ diye seslendi çilingire.
Çilingir şaşkın bakışlarla uzattı desteyi. Mehmet Bey’in yüksek sesle bir besmele çekerek içlerinden birini rastgele seçip anahtarı çevirmesiyle içeriye girmesi bir oldu. Çilingir dahil hepimiz olanlar karşısında şaşkındık.
Bu güzel insan o doğru anahtarı hemencecik nasıl bulmuştu? Bir tesadüf müydü bu yoksa bir keramet karşısında mıydık? Besmelenin kerameti… Bugün olmuş, hala çözemediğim bir sırdır.
Bir de İlyas adlı –şimdi Almanya’da yaşayan- sevdiğim bir arkadaşımız vardı kitabevinin müdavimleri arasında. Bir gün beni evine iftara davet etmişti. Elbette davete icabet sünnetti. Kabul ettim. İkimiz de bekârdık nasılsa. Nerede akşam, orada sabah…
Yalnız İlyas biraz uzak bir semtte oturuyordu, deyim yerindeyse şehrin ta öbür ucunda. Otobüsle, minibüsle filan derken epeyce de yaya yürüyerek ancak top atılmasına ramak kala gecekondu tipindeki evine varabildik İlyas’ın.
Temmuz veya Ağustos olmalı. Kurt gibi acıkmıştım. Havada bunaltıcı bir sıcak. Aşırı derecede terlemiştik. Sofra billur bir sürahi gibi gözümde tütüyordu.
Hiç unutmuyorum, sofraya sadece su, ekmek ve alüminyum bir tabakta hafiften ısıtılmış, bir gün önceden kalma etsiz bir patates yemeği getirdi İlyas. Tabağın içerisinde yedi sekiz dilim patates ya var, ya yoktu. Kişi başı üç dört dilim patates, biraz da yemek suyu. Bütün menü bu!
Serde gençlik de var. Günler uzun mu uzun, hava sıcak mı sıcak, o kadar da yol da gelmişsin, sonuçta bir iftara davetlisin ve karşında bu fukara sofrası… Tam bir hayal kırıklığıydı yaşadığım.
Dost hatırına zehir de olsa yenilir hesabı oturduk sofraya… Tabaktakiler birkaç hamlede bitiverdi. Sofradan aç kalktığımı iyi hatırlıyorum. Belki o gün bu fukara menüsüne biraz bozulmuş olabilirim ama sonradan düşündüğümde ne büyük bir ibret dersi gizlenmişti o Ramazan akşamının beyin kıvrımlarına. Bir bakıma ‘İftar dediği işte böyle olmalı’ mesajını derinden derine almış olmalıydım.
Bir de şunu: Orucun iftarda da devam ederse makbul olduğu bildirisini.
Şimdi ne zaman beş yıldızlı bir otele iftara davet edilsem belki otuz çeşit lüks yiyecek içinde o soğuk ve tatsız patates yemeğindeki buruk lezzeti boşuna ararım. İşte o zaman o akşamki garip iftar sofrasının verdiği manidar mesajı içimden tekrar etmeye koyulurum:
Ramazan ‘yeme ayı’ değil, ‘ye-me-me ayı’dır. Sakın bunu unutma!
Öyle ya, hafızam nice zengin sofrasının kaydını silmiş ama o fakir sofrasındaki Asr-ı Saadet kokusunu aradan kırk yıldan fazla geçtiği halde bir türlü unutamamıştı.
Cümlenizin Ramazan-ı Şeriflerini tebrik ederim.
Facebook Yorum
Yorum Yazın