HİÇ...

Merhaba Dostlar,

Her yıl dört gözle beklediğim ve bittiği zaman her seferinde olduğu gibi gözlerim dolu dolu ayrıldığım ada tatilimden döndüm yine. Çok az kişinin bildiği, hiçbir lüksün, alış veriş merkezinin, mağazanın, hatta lokantanın bile olmadığı bir adada geçiriyorum tatilimin en güzel günlerini. Ödüm patlıyor insanlar orayı öğrenecek ve her yazlık belde gibi dejenere edecekler diye…

İstanbul dışında yaşayan dostlar belki bu sakinlikte ne bulduğumu düşünecekler ve anlamayacaklar ama ne olur benim yerime koymaya çalışın kendinizi. Düşünün ki, sokağa her adımınızı attığınızda, çocuğunuzu her okula veya arkadaşına ya da oyun parkına yolladığınızda, eşinizi her sabah işe yolcu ettiğinizde bir sürü tehlikenin, olayın, karmaşanın, bin bir çeşit insanın ve riskin içine giriyorsunuz. Kimse kimseyi tanımadığı gibi, kimsenin kimseye hayrı da yok. El verin, yardım edin deseniz altından bir şey çıkar korkusuyla uzaklaşan insanların yaşadığı bir memleket İstanbul. Ve ben de bu şehirden kaçıp her yıl en az 15 günümü bu henüz keşfedilmemiş, henüz insan istilasının yaralarını almamış adada geçiriyorum.

İtiraf etmeliyim ki, ilk birkaç gün zor geçiyor. Koca bir okyanusun dalgalarıyla boğuşup sakin bir göle düşmek gibi bir şey yaşıyorsunuz, ya da kulakları sağır eden seslerle çalışan iş makinelerinin ansızın susuvermesi gibi…

Sabah, henüz yeni sağılmış sütün mis gibi kaynatılmış kokusuyla uyanıyorum. (Öğleye doğru o sütün neredeyse bir parmak kalınlığında kaymağını yiyeceğimi düşünerek mutlu oluyorum.) Hamakta saatlerce kitap okuyorum. (Gerçi son zamanlarda kitap ne yazık ki yerini facebook’taki mesajlara cevap yazmaya bıraktı ama olsun, şikâyetçi değilim, iyi ki beni seven, bana yazan, merak eden dostlarım var.) Ardından köyde oturan komşularla gidiş-gelişler, denize merhaba deyiş, tarlaya gidiş ve köyün tek çay bahçesinde sohbetle devam eden gün bitmek bilmiyor. Çarşamba günleri gelen çerçi köyün tek eğlencesi. Normalde şehirde görseniz yüzüne bile bakmayacağınız kap-kacaklar, terlikler, yelekler ve daha sayamayacağım kadar ıvır zıvır şeyler o an müthiş ilginç hale geliyor. Belki de onları ilginç kılan şey, çerçinin başında yapılan muhabbettendir diye düşünmeden edemiyorum.

Bu sene tüm bu doğal yaşamın içinde bana bir de sürpriz eklendi. Köyde düğün vardı. Bayramın ikinci günü olan düğünü muhtemelen ömrüm boyu unutmayacağım. Yardım için sabah erkenden kalkıp gittiğim düğün evinde hayatımca doğramayacağım kadar çok soğan ve patates doğradım. Öğleden sonra, ada vapuruna gelin almaya gittim. Konvoy olduğumuz düğün alayı ile diğer dört köye uğrayıp her köy meydanında gelin ve damat oynatıldı. Çay bahçesinde sabaha karşı biten düğün şenliği bu yazıma ayrı bir mana oldu.

HİÇbir şeyin olmadığı yerin bana bunca mutluluğu vermesi ne çelişki değil mi? Her şeyin olduğu İstanbul’dan sonra “hiç”likle mutlu oluş…

Sözü az tutalım, yalanımız az olsun diyemiyorum bu sefer, farkındayım çok uzattığımın… Affedin.

Aşk’ınız daim olsun, kötülükler ve telaşlar sizden uzak olsun da işleriniz rast gelsin...