Bayram algısını hayatın geneline yaymak ne kadar hoş bir temenni şimdilerde.. Her ne kadar eskilerde adı kalmış ama tadı kalmamış olan birçok hatıranın arasında yerini aldı bayram sabahlarının heyecanı.
Neden eskiler hep güzel ve özel yâd ediliyor? Eskiye rağbet olsaydı bit pazarına rağbet olmaz mıydı? Yeni olana neden temkinli ve tedirginiz? Yeni bir dost, yeni bir iş, yeni bir komşu neden bizi mesafelere itiyor? Bu dönüşüm kendiliğinden olmadı pek tabii. Girdabından kurtulamadığımız çağın yenilikleri, bizi hızla bireyselleştirip, aile içindekileri bile ötekileştirirken, bu sonuçlar kaçınılmaz!
Salçalı ekmekle büyüyen çocuklardık vaktinde, velâkin nutella tutkunu çocuklara ve torunlara sahibiz…
İzlediği dizideki komşuya üzülen, ama kendi komşusuna bir selamı bile çok gören komşular yaşıyor aramızda. İzlediği dizideki çocuğun ruh haline dertlenen ama kendi çocuğunun ruh ikliminden habersiz anne babalar sebil…
Yaşamamış insanlara üzülüyoruz, yanı başımızda yaşayan insanların üzüntülerinden habersiziz. Haberdar olduğumuz hallerde bile duyarsız…
Farklı görünmek yahut olmak adına, en büyük farkımızı gözden çıkarıyoruz: İnsanlığımızı.
Revaçta olan, haddini bilmek değil, haddini bildirmek oldu maalesef.
Asırlardır insanlığa arabuluculuk yapan Kur’an, insanın yaşamına girdiği andan itibaren, İlahi huzura kavuştururken iç dünyanızı da huzura kavuşturuyor, bayramlaştırıyor…Yıllar önce dinlemiş olduğum birkaç cümleyi şimdi daha iyi idrak edebiliyorum… İnsanlar fiillerini başlıca şu üç şey için yaparlar: Zevk için, Hoşuna gittiği için, Huzur için…Eğer Allah rızası için yaparlarsa diğer üç şık promosyon olarak o kişiye veriliyor…Bunu ilk duyduğumda kulağa çok hoş geliyordu lakin amel etmeyi hiç denememiştim.. Dünyam bana göre huzurlu idi.. Azıcık aşım kaygısız başım dediklerinden bir hayatım vardı… Zamanla azıcık aş, kaygısız başa yetmedi, bitmedi derken geçti kırk yıl velhasıl…Rabbim diledi, lütfetti amel etmeye başladım, baktım ki etrafımda bu türden şeyler yörüngem oluvermiş…Rabbil aleminin rızasına mazhar olmak gayreti, Sünnet ve Hadis ışığında yaşama gayreti merkeze oturunca; ne aş, ne iş, ne kavga, ne de söz, girdabına alamıyor sizi…Yeter ki ‘sineğin kanadı kadar değersiz bu dünyaya arkamızı dönebilelim yahut niyet edebilelim…
Teslimiyet, şimdiye kadar maalesef yanlış algıladığım, oturduğum yerden rızk beklemek diye addettiğim bir yanılgım olmuş… Bilinmezlikler örüntüsünde, bilmediklerimiz bildiklerimizden o kadar çok ki, o kadar az şey biliyoruz ki, ve o kadar az şeyi bile amel edemiyoruz ki…Üstâd’ın dediği gibi “Kur’an, kendisine samimi âşık olmayanlara kıskançtır, onlara bir şey vermez. Sen bütün gönlünle, hissinle Kur’an’ın mecnunu olur, ona yönelirsen o da sana teveccüh edecektir. Aksi halde sen Kur’an’ı Kerim’in ucundan ucundan tuttuğun sürece Kur’an sana sırlarını açmayacaktır.” (*)
Bitirmek üzere olduğum ‘Kur’an Âşıkları’ kitabında bunun ne demek olduğunu gayet açık anlıyorum. Kur’an-ı Kerim, gerçek dalgıç olanlara, mücevherler sunan bir deniz gibi… Nasıl ki deniz, varlık iddiasından bulunan çar çöpü kıyıya atıyorsa, derinlerinde de incileri mercanları saklıyorsa, hayatın incileri de derinlerde…
Bir mana büyüğüne “Kur’an okuduğun zaman başka bir şeyi aklına getirir misin?” diye sorulduğunda, şu cevabı vermişlerdi: “Kur’an’dan daha çok sevip değer verdiğim bir şey var mıdır ki, Kur’an okurken onu aklıma getireyim?” Allah Teala’nın “Onu hakkını vererek okurlar” (Bakara, 2/121) ayetinin anlamı da budur.
Rabbim, hepimize, Kur’an’ı kendimize nazil oluyormuşcasına okumayı, ayetlerin muhatabı olarak öncelikle kendi nefsimizi görmeyi nasip etsin inşaAllah.
İki cihan saadeti için ne kadar elzem dediğimiz Kur’an hayatımızın neresinde? ”Oysa ki onun arabuluculuğuna ne kadar da çok ihtiyacımız var !...
Baki Selamlar
(*) Kur’an Aşıkları, Yusuf Ömeroğlu s:17
Facebook Yorum
Yorum Yazın