Ekim 2010'da NATO dışişleri ve savunma bakanları toplantısı Brüksel'de gerçekleştirildi. Toplantıda Afganistan'dan küresel teröre, deniz haydutluğuna kadar birçok mesele görüşüldü. Ancak üç meselenin üzerinde ayrıntılı olarak duruldu:
a) NATO'nun üs sayısının ve çalışanların sayısının azaltılması.
b) Siber terör.
c) Avrupa'yı nükleer başlıklı kıtalararası balistik füzelere karşı koruyacak füze kalkanı projesi.
Füze Kalkanı Projesinin Kısa Tarihi
Birçok yazara göre Reagan döneminde "yıldız savaşları" projesinin bir devamı niteliğinde olan "füze kalkanı" projesi 2001 yılında George W. Bush tarafından gündeme getirildi. "Yıldız savaşları" projesi Sovyetler'e karşı gündeme getirilmişti. Bush ise projenin İran ve Kuzey Kore'ye karşı oluşturulduğunu ilan etmişti. Buna rağmen proje Rusya'nın şiddetli tepkisiyle karşılaşmıştı. Çünkü söz konusu sistemde radar ve savunma füzelerinin Çek Cumhuriyeti ve Polonya'ya konuşlandırılması öngörülmekteydi. Hatta bu amaçla 2008 yılında her iki ülke ile de anlaşma sağlanmıştı. Fakat Rusya'nın şiddetli muhalefeti devam etmekteydi. Rusya bu projenin kendisine karşı geliştirildiğini, eğer bu proje uygulamaya konulursa kendisinin de tedbirler alacağını söylüyordu. 2008 sonunda yapılan seçimlerle iş başına gelen ve Rusya ile yeni bir ilişki başlatmayı düşünen Obama söz konusu projeyi askıya aldığını açıkladı.
Projenin Tekrar Gündeme Gelişi
Ancak bu askıya alma uzun sürmedi. Bush döneminde tasarlanan sisteme yeni unsurlar ekleyerek, Obama yönetimi yeniden gündeme getirdi. Gündeme getirilen bu yeni tasarının öncekinden en önemli farkı, bir ABD projesi olarak değil, NATO çerçevesinde düşünülmesi ve mali'yet sorununun da NATO içinde çözümlenmesiydi.
Ayrıca sistem, ilk etapta uzun menzilli füzelere karşı savunma sisteminin kurulmasından ziyade, denizden ve karadan fırlatılacak kısa ve orta. menzilli savunma füzelerine dayanacaktı. Hem coğrafya, hem de füze menzili olarak yakından uzağa doğru aşama aşama geliştirilecekti.
Rusya'nın muhalefet ettiği önceki sistemde “füze kalkanı" sisteminin İran ve Kuzey Kore’ye karşı konuşlandırılacağı deklare edilmişti. Ancak bu deklarasyon Rusya'yı ikna edememişti. Bugün Obama yönetiminin ortaya koyduğu sistemin yine Iran ve Kuzey Kore'ye karşı konuşlandırdığı deklare ediliyor. Ancak Rusya'nın muhalefetini engellemek için, süreçte mümkün olduğunca Rusya ile işbirliği yapılacağı, gerekirse ortak çalışma yürütülebileceği öngörülüyor. Rusya'nın bu ortak çalışma fikrine sıcak baktığına ilişkin basına yansıyan beyanlar doğruysa, Rusya'nın muhalefetinin kırıldığını söyleyebiliriz. Bu durum İran'a komşu olan Türkiye'nin zorluklarını artıran bir sonucu ortaya çıkarmıştır. Türkiye, projeye karşı çıkma konusunda elini kuvvetlendiren bir müttefikten mahrum kalmış, zorluk ve baskılarla yalnız başına mücadele etmek zorunda kalmıştır.
Sanal Bir Tehdide Karşı Tedbir mi?
Bilindiği gibi ABD son yirmi yıl içinde Irak'a yaptığı saldırıları, ispat edilemeyen sanal bir tehdide dayandırmıştı. Birinci Körfez savaşında parçaları dünyanın değişik yerlerinde yakalanan "Kıyamet Topu" efsanesi Irak'a saldırının önemli gerekçelerinden biri olarak takdim edilmişti. Bu tür sanal tehditlerin yanında, Irak'ın Kuveyt'e saldırısı her ne kadar ABD tarafından özendirilmişse de gibi gerçek gerekçeler de, ABD'nin Irak'a açtığı savaşı meşrulaştırıcı unsurlar olarak kullanıldı.
Irak'a açılan ikinci savaş ise, tümden sanal tehditlere dayanıyordu. Irak'ta nükleer silahların varlığına ilişkin kanıtların bulunduğu tezine dayanılarak, savaş açılması meşrulaştırılmaya çalışılmıştır.
Savaş süresince ve sonrasında Irak'ta nükleer silahın varlığına ilişkin herhangi bir kanıta rastlanmamıştır. Hatta ABD ve İngiltere'de yönetimde bulunan bazı kişilerin açıklamalarında psikolojik bir savaş yürütüldüğü ve kamuoyunu ikna için bu sanal tehditlerin gündeme getirildiği itiraf edilmiştir.
Bugün gelinen noktada, İran'ın nükleer çalışmalarının NATO ülkelerini tehdit ettiği tezinin, İran'a müdahelenin meşrulaştırılması için bir sanal bahane mi olduğu sorusu ister istemez akla geliyor.
İran'ın nükleer çalışmalar yaptığı doğru, ancak İran bu çalışmaların enerji amaçlı çalışmalar olduğunu, kesinlikle silah üretmeye yönelik olmadığını ısrarla söylüyor. İran'ın bu söylemini yalanlayacak bulgulara da kimse ulaşmış değil. Kaldı ki İran kendisine nükleer silah yasağı koymak isteyen tüm ülkelerin ve bu arada İsrail'in de nükleer silaha sahip olduğunu ortaya koyuyor ve haklı olarak soruyor: Size serbest olan bize niye yasak!? Bu sorunun ikna edici bir cevabı yok.
Bütün bunlardan sonra, ABD ve müttefiklerinin yakın tarihte sanal tehditlere dayanarak açtığı savaşlar göz önüne alındığında, "füze kalkanı" projesi de sanal bir tehdit olarak ortaya konulup yeni düzenlemeler mi yapılıyor
sorusunu haklı olarak gündeme getiriyor.
ABD Füze Kalkanı Projesiyle Neyi Amaçlıyor?
"Füze kalkanı" projesinde, basına yansıyan haberlere göre Rusya'nın muhalefeti kırılmış durumda. Projenin İran'a karşı geliştirildiğini ve yakından başlayarak uzağa doğru genişleyeceğini düşündüğümüzde, İran’a coğrafi yakınlığı açısından Türkiye'nin önemi ortaya çıkmaktadır.
Bu bağlamda, bir NATO üyesi olarak Türkiye'nin yükümlülükleri olduğuna değinen Pentagon'un Avrupa ve NATO politikasından sorumlu üst düzey yetkilisi Jim Townsend, Türkiye'nin önemini belirterek şunları söylüyor: "Balistik füze tehditlerinin nereden gelebileceğine baktığımızda, bize göre Türkiye çok fazla ön cephelerde yer alıyor. Dolayısıyla coğrafi açıdan Türkiye, füze savunma sisteminin bazı bölümlerine ev sahipliği yapmada iyi bir yer olabilir. "
Türkiye'nin "füze kalkanı" projesinin bazı bölümlerine ev sahipliği yapmak konusunda bir karar vermesini isteyen Townsend'in Türkiye'den ikinci beklentisi de, bir NATO projesi haline dönüştürülmeye çalışılan sistemin NATO'daki oylamasında olumlu oy kullanması. Bilindiği gibi NATO'da kararlar oy birliği ile alınmakta ve bir üyenin muhalefeti halinde karar alınamamaktadır. Bu iki beklenti Türkiye'yi gerçekten zor duruma düşürmüştür. NATO müttefikleriyle komşuları arasında kelimenin tam anlamıyla sıkışmış durumdadır Türkiye.
Bilindiği gibi AKP iktidarlarından daha önceki dönemden başlayan bir süreçte Türkiye komşularıyla iyi ilişkiler geliştirme gayreti içinde olmuştur. Soğuk savaş döneminin, üç tarafı denizle, dört tarafı düşmanla kaplı ülke anlayışından sıyrılmaya ve yeni yönelimler geliştirmeye çalışmıştır.
AKP iktidarına kadar el yordamıyla geliştirilmeye çalışılan bu yeni yönelimler 2002'den itibaren elle tutulur, uygulanabilir politikalar haline getirilmiştir. "Komşularla sıfır sorun" olarak formüle edilen bu politikanın en temel noktası, ilişkilerin güvenlik ekseninden, karşılıklı ilişkiler eksenine oturtulmasıdır. Bu bağlamda;
a) Geliştirilen ticari ilişkilerle karşılıklı bağımlılık tesis etmek.
b) Turizm ve kültürel ilişkileri artırmak.
c) İlişkileri yönetimler arası olmaktan çıkarıp, halklararası ilişkilere dönüştürmek. Bu bağlamda vizelerin kaldırılması, sınır geçişlerinin kolaylaştırılması gibi uygulamalar komşularla aramızdaki karşılıklı güveni tesis eden ve ilişkilerin gelişmesine uygun bir zemini ortaya çıkarmıştır. Türkiye kendi tarih ve mekan boyutunun çok ihmal ettiği diğer parçasıyla buluşma sürecine girmiştir. Adeta parçalanmış bir kimlikten bütünleşmiş, yabancı olmayan sahici bir kimliğe doğru adımlar atmıştır.
Bunun hem ekonomik hem de siyasi olarak olumlu karşılıklarını almıştır. Türkiye soğuk savaş döneminin cephe ülkesi, kanat ülkesi olma konumundan, bölgesinin "merkez ülke"si olma konumuna doğru evrilmeye başlamıştır. Bu durum Türkiye'yi, soğuk savaş döneminin uysal ülkesi olma konumunu kabullenmeyen bir ülke konumuna getirmiştir. Kısaca Türkiye "hayır diyebilen bir ülke" durumuna gelebilmenin gayreti içinde olmuştur.
Nevvyork Times yazarı Roger Cohen, Türkiye'nin AB'nin dışında tutulmasının "yanlış ve aptalca" olduğunu belirttiği yazısında, İran'a yaptırımlar konusunda Ankara'ya baskı yapmak üzere giden ABD hazine müsteşarı Stuart Leveg'in, dışişleri bakanı Davutoğlu'ndan "Tavsiyeye ihtiyacımız yok, BM sisteminin sorumlu bir ülkesiyiz ve Güvenlik Konseyi üyesiyiz" cevabını aldığını yazdı. Cohen devamla, "Washington'da, soğuk savaş günlerindeki uysal Türkiye çok özleniyor" tesbitine yer verdi.
Suriye ile sınırlarını açmış, ekonomik, turistik ve ticari ilişkilerini geliştirmiş, İran ile ekonomik ilişkilerini on milyar dolarlar seviyesine getirmiş bir Türkiye'yi, bu iki ülkeyi hedef alan reel olmaktan ziyade sanal intibaı yaratan bir tehdit algısına karşı oluşturulacak güvenlik ağının cephe ülkesi konumuna getirmenin iyi niyetli bir girişim olmadığı ortada.
ABD projesi olarak başlayan ve NATO projesi haline dönüştürülen "füze kalkanı" projesi Türkiye'yi sıkıntılı bir karar süreci ile karşı karşıya bırakmıştır. Türkiye'yi bu zor kararla karşı karşıya bırakan ABD'nin amacı nedir?
1- ABD bu projeyle İran ' tehdidini NATO'ya yönelik bir tehdit haline getirmek istiyor olabilir, böylece oluşan yeni dünya düzeninde görev alanı muğlak olan NATO'ya, sabit bir hedef üzerinden ürettiği gerilimle yeni bir misyon yüklemek istiyor olabilir.
2- ABD israil'in iran'dan kaynaklanan güvenlik sorununu, bir NATO sorunu haline getirerek, İsrail'in güvenliğini sağlamak isteyebilir.
3- ABD İran, Suriye, Kuzey Kore üzerinden ürettiği gerilimle NATO'yu vazgeçilmez hale getirerek, Avrupa siyaseti üzerindeki etkisini devam ettirmek istiyor olabilir.
4- ABD-İsrail ekseninin dışında yeni dış politika vizyonları geliştirmeye çalışan Türkiye'yi ABD-İsrail eksenine mecbur etmek isteyebilir.
5-Türkiye'nin, bölgesinin merkez ülkesi olmak ve dünya siyasetinde etkin olmak üzere kurgulanmış politikasını boşa çıkarmak isteyebilir. Çünkü NATO'nun bir üyesi olarak, NATO'nun isteklerine karşı koymak Türkiye'yi hem müttefikleri arasında zor duruma sokar hem de iç politikasında istikrarsızlıklara sebebiyet verebilir.
Aynı şekilde İran'a karşı kurgulanan ve İran'ı düşman konumuna yerleştiren "füze kalkanı" projesine katkıda bulunmak, Türkiye'nin sadece İran'la ilişkilerini gerginleştirmez, bölgeye ilişkin tüm politikasının berhava olması sonucunu doğurur. Böyle bir sonuç, ABD-İsrail ekseni tarafından arzu edilen bir durumdur.
6-ABD bu projeyle, bölgesinde ve Orta Asya'da etkili olmaya çalışan Çin ile 17 milyar dolayındaki ticaret hacmini 50 milyar dolara çıkarmayı hedefleyen ve Çin ile Afrika'da ortak şirketler kurma kararı alan, Rusya ile 40 milyar dolar düzeyinde ticaret hacmi olan ve "uysal müttefikten" "makul, ortak" haline gelmeye başlayan Türkiye'ye gücünün sınırlarını göstermek ve haddini bildirmek istiyor olabilir.
Bu maddeleri daha da çoğaltmak mümkün. Ancak bu kadarı bile Türkiye'nin, dost ve müttefikleriyle (!) aynı tehdit algısına sahip olmadığını göstermesi açısından yeterlidir.
Türkiye Ne Yapmalıdır?
Öncelikle 1960'lı yıllarda ülkede konuşlandırılan jüpiter füzeleri konusundaki tecrübesini unutmamalıdır. Komuta ve kontrolüne hiçbir şekilde müdahil olamadığı bu füzelerin, Türkiye'nin haberi olmadan ülkeden söküldüğü ve götürüldüğü de hatırlanmalıdır. Komuta ve kontrol konusunda kağıt üzerinde verilen teminatların bir anlam ifade etmediğini bilen tecrübeli bir dışişleri kadrosuna sahip olan Türkiye, "füze kalkanı" konusunda bu tecrübelerini değerlendirmelidir.
Türkiye, kendisini yeni soğuk savaşın cephe ülkesi haline getirecek olan bu projeye karşı bütün gücüyle direnmelidir. Tehdit algılaması konusunda bile mutabık olmadığı bir ittifak sisteminin sorgulanması imkanlar dahilinde yapılmalıdır. Yıllarca içinde bulunduğumuz ittifak'ın terk edilmesinden bahsediyor değiliz, ancak bu ittifakın soğuk savaşa ayarlı yapısının gözden geçirilmesi ve üye ülkelerin duyarlılıklarının dikkate alınabileceği bir yapıya kavuşturulması konusunda ısrarlı olunabilir.
Büyük güçlerin, istedikleri . ülkeyle temas kurmakta serbest olduğu ve esnek davranabildiği, küçük kabul edilen ülkelerin cendereye sıkıştırıldığı bu yapılar artık zorlanmalıdır. Türkiye "hayır diyebilen" bir ülke olma konusunda kritik bir kavşaktadır. Burada ortaya koyulacak tavır Türkiye'nin geleceği açısından son derece önemlidir; yeni soğuk savaşın cephe ülkesi mi, yoksa bölgesinin "merkez ülke "si ve dünyanın etkili bir ülkesi mi olacaktır Türkiye? "Füze kalkanı" meselesinde göstereceği maharet ve kararlılığa göre bu soru cevabını bulacaktır.
"Türkiye daha önceki dönemlerde olduğu gibi Batı Avrupa ile bütünleşme ve bölge ötesi ittifak ilişkilerinin cazibesiyle, bu yakın havza ile yabancılaşma hatasına düşmemelidir. Unutulmamalıdır ki Türkiye'nin uluslar arası konum içindeki siyasi, ekonomik ve kültürel ağırlığı, bu havzada sahip olduğu etkinliğe ve performansa bağlı olmaya devam edecektir. Türkiye'nin iç bütünlüğü dahi bu havza içindeki faktörlerle doğrudan ilgilidir. Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu'daki gelişmeler üzerinde etkili olamayan bir Anadolu ülkesi, ne bu hassas jeopolitik alan üzerinde bütünlüğünü muhafaza edebilir ne de dünyaya açılabilir." (Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, s. 119)
Kaleme aldığı bu sağduyulu ve hayati tesbitlerini, böylesi hassas bir dönemde hayata geçirebilme hususunda değerli Ahmet Davutoğlu'na kolaylıklar temennisiyle...
Kaynak:Umran Dergisi / KAsım 2010
Facebook Yorum
Yorum Yazın