Dünyaca ünlü Siyer Otoritesi Mevlana Şibli Numani - 2

Geçtiğimiz sayıda Şibli Numani'nin Hind Müslümanlarının ilk elçisi oluşu ve Hind Müslümanları ile Abdulhamid arasında bir bağ olmasına sebep oluşunun İngilizleri korkutmasından bahsetmiştim.
 
Bu yazımda da İngilizler'in bu korkuyla neler yapmaya çalıştıkları ve/veya yaptıkları hakkında ve Şibli Numani'nin gezilerinde Müslümanlar'ın ahvalini gözlemleyip, İslam aleminde gördüğü çarpıklıklar hakkındaki birkaç beyanatını sizlere sunmaya çalışacağım.

Dediğimiz gibi Şibli Numani'nin İstanbul seyahatinde Osmanlı hükümeti ile Hind Müslümanlarının yakınlaşmış olması İngilizleri çok korkutmuştu. Çünkü onlara göre o sıralar en tehlikeli şey, Abdülhamid’in güttüğü Pan İslamizm siyasetiydi ve Şibli bu hareketi Hindistan’da uyandıracak en baş aktörlerden birisi idi. Sömürgecilerin Mevlana Şibli hakkındaki kanaatleri şöylece özetlenebilirdi: “Bu adam Abdülhamid’in ajanıdır. Pan İslamizm cereyanı, İslam kardeşliği ve birliği uyanışını yaymakla görevlendirilmiştir.”
 
Bu sebepten, memleketine döndükten sonra onu devamlı tarassut ettiler, her hareketini incelemeye başladılar. Yakinen biliyorlardı ki Şibli’nin her faaliyeti Müslüman olsun, Hindu olsun yerli olan herkes tarafından hayranlıkla izleniyordu.
 
Gerçekten de büyük âlimin bu seyahatı ve hatıralarını yayınlaması Hindli Müslümanların devlet-i âliyeye bağlılığında çok olumlu etkiler yapmıştı.
 
Şibli’nin Osmanlı devletini öven şiirleri, izlenimleri elden ele dolaşıyor, dost meclislerinde okunup duruyordu. Bu da tabii ki İngiliz makamlarını ciddi endişeye sevk ediyordu. Hatta ünlü El-Berâmike(Bermekiler) kitabının müellifi, ulemadan Mevlana Abdürrezzak Efendi, Şibli’nin seyahatnamesi yayınlandıktan sonra, bu eseri övücü ve tanıtıcı bir yazı yazdığından dolayı Kanpur Şehrinin İngiliz valisi tarafından çağrılmış ve şiddetle azarlanmıştı.

Şibli’nin idareye karşı bu tavrı Aligarh Müslim’in bânisi Seyyid Ahmed Han ile ilişkilerinin gerginleşmesi sonucunu verdi. Ahmed Han belki de eğitim projesinin aksamaması için İngilizlere taviz üstüne taviz veriyor, böylece onların hışımlarından eğitim yuvalarını koruyacağını düşünüyordu. Aslında Sir Seyyid Han samimi bir insandı denebilir. Onun bir hareketi çok güzeldir; o zamanın Kuzey eyaleti valisi Sir William Muir, İngilizce olarak Life of Mohamet(Hz. Muhammed’in (SAV) Hayatı) adlı eserini yazıp, Hz. Muhammed(S.A.V)'e hücum edince bu, Ahmed Han’ın hamiyetine dokunmuş, bu kitaba bir reddiye yazmaya başlamıştı. Gerekli bilgileri toplamak için 1869’da Londra’ya giden Sir Seyyid, yol masraflarını karşılamak ve kitabını bastırabilmek için şahsi mallarını ve eşyalarını satmış ve sonunda ünlü Hitabât-ı Ahmediyye adlı eserini kaleme almıştı.

O sıradaki birçok Müslüman gibi batının sanayi inkılâbının sersemletici şokuna uğrayan bu zat, çıkış yolunu modernist anlayışta görmüştü. Aslında, o sıralar batıdan gelen bu soğuk havadan nezle olmamış kaç kişi gösterilebilir? Bir büyüğün dediği gibi; “Ne acıdır ki, İslam âlemi de bu umumî hastalıktan nasibini aldı ve sarsıldı. Evet, bir hadiste işaret edildiği gibi, materyalizm vebasının Müslümanlar üzerinde de "Zükkâm" (Nezle) tesiri oldu. Bu sebepledir ki, Ezher'e varıncaya kadar İslam Âlemi’nin gözbebeği sayılan ilim yuvalarında dahi, manaya karşı kör insanlar yetişti. Bu insanlar, o koca koca ünvan ve şöhretlerinin gücüne dayanarak ne büyük tahribatlar yaptılar! Önce mucizeleri te'vil ile işe başladılar. Ardından melek-cin-şeytan gibi madde ve fizik ötesi varlıkları bazı tabiat kanunlarıyla izaha kalkıştılar. Ve bilhassa "Cin"leri "mikroplar" olarak yorumladılar ve Şeytan'ı varlığı-yokluğu belirsiz hale getirdiler. Oysa ki, onların bu inkarları da şeytanın bir oyunuydu..
 
Evet, Şeytan, kendini ve varlığını inkâr ettirerek onlara son çelmesini atıyordu. Cin ve şeytan nasıl inkâr edilebilir veya bazılarının dediği gibi tabiat kanunları veya mikroplar olarak değerlendirilebilirdi ki? Cenab-ı Hakk, Kur'an-ı Kerim'de onları muhatab olarak ele alıyor ve onlara emir ve tebliğlerde bulunuyor... Şuur ve akıl sahibi varlıkların konu alındığı açıkça belli bu konuşmaları, sırf madde ve fizik ötesi varlıkları inkâr hatırına, görmezlikten ve duymazlıktan gelmek ve onları, hiç olmayacak şeylerle yorumlayıp tefsire tabi tutmak cidden anlaşılır gibi değildir. Ne var ki, birçok İslam âlimi bu "Zükkâm"a tutulmuştur ve bunlar zannedildiğinden de çarpık sayılırlar.”

İşte buna benzer “çarpık” düşüncelere sahip olan Seyyid Ahmed Han, selameti İngilizleri Hindistan’ın meşru hükümeti tanımakta buldu ve onları “ulul emr” olarak gördü. Bundan dolayı da Osmanlıya ve hilafete cephe aldı.

1897 Türk Yunan Harbinde zaferimizden sonra, Hindistan’daki kutlamalar karşısında çok öfkelenmiş ve “Yunanlılar ve Türkler” “İkinci Abdülhamid ve Hindistan Müslümanları” adlı iki makale yazarak, Osmanlı devletine ve zaferi kutlayan Müslümanlara sert bir üslupla saldırmıştı. Onun işi gitgide İngiliz uşaklığına vardırması, Şibli gibi birçok Müslüman’ın kalbine ok gibi saplanmıştı. Bu gibi sebeplerden dolayı Üstad Şibli, 1898 tarihinde Aligarh Müslim’den istifa etti.

Seyyid Ahmed Han’la yollarını ayıran Şibli, bir müddet Haydarabad Osmaniye Külliyesinin Ulum-u Fünun kısmının müdürlüğü görevini üstlendi. Bu arada kısa bir müddet, Urdu dilinin gelişmesi için kurulan Encüman-ı Terakki Urdu’nun kâtipliğini yaptı. Onun politikasıyla Haydarabad Osmaniye Üniversitesi Urducayı öğretim vasıtası olarak benimsedi. Bundan önce Hindistan’daki başka hiçbir üniversite herhangi bir yerli dili yüksek eğitimde öğretim aracı olarak benimsememişti.

O, İslam âleminin kurtuluşunun eğitimden geçtiğini düşünüyordu. Ama bu klasik medrese sistemiyle olamazdı. Yüzyıllardan beri İslam eğitim yuvalarında okunan eski çağ Yunan felsefe ve mantığı ile bir yere varılamayacağını söylüyordu. Bir yandan fen ilimlerinin, öte yandan manevi değerlerin bir arada okutulacağı müesseseler gerekliydi. Zira ona göre “manevi değerlerin hiçbir izinin bulunmadığı bir eğitim ve öğretimin sonucu olarak Müslümanların inancından, milli bütünlüğünden, tarihinden kaynaklanan hiçbir yaşatıcı değer hayatta kalamaz, yok olur gider.”

1907'de çocukları tabanca ile oynarlarken silahın yanlışlıkla ateş alması sonucu, üstadın bir bacağına mermi saplandı ve bu da ayağının kesilmesine sebeb oldu.

1908’de Haydarabad’tan ayrılan Şibli, Lucknow’da Nedvetül Ulema akademisine girdi ve beş sene burada görev yaptı.1898'de kurulan bu “âlim yetiştirme akademisinde” yeni bir eğitim tarzını yerleştirmek için çabaladı. İyi bir eğitimin alınabilmesi için İngilizcenin çok iyi bir şekilde öğretilmesini, hatta Hintçe, Sanskritçe derslerinin verilmesinin gerekli olduğunu, bütün dünya ile iyi bir iletişim kurulmasını dile getiriyordu.

Nedve’den ayrılan Allame Şibli, memleketi Azamgarh’a döndü. Etrafında oluşan talebe halkasıyla beraber büyük ideali Dar-ül Musannifin’i kurmaya yöneldi. Şibli Numani aynen İmam-ı Azam Ebu Hanife hazretleri gibi kollektif şuur ile hareket ediyordu. Talebelerini öyle yetiştirmişti ki, bu insanlar bir muhakkik ve müdakkik âlimler konseyi oluşturuyor ve kollektif çabalarla İslam Dünyasına birbirinden kıymetli eserler kazandırılıyordu. Bu çabaların daha da sistemleşmesi için bir enstitü kurulmalıydı ve Dar-ül Musannif’in adlı İlim ve Tahkik Cemiyeti bu niyetle vücut buldu. Mevlana Şibli bu müessesenin planını çizmiş ve kendi mülkünden bir arazi parçasını bunun için vakfetmişti. Bu aziz idealinin inşasını ise kendisi göremedi ve açılış en yakın talebesi Süleyman Nedvi’ye nasip oldu.(1914)

Dar-ül Musannifin, fikir emperyalizminin ve müsteşriklerin maksatlı yazılarının tehlikelerine karşı koymak, kültürlü gençleri İslam esaslarının üstünlüğüne ikna edici biçimde inandırmak, Yüce Peygamberi(S.A.V), onun hayat ve yaşayışını, onun halkasında yetişen sahabe neslini ve İslam’ın ilmi birikiminin değerini tanıtmak için İslam dünyasında kurulmuş ilk ilmi ve tahkiki cemiyettir. Zamanla bir akademi haline gelen bu kurum şu anda 14 binin üzerinde öğrenciye müsbet bilimler ve dini ilimleri veren bir eğitim yuvasıdır ve inşallah yakın zamanda Uluslararası Şibli Üniversitesi olarak büyük kurucusunun ruhunu şad edecektir.   

Şibli Numani’nin etrafında oluşan bu yüksek âlimler ekolu hakkında merhum Ebu’l Hasan en Nedvi şunları demektedir:“Şibli Numani’nin telif ekolü, İslam’ın ilk dönemlerine ait konularda geniş bilgi ve bol malumatın yanı sıra, ince araştırma ve tahkik, fikri ölçülülük, doğru görüş, isabetli düşünce, ilmi dikkat ve derinlikle parlayan eserler bıraktı. Bu ekolde yetişenler bu konuda öncü rolünü oynadılar. Çünkü bu konulara ilk el atanlar onlardır. Dil, üslup ve açıklama yönlerinde bütünüyle ciddi araştırma yöntemlerine uydular. Yazılarında büyük bir edebiyat ve yazım zevk ve tatlılığı bulunmaktadır."

"…Çağdaş batı kültürüyle yetişmiş Müslüman evlatlarına, dini inanç ve esaslara, İslam’ın kültür ve medeniyetine, kendi parlak tarihlerine, dil ve edebiyatlarına karşı yeniden güven aşılamada bu zatların yazdıklarının büyük katkısı olmuştur."

"Sözünü ettiğimiz âlim ve müelliflerin ise aynı duruma düşmemesinin sebebi, Arapça ve Farsça ya olan derin vukufiyetleri, İslami ilimleri tahsil etmeleri, sistemli bir metodla bu ilimleri okuyup mezun olmaları, İslam’ın asli kaynaklarına doğrudan müracaat etme imkânları ve diledikleri an bu kitaplara başvurarak onlardan istifade etme konusunda yeterlilikleridir.”

Şibli Numani'nin İslam âleminde gördüğü çarpıklıklardan birkaçı:

1-Medreselerin çökmesi: O da her basiret sahibi İslam aydını gibi
medreselerdeki inhitatı yakından görmüştü. Bununla alakalı
seyahatnamesinde şöyle diyor: “bazı hocalarla oturup görüşmelerim oldu. Onlar öyle basit ve genel halk seviyesindeki meseleler üzerinde konuşmalar yapıyorlardı ki bunları dinledikçe hem hayret ediyordum, hem de derinden üzüntü duyuyordum.”

O sıradaki Ezher’in durumu da Şibli’ye göre içler acısıdır; “Uğruna bir ömür harcanan İslam hukukunun ve Arapça dilbilgisinin eğitimi de araştırıcı, derinliklerine ulaştırıcı ve üstün yetenekli kimseler yetiştirici tarzda değil. Normal bir dilbilgisi kitabı olan Kafiye ve benzerlerinin şerhleri, şerhlerinin şerhleri ve onların da daha geniş şerhleri okutulup ezberletiliyor. Şeyh Taban diye ünlü bir bilgin varmış. Yakın zamana kadar yaşamış. Onun yaptığı şerhe o kadar değer verilmektedir ki, bunun da şerhleri, hatta şerhlerinin kenar notları ders kitabına girmektedir. Bunların hepsinin sırası ile ezberlenmesi büyük bir başarı ve ilimde, kültürde, dilde yüksek noktaya ulaşma olarak kabul edilmektedir. Ben kendim Ezher’de (misafir olarak) kaldığım için genellikle öğrencilerle görüşür, sohbet ederdim. Onların son derece basit, böyle önemsiz küçük işlerle meşgul olduklarını gördükçe çok üzüldüm. Böyle lüzumsuz, faydasız eğitimin etkisi iledir ki; maalesef uzun bir süreden beri Ezher, yetenekli, değerli bir âlim ve yazar yetiştirememiştir.”

2-Müslümanların ahlakının İslam ahlakı olmaması: Son birkaç asırdır küfür sıfatlarıyla(tembellik, pislik, birbirine düşmanlık, yalan, nifak, kâinat kitabını okuyamama, tefekkürsüzlük, ümitsizlik vs.) muttasıf olan ehl-i İslam, Müslüman vasıflarıyla muttasıf olan (Doğruluk, dayanışma, iş bölümü, mesai tanzimi, evreni okuyabilme, akletme) küfür dünyası karşısında iki büklümdür. Hani meşhurdur ya. Birinci Dünya savaşında Berlin’e giden Mehmed Akif’e “oraları nasıl buldun?” diyen dostlarına İslam Şairi şu mükemmel cevabı vermiştir: “Dinleri işimiz gibi, işleri dinimiz gibi.”

İstanbul’un Müslümanların çoğunlukta olan yerleri ile Hıristiyanların çoğunlukta olduğu yerleri gören Şibli’de içler acısı duruma şöyle bir misal vermektedir: “Galata (Karaköy) bölgesine bakarsınız, Avrupa’dan bir parça sanırsınız. Yüksek ve gösterişli dükkânlar, geniş ve düz yollar. Çamur ve pisliğin eseri bile yok. Bunun aksine daha çok Müslümanların yaşadığı İstanbul merkezinde çoğunlukla yollar temiz değil, hatta bazı yerler o kadar engebeli ki, üzerinde yürümek bile zordur.”

3-Tekkelerin bir miskinler yuvasına dönmesi: Ehliyetsiz kişiler elinde “bu dergâhlar ve zaviyeler de artık birer tembellik, bedavadan geçinme, dilencilik, miskinlik yuvaları haline geldiler. Bu yüzden de İslam ümmetinin hayatına çok zarar vermeye başladılar.”

4- Hurafelerin halkın içine alabildiğine yerleşmesi: Mesela bunlardan Mısır’da şahit olduğu mezarperestliği şöyle anlatmaktadır: “Mısırlılar haftanın günlerinden belirli günleri özelleştirerek onları belirli türbeleri ziyaret günü olarak belirlemişlerdi. Bu zavallıların inancına göre, Hz. Zeynep’in, İmam-ı Şafii’nin ve diğerlerinin ruhları, bunları her biri için belirledikleri o günde göklerden inerek mezarlarına gelirler. Böyle özel günlere Hazret(ruhun hazır oluş günü) diyorlar. Hangisinin hazret günü oluyorsa, o gün onun mezarı başında büyük bir kalabalık toplanıyor. Pek çok insan ziyarete geliyor, kabri öperek dileklerini söylüyorlar, ihtiyaçlarını istiyorlar. Böyle durumlarda öyle bir takım haller ve görüntüler ortaya çıkıyor ki bunların putperestlikten ve Allah’a şirk koşmaktan bir farkı varsa bu, benim gibi dış görüntülere bakanların göremeyeceği kadar çok ince olmalıdır. Ben Hindistan’daki mezarlara, türbelere tapınmalara bakıp Müslümanların haline ağlarken, Mısır’dakilere rastlayınca neredeyse daha beterini gördüm.”


1912’den itibaren onu, Efendimiz(S.A.V)’in hayat-ı seniyyelerini ve tebligat ve talimatını asr-ı hazır insanlarına en ikna edici bir şekilde anlatabilme çabası içine girerken görüyoruz. Şibli Numani en baş eseri bu dev çalışmayı bitirebilmek için olağanüstü bir gayret gösteriyordu Eserin birinci cildini bitirip bastırdıktan sonra, onun çok beğenildiğini gördü. Her taraftan teşekkürler ve tebrikler yağıyordu. Büyük coşku ve gayretle ikinci cildini yazmaya başladı, ikinci cildin sonuna doğru Şibli'nin sıhhati çok bozuldu.

Havası kendine iyi gelen Bombay’a geldi. Bir yandan devamlı tedavi görüyor, öte yandan eseri dikte ettiriyordu. Tedaviler olumlu sonuç vermiyor ve bu değerli insan sanki yanan bir mum gibi süratle eriyordu. Bir dostuna yazdığı mektubunda ise, "Beynim sıcak, duru ve çok faal, ama bedenim soğuk ve çok bitkin" diye yazıyordu.

Nihayet nâdir yetişen bu çok yönlü büyük ilim adamı 18 Kasım 1914 tarihinde Çarşamba günü ebedi aleme göçtü. Haber gazetelerde yayınlanınca bütün Hindistan mateme boğulmuş, yazarlar, âlimler, siyasi kişiler taziye yarışına girmişler, toplantılar, anmalar birbirini kovalamış, cenazesi ise Azamgarh’ta Dar-ül Musannifin’in toprağına gömülmüştür.

Şibli hakkında denilenler:

“Mevlana Şibli gibi ilimlerde bipayan(sınırsız) bir derya olan insan" M.Fethullah Gülen

“Hindistan, Pakistan tarafındaki hareketlerde, mesela, Şibli gibi, Nedvi gibi kimseler insanları yönlendirme mevzuunda ilk kaynakların saffetini daha güçlü görürler ve ona göre hareket etmenin daha isabetli olacağını düşünürler.” M.Fethullah Gülen

“Hakikaten Üstad Şibli derin ilmi, berrak düşüncesi, tetkik, tahlil ve netice istihsal etmedeki müstesna kabiliyeti ile “Şemsül Ulema” ve “Allame” gibi ünvanlara layık görülmüştür. Böylece Şibli o devirde de İslami cereyanlara sahne olan Hind yarımadasında tesirini Nedevilerle zamanımıza kadar sürdüren ekolün fikri muhtevasına mayasını katmıştı.”
Prof. Dr. Talip Yaşar Alp

“Adı geçen zat, birkaç asırda ancak yetişebilen büyük İslam tarihçisi, İslam âlimi ve düşünürüdür.”Eşref Edip
 
“Şibli Numani kültür emperyalizminin ve şarkiyatçıların maksatlı yazılarının tehlikelerine karşı koymak, kültürlü gençleri İslam esaslarının üstünlüğüne ikna edici biçimde inandırmak, Hz. Peygamberi(AS) ve onun halkasında yetişen sahabe neslini ve İslam’ın ilmi birikiminin değerini tanıtmak için 1914 yılında Delhi’de Dar-ül Musannifin’i kurdu.”Prof. Dr. Suat Yıldırım