Dış Politikada Eksen Kayması mı Normalleşme mi?

Türkiye'nin dış politikasında eksen kayması tartışmaları 2009  yılında  yoğun bir şekilde yapıldı. Bugün de yapılmaya devam ediyor. İki kutuplu dünyanın sona ermesinden sonra, bütün ülkeler gibi Türkiye de yeni duruma intibak etme süreci yaşadı. İki kutuplu dünyada kutup başlarına tâbi olarak yürütülürdü dış politika. Türkiye için aslolan, bağlı olduğu kutbun lideri durumundaki ABD'nin politikaları ile uyumlu olmaktı. Kendisinin özgün politikalar geliştirmesi gerekmiyordu. Türkiye'nin dış politika yapıcıları da bu duruma göre yetişmiş, eğitilmiş insanlardı.

90'lı yılların başından itibaren iki kutuplu dünya son buldu. Bu kutuplara bağlı bütün ülkeler gibi Türkiye de bu yeni duruma uyum sağlamak mecburiyeti ile karşı karşıya kaldı. O güne kadar geçerli olan dış politika argümanlarını yeniden gözden geçirmeliydi, dolayısıyla politikaların önceliklerini yeniden tespit etmek lüzumu hasıl oldu.

Bu yeni durum Türkiye'nin şimdiye kadar ihmal ettiği, veya yeteri kadar önem vermediği komşularıyla ve tabii coğrafyası ile ilişkileri geliştirmeyi gündeme getirdi. Bu, şartların dikte ettiği bir durumdu ancak geleneksel şartlara bağlı olan iktidar seçkinleri bu durumu eksen kayması olarak niteledi ve siyasi iktidarı yıpratmaya dönük bir argüman olarak kullandı.

Geleneksel Türk Dış Politikasını Belirleyen İlkeler
Geleneksel Türk dış politikasının •temel ilkeleri:

a)Coğrafi ve güvenlik anlamında statükonun korunması.
b)Batılılaşma.

Cumhuriyet'in kuruluşundan 2000'li yıllara kadar dış politikaya en genel anlamıyla bu ilkeler yön vermiştir. Bugün yeni bir durumla karşı karşıyayız. Bu temel ilkeleri mahfuz tutmakla birlikte, oluşan yeni duruma uygun politikalar geliştirme mecburiyeti var Türkiye'nin.

Soğuk Savaş sonrası oluşan ortam, Türkiye'nin dış ilişkilerini NATO merkezli olmaktan çıkarmakla birlikte, güvenlik ihtiyacının önemini azaltmamıştır. Dolayısıyla siyasetten elini çekmiş kendini asli görevi olan dış güvenliğe endekslemiş güçlü bir ordunun varlığına olan ihtiyaç devam etmektedir.

Türkiye, yakın komşuları ve yakın havzası olan Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya ile ilişki halindedir. Ayrıca AB üyelik süreci ve NATO nedeniyle Batı Avrupa ve Atlantik öte-siyle ilişki içindedir. Bütün bu bölgelerde meydana gelen değişiklikler  Türkiye'yi   etkileme potansiyeline  sahiptir.  Doğal olarak Türkiye, buralarla ilgilenmek, bu bölgelerde meydana gelen gelişmeleri izlemek ve mümkünse etkilemek durumundadır. Bunun için Türkiye'nin, geniş perspektifli ve değişken dengelere göre pozisyon geliştirilebilen dinamik bir dış politika uygulama mecburiyeti vardır.

Yine Türkiye, güvenliğini yeni bölgesel ittifaklar kurarak sağlamlaştırmak, komşularını istikrarsızlığa sürükleyecek politikalardan uzak tutmak ve bu bağlamda karşılıklı bağımlılık oluşturabilecek yollan, usulleri geliştirmek durumundadır. Tabiidir ki bu anlamda -hayale kapılmadan- tarihsel ve kültürel yakınlıkları da değerlendirecektir.

İşte Türkiye, Soğuk Savaş'ın bitiminden sonra el yardımıyla da olsa bilhassa yakın coğrafyasıyla irtibatlarını geliştirmeye çalışıyor. Rejim değişikliğine rağmen, Iran ile ilişkilerin normal bir düzeyde tutulması ve uluslar arası konjonktürün Suriye'yi dışladığı bir ortamda cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in Suriye'ye gitmesi komşularla yakınlaşma politikasının bir sonucudur.

2000'li yılların başında AKP'nin iktidara gelmesinden sonra bu politika daha rafine ve entegre olarak yürütülmeye başlanmıştır. Dünya konjonktürünün flu olduğu belirsizlik ortamında el yordamıyla yürütülüyordu bu politikalar. Dünya konjonktürünün giderek net-leşmesiyle imkânlar ve sorunlar daha belirgin bir şekilde ortaya çıkınca, oluşturulan politikalar da net ve rafine hale gelmeye başladı. AKP'nin iktidarda olduğu dönemde daha entegre ve görünür şekilde uygulamaya başlayan politikalar muhalif elit tarafından 'eksende bir kayma' olduğu şeklinde yorumlandı. Ve bu yonım AKP iktidarını zayıflatmaya dönük bir iç politika argümanı haline getirildi.

Şunu açıkça söylemek gerekir: Türkiye'nin dış politikasındaki temel ilkeleri değişmemiştir. Ancak bu ilkeleri tek noktaya bakarak, başkalarının ürettiği politikaların yanında veya karşısında olmaktan öteye yorumlayan bir yaratıcılığı ve esnekliği olmayan dış politika anlayışı değişmeye başlamıştır. Batıcılık da, komşularla ilişkiler de siyasi olmanın ötesinde kültürel, ekonomik, tarihi açıdan daha kapsamlı olarak yorumlamaktadır artık.

Pozisyon Alan Değil Alternatif Üreten Bir Politika
Türkiye'nin entegre bir dış politika uyguladığını söyleyen  Dışişleri  Bakanı  Ahmet Davutoğlu, ülkelerin uyguladıkları dış politikayı dört grupta topluyor: "Zorunluluk ülkeleri (...), öncelikler ülkeleri (çok gündemi olan ama öncelik sıralaması yapanlar, bir zamanlar Kıbrıs'ı tüm ilişkilerinin kriteri haline getiren Türkiye gibi), entegre dış politika izleyenler (birbirini tetikleyen, çok yönlü politikalar oluşturulan ülkeler bu gruba giriyor), küresel strateji uygulayanlar (ABD, Rusya, Çin gibi), Türkiye üçüncü gruba giriyor.”

Davutoğlu'nun da söylediği gibi bu, Türk dış politikasında yeni bir durumdur. Birtakım kırmızı çizgiler çizip o çizgilerin arkasında pozisyon alarak politika yapmaktan vazgeçiyor Türkiye. Bir taraftan Kıbrıs politikasını yürütürken aynı anda Gazze konusunda gayret gösteriyor. ABD, AB ve Ortadoğu arasında bir öncelik sıralaması yapmaksızın entegre bir politika uygulamaya gayret ediyor.

Ayrıca Türkiye, sadece sorunları üzerinden dost belirleyen ve sorunlarıyla anılan bir statüden çıkma gayreti içinde olan bir ülke konumundadır. Daha önce de sorunları bağlamında dünya siyasetinde yer tutan Türkiye, artık çözüm üreten politikalarıyla anılmaya başlanmıştır.

Lübnan, Filistin ve Gürcistan sorunlarında uyguladığı aktif politika, Türkiye'nin imajının değişmesi noktasında önemli bir adım olmuştur.
Türkiye'nin dış politikada gerçekleştirdiği buv atılımlar, batı hayranı elit tarafından onun geleneksel ekseninden farklı bir eksene kaydığı şeklinde yorumlanıyor. Bunun böyle olmadığını ve istenmediğini gerek Erdoğan, gerek Davutoğlu sıkça dile getiriyorlar.

Ancak bir eksen kaymasının olmadığını söylemek, her şeyin aynen eskisi gibi olduğunu söylemek anlamına gelmiyor. Elbette dış politikada, geleneksel eliti rahatsız eden gelişmeler oluyor. Bu politikalardan pek mutlu olmayan Sami Kohen durumu şöyle açıklıyor. "Bugünkü hükümetin belirlediği dış politika, geçmiş yıllarda daha çok Batı eksenli veya odaklı politikalardan farklı. Buna ister 'çok boyutlu', ister 'çok eksenli', ya da 'çok öncelikli' deyin, bu politika fiilen eski geleneksel çizgiden ayrılıyor. Bu aşamada, Batı ile sıkı bağların ve Avrupa vizyonunun terk edilmesi söz konusu olmasa da, Batı'yla her alanda beraberlik veya Batı ile ortak aidiyet duygusu artık eskisi kadar belirleyici bir faktör sayılmıyor"

Evet tam da bu. Batı ile her alanda beraberlik veya Batı ile ortak aidiyet duygusunun belirleyiciliği Türk dış politikasında giderek zayıflıyor. Bundan, istikbalini ve varlığını bütünüyle Batı'ya bağlamış olanların dışında kimse rahatsız değil. Hatta Batı'nın kafası çalışan elitleri, bizdeki Batı hayranı elitlerden çok daha rasyonel olarak değerlendirebili-yorlar durumu.

CIA’nın Ulusal İstihbarat Konseyi’nin eski başkan yardımcısı Graham Fuller, Türkiye'nin dış politika dünyası içinde ileri gelen bazı çevrelerin, Türkiye'nin, ABD'nin ve NATO'nun bölgedeki uzantısı olma konumunun Türkiye'ye hizmet etmediğine inanmaya başladığını belirterek, şunları söylüyor. "Yani bence bu hareket AKP iktidara gelmeden önce de büyüyordu. Ama AKP, özellikle de Ahmet Davutoğlu Dışişleri bakanı olduktan sonra ciddi adımlar atmaya başladı. Dışişleri Bakanlığı da bunu, yani ABD ve Avrupa ile birlikte çalışan, AB üyesi olmayı hedefleyen, ama aynı zamanda Rusya ile Çin ile Arap Dünyası ile, Kafkaslarla,
Ortaasya ile, Akdeniz ile Afrika ile çalışan bir dış politika vizyonunu büyük ölçüde destekliyor bana kalırsa. Türkiye Dışişleri Bakanlığı'nda, sayıları giderek azalan Amerikan yanlısı kuşağın dışında buna karşı çıkan olduğunu sanmıyorum." Tabii ki buna birde Amerika yanlısı ve Batı hayranı aydınları eklemek lazım.

Çok Boyutlu Politika •İmkânlar ve Riskler
Türkiye yeni bir dış politika ile iklimde dengelerini oluşturmaya çalışmaktadır. Bölgesiyle, komşularıyla, geleneksel müttefikleriyle, bu yeni durum muvaza-hanesinde yeni ilişkiler tesis etmektedir. Elbette bu çok hassas davranılması gereken bir süreçtir. Yeni imkânları ortaya çıkaran bu süreç, yeni riskleri de bünyesinde barındırmaktadır.

Bu bağlamda yürütülen yeni çok boyutlu dış politikanın Türkiye'ye sağladığı imkânları kaba hatlarıyla şöyle sıralamak mümkün.

a)Türkiye yürüttüğü aktif ve yaratıcı isabetli politika ile Ortadoğu'daki jeopolitik konumunu güçlendirdi.
b)Komşularla yapılan ticaretin boyutu önceki dönemlerle kıyaslanamayacak bir büyüklüğe ulaştı. Bu ticaretin hacmi yıllık yaklaşık otuz milyar doların üstüne çıktı.
c)Türkiye bölge sermayesini direkt yatırımlar şeklinde ülkeye çekebildi.
d)Bu ticaret ve sermaye ilişkilerinin ekonomik anlamının ötesinde, en önemli anlamı, ilişkilerin halkları da kapsayacak şekilde genişlemesi ve karşılıklı bağımlılık sonucunu doğur-masıdır.
e) Türkiye, bu dönemde mikro diplomasi denen bir yöntemle devletten devlete ilişkilerin ötesine geçerek, ülkenin politik yelpazesinde yer alan gruplar ve kişilerle de ilişkiler geliştirdi. İrak ve Lübnan ile geliştirilen ilişkiler buna örnek olarak verilebilir. Bu tür ilişkilerin bölgede önemli sonuçlar ürettiği tarihen sabittir.
f) Türkiye bölge sorunlarının çözümü konusunda aktif bir tavır sergilemiştir. Israil-Suriye arasında, Lübnan sorununda kolaylaştırıcı rol üstlenmiştir. Yanlışlıkla 'arabuluculuk' olarak adlandırılan bu pozisyonu Davutoğlu "kolaylaştırıcı rol üstlenme" olarak tashih etmiştir.

Bu listeyi uzatabiliriz. Ama yukarıdaki sayılanların bile Türkiye'yi önemine uygun bir yere taşıma konusunda ciddi sonuçlar doğuracağı inkâr edilemez.

Yeni Durumun Getirdiği Riskler
Risklerin hepsinin ince bir analize tabi tutulması bizim imkânlarımızı ve bu yazının çerçevesini aşacağını biliyoruz. Onun için ilk elde görülebilen bazı risklerden bahsetmek istiyoruz.

a) Türkiye konumu icabı hem bir bölge ülkesi hatta bölgenin en önemli ülkesi, aynı zamanda Batı ittifakının ve NATO'nun da bir üyesi.

Sorun şurada: Soğuk Savaş'ın bitmesinden   sonra   NATO, islam'ı tehdit bağlamında değerlendirdi. Görev alanını İslam coğrafyasının tamamını kapsayacak şekilde genişletti. NATO'nun alacağı, bölgeye bir müdahale kararı Türkiye'yi çok zor durumda bırakacaktır. NATO üyesi Türkiye müda-hil tarafta olacak, bölge ülkesi Türkiye bölge ülkelerinin yanında yer alacak!.. Bu, çözümü zor bir sorun olarak, Türkiye'nin karşılaşacağı muhtemel bir durumdur.
b)Yine Kafkaslarda uygulanan
politikalar bağlamında ciddi zorluklar vardır. Ermenistan sorunu bunların başında gelmektedir. Ermenistan bilindiği gibi üzerinde en çok etki barındıran bir ülkedir. Diaspora etkisi, ABD etkisi, Rusya etkisi, Fransa etki-
si, buna bir de Ermenistan'ın kimliğini inşa eden soykırım parametresini de ilave edersek nasıl bir sorunla karşı karşıya olduğumuz görülür. Ayrıca
Türkiye'nin elini ayağını bağlayan Azerbaycan sorununu da dikkate aldığımızda, Türk dış politika yapıcılarının ürettikleri bölgesel politikayı zayıflatacak ne tür bir risk ve sorun yuma ğı ile karşı karşıya kaldığımız görülür.
c)İran'ın nükleer güç olma isteğine, BM Güvenlik Konseyi'nin ambargo yaptırımı ile karşılık verdiğini biliyoruz.
Türkiye bu yaptırım karşısında, iran'ı haklı olarak kollayan bir tavır takınmıştır. Bu politika doğru bir şekilde şimdiye kadar yürütülehilmiştir. Ancak
bu politikanın yürütülebilmesi
giderek zorlaşmaktadır. Bu sorun
Türkiye'nin komşularıyla sıfır ' sorun politikasını torpilleyecek bir potansiyele sahiptir.
d) Arka arkaya birazda hevesle uygulanan politikalar, ezilmiş bölge halklarında Türkiye'ye ilişkin beklentiyi de yükseltmiştir. Birtakım jestlerle yükselen bu beklentinin, basit taktik hatalarla hayal kırıklığına dönüşebileceğini unutmamalıyız. Bu aşırı beklentileri, kontrollü bir iyimserliğe ve yoğun bir çabaya dönüştürmek mümkün olabilseydi, demek sadece bir temenniden öteye gitmiyor.

Burada amacımız risklere vurgu yapmak, dikkat çekmektir. İmkânların var olduğu yerde risklerinde olduğu bedahet derecesinde açıktır.

Bu imkânlar ve risklerin arasında ilerleyecek olan dış politikanın dikkatli ve ihtiyatlı bir süreçten geçerek doğru bir hedefe ilerlemesi temenni edilir.
Bu politikanın başarısızlığa uğraması için sadece dış aktörler çaba göstermiyor, içeride bu sonucu sağlamaya çalışan ve en ufak bir arızayı büyüterek iktidarın başarısızlığı olarak takdim etmek isteyenler eksik değil.

Ermeni Tasansı'nın ABD'de komisyonda kabulünden sonra, sen "van minut" diye efelenirsen işte böyle bir sonuca ulaşırsın, diye keyifle söylenen bir politika yapıcı unsurun da olduğunun farkında olunmalı.

Bütün bunlara rağmen Türk dış politikasının normalleştiğini söylemek doğru olacaktır.
Kaynak: UMRAN DERGİSİ Nisan / 2010