“DEMOKRATİK AÇILIM“ PARDONU OLMAYAN BİR SÜREÇ

Cumhuriyet'in kurulduğu yıllarda Türkiye'nin iki önemli sorunu vardı.

1. İslam sorunu
2. Kürt sorunu

Cumhuriyet 86.yaşını idrak ediyor. İslam sorunu ve Kürt sorunu yine Türkiye'nin iki önemli sorunu olmaya devam ediyor. Bu kadar geniş bir zaman dilimi içinde bu iki sorun halledilememiş ve aynen, hatta daha da büyüyerek devam ediyorsa, sorunlara yaklaşımda bir yanlışlık var demektir.

İslam sorununu irtica söylemini kullanıp, toplumu Müslümanlığından uzaklaştırmaya çalışarak veya seküler elitin gerekli gördüğü kadar toplumu manipüle edecek, kullanılabilir bir araç haline indirgeyerek halletmek istediler. Bu olmadı.

Kürt sorunu ise, Kürtleri yok sayarak veya Türkleştirmeye çalışarak ve özellikle İslam'la bağlarını zayıflatarak halledilmeye çalışıldı. Ama bugün gelinen noktada görüyoruz ki, sorun daha büyümüş bir şekilde önümüzde durmaktadır. Dolayısıyla, bu iki önemli soruna ilişkin yanlış yollar, usuller takip edilmiştir diyebiliriz.

Gelinen noktada devlet, sorunlardan birisi olan Kürt sorununun halli için, devletin "Demokratik Açılım" bazılarının ise "Kürt Açılımı" dediği bir süreci başlatmıştır. Adına ne dersek diyelim, bir sürecin başarılı olması bütün Türkiye halkı için hayati derecede önemlidir. Bu öneme binaen, bir devr-i sabık yaratmaktan ziyade, oluşan yeni süreçte örneklik teşkil etmesi bakımından kısa bir hafıza tazelemenin gerekli olduğunu düşünüyoruz.

Tarihsel Geçmişin Reddi yahut Milletçilikten Milliyetçiliğe Evrilme
Cumhuriyet döneminde milliyetçiliğin nasıl algılandığını tespit edebilmek için dönemin ders kitaplarına, dönemin liderlerinin bu konudaki fikirlerine bakmak yeterlidir.

Tek parti döneminin ders kitaplarına baktığımızda "Ulus" ya da "Millet" tanımı yapılırken, ırk ve dil kavramlarına önemle vurgu yapıldığı görülür. 1940'lı yıllara yaklaşıldığında buna kan unsurunun da eklendiğini görürüz.

Şimdi değişik yıllarda yayınlanmış Yurt Bilgisi kitaplarında milletin nasıl tanımlandığına bir bakalım:

1927 yılında yayınlanan Yurt Bilgisi kitabından: Bizim milletimiz Türk milleti'dir. Aynı soydan gelen, aynı lisanı konuşan, aynı adetlere tabi olan insan kümelerine millet denir."'1

1939 yılında yayınlanan Yurt Bilgisi kitabından: "Ulus (millet) ırk, dil, düşünüş ve duyuş (ideal) birliği ile birbirlerine bağlı bulunan yurttaşların kurdukları sosyal bir topluluk, varlıktır.
Büyük Türk milleti bu tarife en uygun millettir. Türk uluslarını birbirine bağlayan ırk, düşünüş ve duyuş türklüğe mahsus ahlak, moral ve yaradılış başka uluslarda az bulunur.'2
Yine 1939'da yayınlanan Yurt Bilgisi kitabından: "Türk yurdu üzerinde yaşayan, Türk diliyle konuşan ve Türk kanını taşıyan insanların birliğine Türk milleti denir. "3

1945 yılında yayınlanan Türk Ahlakının İlkeleri kitabından: "Bütün Türkleri bütün yüreğimle seveceğim. Çünkü hepimiz aynı kanı taşıyoruz. Hepimiz aynı toprakta yaşıyoruz. Aynı dili konuşuyoruz.""4

Yukarıda yapılan alıntılarda görüldüğü gibi millet; ırk, dil ve kan unsurlarıyla tarif edilmiştir. Başka hiçbir unsurun, ortak değerin zikredilme-mesi, başka hiçbir ortak paydaya vurgu yapılmaması, tarifi oldukça sorunlu kılmaktadır. Aynı dili konuşmayan, aynı kandan gelmeyen ama kendilerine Osmanlı diyen imparatorluk ahalisinin mirası üzerine kurulmuş olan yeni devletin bu millet tarifi dışlayıcı bir tanımlamadır. Irk, kan ve dil ortak paydasına indirgenmiş bu tanım farklı dili konuşan, farklı ırka mensup insanları dışlayan bir tanımdı.

Tabiidir ki, devlet, bu parçalı birlikteliği bütünleştirecek politikalar da üretiyordu. Nitekim dönemin başbakanı İnönü 1925 yılında yaptığı bir konuşmada: "Vazifemiz, bu vatanın içinde bulunanları behemehal Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anâsırı kesip atacağız"

Böylece o güne kadar farklı referanslara dayanarak birlikteliklerini devam ettiren unsurları, tek bir unsur haline getirecek uygulamalar devreye konmaya başlamıştır. Bundan bütün etnisiteler etkilenmiştir.
Diğerlerinden daha kalabalık bir nüfusa sahip olan Kürtler, daha yoğun bir şekilde etkilenmişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu dağılırken, imparatorluktan ayrılan diğer unsurlardan farklı olarak Kürtler, yeni devletin kuruluşunda Türklerle beraber yer almışlardı. Seküler Kürt aydın ve önderlerinin hilafına, devletin kuruluşunda yer almayı savunan Müslüman Kürt önderleri, uygulanan bu politikayla aldatıldıklarını hissettiler.

Bunun yanısıra yeni devletin İslam'ı toplumda etkisiz kılmak için yaptığı uygulamalar, iki halkı bir arada tutan en önemli referans kaynağını da yıpratmış oldu.

Birlikteliği sağlayacak en önemli referansları ortadan kaldırdıktan sonra, birlikteliği güce dayanarak yürütmekten ve "Bu vatanın sınırları içinde yaşayan anâsırdan" en kalabalık olan Kürtleri Türk yapmaktan başka yol kalmamıştı.

Bugün bu politikanın bizi getirdiği noktada bulunuyoruz. Kürtler, Türk olmayı kabul etmedikleri gibi, Kürtlüklerini daha yoğun bir şekilde hatırlamaktadırlar. Türkiye'nin bugün çözmeye çalıştığı sorun, ortak referansları yok etme pahasına uygulanmış politikalar neticesinde siyasallaşmış olan Kürt sorunudur. Milletçilikten, kana, soya, ırka dayalı milliyetçiliğe evrilmenin önümüze çıkardığı bir sorundur.

Daha sonraki dönemlerde her ne kadar, ırkçılık vurgusu azaltılarak, vatandaşlığa gönderme yapan tanımlar ön plana çıkmışsa da, başlangıçta oluşan zihniyet arka planının devlet politikalarını ciddi bir biçimde etkilediğini görüyoruz. Nitekim son Kürt kalkışmasını tetikleyen,12 Eylül 1980 darbesi döneminde uygulanan politikaların, kuruluş döneminde yapılan milliyetçilik tanımlamalarından fazlasıyla etkilendiğini ortaya koyan uygulamalar oldukça yoğundur.

Karşıtlıklar Üzerine Kurulmuş Elit Politikalarının Sonuna Gelinmiştir
Türkiye'nin seçkinci elitleri varlıklarını toplumda oluşturdukları karşıtlıklar üzerine kurgulamış, bu karşıtlıkları kontrollü bir şekilde kullanarak ülkenin sahipliği pozisyonlarını bugüne kadar devam ettirmişlerdir. Laik - İslamcı, Türk-Kürt, Sağcı-Solcu, Sünni-Alevi ayrımlarının bir kısmını ihdas ederek, varolan bir kısmını da derinleştirerek kitleleri kendi amaçları doğrultusunda karşı karşıya getirmişlerdir. Bugün bu yolun sonuna gelinmiştir. Türkiye, artık çatışmacı politikalarla idare edilemeyecek bir aşamaya gelmiştir. Türkiye, ya bu çatışmacı politikalardan kurtulup, etki alanı genişleyen bir ülke haline gelecek ya da gittikçe küçülen, etkisiz eleman pozisyonunda bir ülke konumunda varlığını korumaya, devam ettirmeye çabalayacaktır.

Devletin ve siyasilerin "Demokratik Açılım", kimilerinin de "Kürt Açılımı" dediği açılımın bir süreç politikası olarak ortaya konması, Türkiye'nin, sorunlarını bugüne kadar olduğundan farklı bir biçimde çözme niyetinin bir göstergesi olması açısından önemlidir. Tabiidir ki, alışılmışın dışında bir ilk olması, karşısında oluşan dirençlerin yoğunluğunu da beraberinde getirmektedir. Bu açılımın sonucunda bulundukları konumu kaybetme korkusu taşıyan iktidar seçkinlerinin, konumlarını korumak için yoğun bir mücadele verdiklerini görüyoruz. Türkiye bu dönemi, sorunlarını fikir planında tartışan, siyasetin sınırları içinde sorunlarının çözümünü arayan bir iklimde geçirebilirse, bundan bütün ülke kârlı çıkacaktır.

Kürt Sorunu: Devr-i Sabık Yaratmadan Tarihi Birlikteliğe ve Toplumsal Hafızaya Dayanmak
Bu sorunun halledilmesinde üç mutabakatın olması gerekir. Toplumsal Mutabakat, Siyasal Mutabakat ve Kurumsal Mutabakat.

Toplumsal mutabakatın kışkırtmalardan doğan birtakım arızalara rağmen var olduğunu görüyoruz.Toplum, yüzyılların içinden gelen kardeşlik olgusunu, son dönemlerin yanlış politikalarına kurban etmeyecek olgunluğu göstermiştir. Çatışmaların, terörün en yoğun olduğu dönemlerde bile, toplumsal bir çatışma çıkmamıştır. Yine, iki topluluk arasında, bırakın daha önce oluşmuş ailelerin dağılmasını, yeni aileler oluşturulmaya devam edilmiştir. Çatışmalara rağmen, her iki halkın arasında en kıymetli varlıklarını birbirlerine emanet eden ailelerin bulunması, modern anlamdaki milliyetçiliğin bizim ruhlarımıza yerleşmediğinin önemli bir göstergesidir. Bu bağlamda bir toplumsal mutabakatın var olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Siyasal ve kurumsal mutabakat konusunda sorunlar var. Bu da öncelikle devletin, ikincil olarak Kürtlere hak talep eden siyasal mekanizmaların, toplumsal mutabakatı gereği gibi algılamayan politikalar üretmesinden kaynaklanmaktadır büyük ölçüde. Devlet, toplumun değerlerini, toplumsal beklentileri dikkate alan, bu yönde politikalar oluşturan ve uygulamaya koyan bir organizasyon olabilseydi, zaten sorunları bu boyutlarda yaşamazdık.

Sorunların bu boyutlara gelmesinin temelinde, devletin, toplumun devleti olmak yerine, seçkinci bir elitin yönetiminde, ihdas edilmiş küçük ama etkili bir toplumsal kesimin organizasyonu biçiminde kurgulanmış olması yatmaktadır. Bu organizasyon, toplumun çok büyük kesimlerini, bu küçük kesimin kurgusu istikametinde değiştirme rolünü üstlenmiştir. Rızaya dayalı politikalar yerine, güce ve zora dayalı politikalarla oluşturulmaya çalışılan bu değişim çabası, tüm ana sorunlarımızın kaynağını teşkil etmektedir. Devletin İslam'a bakışındaki sorunlar, Kürt sorunu, yoksulluk sorunu, adalet sorunu, eğitim sorunu vs. büyük ölçüde devletin bu yanlış konumlanmasından beslenen sorunlardır.

Tabii olarak devletin bu yanlış konumlanması, Kürt sorununun ortaya çıkmasında da ana etken konumundadır. Ancak bir kısım Kürt siyasal örgütlenmeleri, kendi yaşadıkları sorunun ana sebeplerinden biri olan devletin işlediği yanlışları aynen işlemek konusunda oldukça maharetli davranıyorlar. Onlar da toplumsal mutabakatın gereğini yansıtan politikalar oluşturmuyorlar. Onlar da tarihsel hafızayı, toplumsal mutabakatı dışlayan yeni sorunların kaynağı olacak politikalar oluşturmakla meşguller. Toplumun ortak referanslarını dışlayan, temelde ayrıştırı-cı modern kavram ve yöntemlerle soruna yaklaşılması, hem yeni sorunlara yol açma, hem de sorunun çözümünü uzatma ve zorlaştırma potansiyeli taşımaktadır. Sorunun çözümü uzadıkça zorlaşıyor, zorlaştıkça da toplumsal mutakabatı zedeleyecek, yıpratacak hale doğru evrilme tehlikesi taşıyor.

Soruna sadece güvenlik penceresinden bakan, güvenlik bürokrasisinin yürüttüğü politikalar, başta kültürel haklarla sınırlı olan sorunu siya-sallaştırmıştır. Kültürel ve tabii olan hakları tanıma konusunda gösterilen basiretsizlik ve aymazlık, sorunun siyasallaşmasına neden olacak şekilde, çözümünü zorlaştırmıştır. Aynı aymazlık, her iki tarafın aktörleri arasında devam ederse, sorun toplumsallaşacak ve çözüm daha da zorlaşacaktır. Bu durumda hem toplumsal, hem de siyasal maliyeti artacaktır.

Söylemek istediğimiz, Kürt sorununun çözümünü de içeren "Demokratik Açılım", mutlaka başarılı olması gereken bir süreci başlatmıştır. Bunun "pardonu" olmamalıdır. Çünkü "pardon"un maliyeti bütün Türkiye halkı için ödenemeyecek kadar ağırdır. Onun içindir ki, her iki kesimin de çözüme katkı sunacak aktörleri, çok dikkatli davranmak ve toplum-sal mutabakatın kendilerine sundukları imkânlardan yararlanmak zorundadırlar. Doğru bakan herkesin de görebileceği gibi, bu toplumsal mutabakat, etnisiteleri inkâr etmemekte, ama etnisite üzerinden de yürümemektedir. "Biz sizi birbirinizle anlaşasınız diye kavimlere böldük" diyen ebedi hakikatin oluşturduğu iklimde gelişen bu toplumsal mutabakatı dışlayarak oluşturulacak çözümlerin yakın bir gelecekte düğüm olmuş, çözümü zorlaşmış, maliyeti ağırlaşmış bir şekilde yeniden önümüze çıkmasından korkulmalıdır.

Burada bir olayı hatırlamakta yarar var. Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül'ün şehit ailelerine verdiği iftar yemeğinde, şehit annesi Sultan Gidiş'in söylediklerini dikkatle değerlendirmek gerekir.
Türkçe bilmediği için tercüman aracılığıyla konuşan bu anne, "Kıblemiz bir, Allah'ımız bir, bu kan dursun artık, çocuklarımız ölmesin!" diyordu. Yine Sayın Cumhurbaşkanı'ndan, hacca gitmek istediğini ve bu konuda kendisine tavassut etmesini talep ediyordu. Sultan Gidiş örneği tekil bir örnek değildir. Ciddi bir temsil kabiliyetine sahiptir. Bu temsiliyeti yok sayarak oluşturulacak çözümlerin sahici bir çözüm olamayacağını görmek için kâhin olmaya gerek yoktur.

Demokratik Açılım: •Pardonu Olmayan Bir Süreç

"Demokratik Açılım" sürecinin başlatılması, Kürtlerde Kürt sorununun çözümüne ilişkin temkinli bir iyimserlik oluşturdu. Bölge insanlarıyla yapılan konuşmalarda bu açıkça görülebiliyor. Temkinliler, çünkü bundan önce yapılan vaatlere, aşırı bir iyimserlikle yaklaşmalarının oluşturduğu sükût-u hayali unutmuyorlar. Süreci devam ettirenlerin bu temkinliliği, yapamayacaklarını vaat etmeyerek, vaat ettiklerini yaparak, süreç içinde güvene dönüştürmeleri gerekir. Bu güven ortamının oluşması sürecin başarısını kolaylaştıracaktır.

Kürt sorunu öncelikle bir haklar ve özgürlükler sorunudur. Bu cümleden olmak üzere sosyal, kültürel ve siyasi hakların çekincesiz olarak kabulünün gerekli olduğuna inanıyoruz. Temel bir insan hakkı olan anadili konuşmayı, eğitim ve öğretimde kullanmayı engelleme kabul edilemez.

Türkiye'nin bölünmez bütünlüğünün kabulü önemlidir. Üniter devleti savunur görünüp, üniform devleti dayatanlara dikkat edilmesi gerekir. Kimse kitlelerin vekâletini üzerinde taşımamaktadır. Ancak, toplumun değişik kesimlerini temsil eden kurum ve kişilerin birer aktör olarak görüşlerinin alınmasının, kitlelerin sürece katılımını hızlandıracağı kanaatindeyiz.

"Demokratik Açılım" süreci, devletin halkın devleti olmaya doğru evrilmesini sağlayan bir süreç olmalıdır. Tanınacak haklar, bir etnik gruba kolektif bir imtiyaz olacak şekilde değil, bütün Türkiye halkına eşit olarak tanınmalıdır.
Kürt sorunu ve diğer sorunlar  etrafında birçok   acılar yaşanmıştır. Bu acıları yok sayamayız. Ancak, herkesin kendi acısını, kinini, ızdırabını, canlı tuttuğu bir ortamda barış ve kardeşliği.yeşertemeyiz. Acılarımızı yok saymadan, helaileşme-li, kardeşliğimizi yeşertmeliyiz.

Sorunun beyaz Türkler ve beyaz Kürtler arasında dar bir çerçevede sıkıştırılması ve çözümün bu çerçevede sağlanmaya çalışılması, dehşet dengesine dayalı kırılgan bir uzlaşmaya vücut verecektir.

Kürt sorununun toplumsallaşmasını engelleyen, dini ve tarihi referans çerçevesini dikkate alan bir çözüm süreci helalleşmeyle, kardeşleşmeyle sonuçlanacak, kırılgan olmayan sağlam bir barış ortamının oluşmasını sağlayacaktır.

Bir Özeleştiri: Moderniz-min Batı dışı toplumlarda oluşturduğu çatışmacı siyaset bağlamında sorunlara yaklaşmayan, İslam'ı önceleyen aktörlerin ve kurumların, Kürt sorunu benzeri, haklar bağlamında ortaya çıkmış olan sorunlarda özgün bir yaklaşım geliştirme mecburiyetleri vardır. Kim ve ne olursa olsun, haksızların ve haksızlıkların karşısında durma ve haklının yanında yer almak şeklinde bir ilkesel duruşu benimsemek, hem inancımızın hem insanlığımızın bir gereğidir. Bunu Mazlum-Der gibi bazı kuruluşlarımız ve şahsi bazı aktörlerin dışında gereği gibi yaptığımızı maalesef söyleyemeyiz. İlgisizlik değil ama gerekli ilgiyi gösterememenin, bu büyük camianın kendisinin de ciddi haksızlıklara uğradığı gibi birçok haklı sebepleri sıralanabilir. Ancak bunlar sonucu değiştirmiyor.

Buradan, bütün bir camia olarak çıkaracağımız ders "kim olursa olsun zalime karşı kim olursa olsun mazlumdan yana" olmayı temel ilke haline getirmek ve ona göre davranmaktır. Ayrıca ilkesel tavırlarımızı herhangi bir kuruma, kişiye partiye endekslemeden, ondan işaret beklemeden, refleksif olarak ortaya koyabilmeyi, bu konuda organize olabilmeyi de başarmamız lâzım.

1 Mithat Sadullah, 1927-1928, Yurt Bilgisi ilk Okul 4.sınıf, istanbul Hilâl Matbaası, S.10.
2 Danışman Tarık Tevfik, 1939, Yurt Bilgisi, istanbul, Mustafa Asım Matbaası, s. 13.
3 T.C. Maarif Vekilliği, 1939, Yurt Bilgisi Dersleri, s. 13.
4 Taşkıran Tezer, 1945, Türk Ahlâkının ilkeleri, istanbul Maarif Matbaası, s. 13.

Kaynak: Umran dergisi