Dedeler ve Torunlar

Jale Parla’nın Babalar ve Oğulları’nda Osmanlı torunlarının babasızlık karşısındaki çırpınışlarına şahit oluruz. Baba figürü önemlidir. Zira Doğu’nun vefalı evlatları pir-i fani olmuş yaşlılarını baş üstünde tutan ahlakları ile dünyaya hükmederken, evlerdeki yaşlıların ömre sadaka, eve bereket, ülkeye dirlik getirdiğini bilirlerdi.


Bugün Parla’nın bu kitabını anmamıza neden olan olaylar yaşanıyor. Köksüzlüğün epistemolojik temellerinin sosyal uzantısı bütün şiddeti ile gözlerimizin önünde beliriyor. Evin babasızlaşması, derin bir soysuzlaşmaya uzanıyor. Öyle ki, kendi değerlerine, kültürüne, ilmine, geçmişine ve şimdisine hoyratça bakan ama dedelerinin bu milletin has evlatları olduğu türedi evlatlarla dolu her yanımız.


Tanzimat’la birlikte gelişmekte olan toplumu bir çocuğun gelişimine benzeten Parla, toplumun bilinçaltında şefkatli bir baba figürünün olduğundan bahseder. Hatta onların İslam kültürü ve Osmanlı geleneği etrafında modernleşmenin nimetlerinden de yararlanmak üzerinden eserlerini verirken sert realist bir tavır yerine daha romantik temalarla toplumun dönüşümü üzerine kafa yorduklarını söyler. Babaya isyanın Beşir Fuad’la belirmeye başladığını biliyoruz. Ondan önce, sanıldığının aksine Tanzimat aydınları kuralları belirlenmiş ve yeniliğe açık bir İslam şemsiyesi altında Âli Osmanî’nin varlığına sadakatle hareket etmek gayesi içindeydiler. Eserleri bir babasızlık hezeyanına henüz dönüşmemişti. Bunun için Beşir Fuad’ı beklemek gerekecekti. Onların temel hedefi “evi tamir etmek”ti, yıkıp halkın başına geçirmek değil.


Bu hususta Şinasi’nin “Asya’nın akl-ı piranesi ile Avrupa’nın bikr-i fikrini izdivac ettirmek” sözü tam bu ideali açıklar. Bu düşüncede dahi Doğu bir eril kişilik olarak ifade edilmiştir. Yani babalık ve kudret. Osmanlı ile temsil edilen İslami değerler ve mutlak otorite her daim korunması gereken bir unsur olarak Batılılaşmanın en şiddetli dönemi olan Tanzimat devrinde bile korunmuştur. 


Mesela Ahmet Mithat Efendi’nin kahramanlarında babasızlık kötü terbiyeyi getirir. Babadan yoksun olmak köklerine sahip çıkmamakla eş tutulur. Her türlü ahlaki zaafiyetin babasızlık nedeni ile neşet ettiği vurgulanır. “Süfli lezzetlere alışan korunmasız oğulların” başlarının dertten kurtulmadığı, babasızlığın ahlak, erdem ve bilimum iyi hasletlerden de yoksunluk anlamına geldiği kahramanlarla doludur Tanzimat edebiyatı.


Edebiyattan günümüz realitesine geçersek, şimdi devir mi değişti, evlatlar mı devri altüst etti tartışılır ama artık evlatların değil babalarının, dedelerinin yadigarını bile üstlenmekten köşe bucak kaçtıkları günlere geldik.


Bay-ülgen’in Diriliş’i

Geçen ay medyaya sevimsiz, tahammülsüz olduğu kadar satır aralarında ciddi bir köksüzlüğü de barındıran bir olay yansıdı. Türkiye’nin en büyük devlet kanalı olan TRT’nin oldukça yüksek reyting alan Diriliş Ertuğrul adlı dizisi bir özel televizyonun geleneksel Altın Kelebek yarışmasında ödüle layık görüldü. Ödül gecesi Hollywood ayarında bir organizasyon beklerken, olan oldu ve öteden beri bu ülkede gizli-açık sürekli hakimiyet kurmuş olan bir zihniyet hortlayıverdi. Ödül alan diğer tüm yapımlar sahne konuşması hakkını kullanırken TRT’nin bu dizisi sahneden hostes kızın işgüzarlığı nedeni ile söz hakkını kullanmadan kulise alındı. Kannatimce kızcağız önceden tembihlenmiş talimatı yerine getirmekten başka bir şey yapmadı. Çünkü bir hata oldu ise sunucunun bunu farketmesiyle hemen telafı söz konusu olurdu. 


İş bununla kalmadığı gibi sunucu bay-ülgen adına yakışır bir tanrısallıkla ahkam kesmeye başladı. Aslında yaptığı açıklamalarla kendisinin, bu dizinin temsil ettiği kültüre ve medeniyete ne kadar uzak olduğunu alenen beyan etmiş olmasıydı. Zira, bu milletin değerlerini bugüne kadar hoyratça kullanıp kendisine fayda devşirenleri bu millet artık tek tek sırtından yakasından söküp atma zamanın geldiğinin farkındadır.


 Mesele “bay-ülgen” meselesi değil elbette. 

Mesele babalar ve oğullar ya da dedeler ve torunlar meselesi de değil. 

Mesele yersiz yurtsuz olma halini besleyen bir köksüzlük meselesidir. 

Mesele Tanzimat döneminde bile geçmişine tutunmaya çalışan aydınların arasından bir Beşir Fuad’ın çıkmış olması meselesidir.


Özellikle 15 Temmuz darbe girişiminin ardından halk iktidarla güven ve sadakat tazeledi. Bununla birlikte millet artık kültürünü korumak, kendisini sömürenleri haketmedikleri yerlerden çekip almak konusunda da uyandı. Bunun örneği en son yine TRT’de ana haber sunan bir zevatın görevine son verilmesiyle de bir kez daha ispatlanmış oldu. Halktan gelen yoğun tepkiler nedeni ile yetkililer  daha önce yaptığı açıklamalarla halkın hassasiyet telleri üzerinde oynayan zevatın ana haber spikeri olarak o makamı işgal etmesine daha fazla göz yummadı ve görevine son verdi. 


Bu millet, kendisine ihanet edenleri hakettiklerinden fazlasıyla zaten ödüllendirmişti. Şimdi bedel ödemek zamanı idi. Olan biten hepsi budur.


Malum zevatın taa Osmanlı’nın son döneminden bu yana, jakoben, yabancı hayranlığına bulanmış, üsten bakan kibir abideleri olduğu biliniyor. Ne ki doksan küsur yıllık bir Cumhuriyet tecrübesinde bu ülkede eğitiminden kültürüne, politikasından dış işlerine, sanayisinden savunmasına kadar her alanda ciddi bir modernizasyon süreci yaşandı. Bu süreç bizde Batılı ülkelerde yaşandığı gibi aynı süreci yaşamadı. 


Sancılı batılılaşma hareketinden derin bir modernleşme ağına düşen Doğu’nun çocukları, yaşadıkları ve maruz kaldıkları sömürüler karşısında babasızlığın güçsüzlük anlamına geldiğini çok iyi biliyorlar. Fakat ne olursa olsun, Olimpus’un sömürgeci zihniyeti karşısında eğilmeyecekler. Kültürel iktidar hegamonyası karşısında “ayağının altındaki ödülü” ayrıştırıcı rezilliklerin birer kanıtı olarak tarihe gömecekler.