Onsekiz saat, bişey değil uyursun gelip geçer dediklerinde hep uçağın küçücük halini düşünüp hepte vazgeçmiştim bu uzun yolculuktan. Birgün belki üç beş sene sonra yenerim kapalı yer fobimi giderim demiştim.
Şartlar insanı bir anda atıveriyor nasıl neden olduğunu bilmeden. Bir günde toplananan evraklar ertesi gün vize işlemlerinin başlangıcıydı ben daha ne olduğunu anlayamadan. On günlük bekleme süreci yorucu hazırlıklı ve heyecanlıydı.
Kargodan gelen kağıtta bir ay isterken üç ay verilen vize şaşırmıştı beni, tam üç ay dünyanın öteki ucu. Arkadaşımın evi yeni yer yeni insanlar. Süre üç ay olunca gurbete çıkanlar gibi uğurlandım ailem ve arkadaşlarım tarafından. Havaalanı coşkulu hüzünle karışık birşeyler yaşandı herkeste.
Tedbirliyim çantamda uyku hapım, kan sulandıran aspirinim. Dil yok kesin problem olacak diye tedirginim o kapılardan geçerken polis soracak ne anlatacağım. Elimde dil bilmediğimi anlatan ingilizce bir cümle gösterir geçerim nasıl olsa.
İstanbul'da soğuk kapalı bir hava, herşey arkamda kalıyor güneşe uçmanın sevinci içimde, terliklerim yanımda iner inmez giyeceğim. İlk uçuş dört saat Doha oradan aktarmayla yolculuğun geri kalanı, tam ondört saat Melbourne.....
Seviyorum huyumu, hangi araç olursa olsun hareket ettiği gibi uyuyabiliyorum saattlerce. Bu yolculukta da uyuyamam hap içerim derken tam dört saat inene kadar uyuyorum, yemek servisine geldiklerinde almıyorum uyanmamak için.
Doha havaalanında verilen bir saat zaten aktarma kapısını aramakla geçiyor tam kapıdan geçeceğim iri yarı sivil polis ingilizce birşeyler soruyor benim elimde bu dili bilmediğimi anlatan yazı gözüne sokuyorum iyice görsün diye vize diyor çarşaf gibi iki kağıt bakıyor geç diyor.
Artık asıl yolculuk başlıyor ondört saat uyubilirsem bu iş bitti diyorum. Zaten dilde bilmiyorum ya hostesle konuşmamak için uyumak daha iyi. Yanımda bir Alman kadın onun yanında bir zenci gülümsemeyle verilen selamdan sonra ben hemen kapıyorum gözlerimi.
Uçağın içi ev gibi sıkılan kalkıyor geziyor çocuğunu hoplatıyor zıplatıyor. Bir kart veriyorlar bunu doldurmak gerekiyormuş gelmeden tembihliyim arkadaşım her şeye ''no yaz'' doldur gitsin diyor. Dolduruyorum okumadan kutulara işaret no, no..... Önümdeki koltuğun arkasına sokuyorum zannediyorum ordan alacaklar ah bu dil bilmemek ah cehalet yokmu.
İniyoruz Melbourne havalanı polis kontrolünde herkes kuyrukta bakıyorum herkesin elinde o kartlar. Bakınıyorum nerden alınır uçağa geri dönüp mü alacağım diye bir köşede bir grup eğilmiş bunları dolduruyor hemen alıyorum ''no, no'' işaretler tamam. Kuyrukta iş bitirmişim zaferiyle bekliyorum sıra bende soruyorlar bişeyler anlayan yok, bir sürü yer gösteriyorlar doldurulmamış, can havliyle anlamadığımı anlatıyorum Türk olduğumu öğreniyorlar sonunda elime veriyorlar Türkçe açıklamalı karttı doldurup sonunda geçiyorum Polisler arasından. Sırada valiz alma var kenarına bağladığım flarla valizim geliyor hemen önüme. Ben polislerlerle cebelleşirken o kaç tur atmış dönemeçte....
Köpeklerin koklaması sırasınıda atlattıktan sonra nihayet çıkış kapısına varıyorum karşımda gülümseyen arkadaşım. Türkiye’de öğlen saat ikiyken ben gecenin onunda bu şehre varıyorum.
Türkiye’den uzak bu memlekette bir yolculuk böyle tamamlanıyor. Buranın huyu suyu nedir, neyi var neyi yok gelecek yazıda........
Facebook Yorum
Yorum Yazın