21. Yüzyılın ilk on yılında Türkiye'nin Kemalist vesayetten, ikinci on yılında da Arap'ların otokratik rejimlerden kurtuluş yoluna girmesiyle birlikte, Ortadoğu'daki yapay sınırların giderek anlamsızlaşacağını belirttiği yazıda şu önemli tespitte bulunuyordu:
"Bu yerlerde belirmekte olan kimlikleri tanımlamak için her halde henüz çok erken, ne var ki on yıllar süren sömürgecilik ve soğuk savaş sırasında bükülen fakat hiçbir zaman kırılmayan imparatorluk bağları üzerinde, parçalarından daha büyük olan bir şey ortaya çıkmakta. Bunlar toprağın, kültürün, tarihin, mimarinin, hafızanın, tahayyülün, akademisyenlerin ve özel hayatların alanlarına giren, fakat çatışmaların izinden giden gazeteciliğin gözünden kaçan bağlar."
Ortadoğu coğrafyası kolonyalist kalıntıların tasfiye edildiği, sancılı bir geçiş dönemini yaşıyor. Kolonyalizmin nesneleştirdiği bölge halkları bir özne olarak kendi kaderleri üzerinde söz sahibi olmaya çalışıyorlar. Gerek var olan petrol vesilesiyle ekonomik, gerekse üç dinin doğduğu coğrafya olması hasebiyle kültürel olarak dünyanın en önemli bölgesidir Ortadoğu. Ayrıca İsrail'in bölgedeki varlığı ve onun meydana getirdiği Filistin sorunu bölgeyi siyasal olarak da önemli kılıyor. Son yüz yılın dünya tarihine baktığımızda Ortadoğu kaynaklı olayların bu tarih içinde çok büyük ve önemli bir yer tuttuğunu görüyoruz. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın bölgenin uluslar arası güçlerin yoğun ilgi alanında olduğu aşikâr.
İşte bu önemli coğrafyada yerleşik düzenin sarsıldığı, otokratik rejimlerin halk hareketleriyle devrildiği bir süreç yaşanıyor. Bölge halkları onlarca yıldan bu yana hiç olmadığı kadar kendi ülkelerinin kaderlerine müdahil olmaya çalışıyorlar. Bugüne kadar bölgeyi yerli işbirlikçileri ile idare eden güçlerin, bu değişime etki etmeye çalışmayacaklarını düşünmek saf dillik olur. Elbette değişim sakin bir coğrafyada ve tek boyutlu olarak cereyan etmiyor.
Bu değişimi yönlendirmeyi isteyen, yeni dönemde de etkilerini azami şekilde devam ettirmeye çalışan statüko güçleri ve onların destekçilerinin varlığı inkar edilemez. Değişimi gerçekleştiren halklarla, statüko güçlerinin mücadele ettiği bir döneme giriyor bölge. Biz bu dönemin sorunlu bir geçiş dönemi olacağını düşünüyoruz.
Bu geçiş döneminin bütün olumsuzluklarına rağmen bölge halklarının, nesne muamelesi gördüğü bir önceki dönemden, halklar adına daha olumlu gelişmelerin yaşanacağı bir yönde geliştiğini söyleyebiliriz.
Teslim olan, maruz kalan, mecbur olan insanların Ortadoğu'sundan haklarını arayan, ifade beyanında bulunan, talep eden, kısacası özne olmaya çalışan insanların gayret gösterdiği bir iklime doğru evriliyor bölge. Tabiidir ki nesnellikten özne olmaya doğru gelişen bu değişim, sakin sessiz ve kavgasız olmayacak, sadece diktatörleri muhatap alarak bölgenin kaderine egemen olunan dönemler, bölgenin neredeyse tamamında devrini doldurmuştur. Dolayısıyla önümüzdeki dönemin Ortadoğu'su, yoğun bölgesel ihtilafların, iktidar kavgalarının olduğu, uluslararası güçlerin hakimiyetlerini devam ettirme mücadelesi yaptığı bir bölge olacaktır.
Tunus'tan başlayan, Mısır ve Libya'yla devam eden otokratik rejimlerin tasfiye süreci devam etmektedir. Her ülkenin farklı özelliklerine bağlı olarak, bazı ülkelerde sakin geçen süreç, bazı ülkelerde daha çatışmalı, daha kanlı seyrediyor. Tunus ve Mısır'da olabildiğince az kan dökülmesine rağmen Libya'da dış müdahale ile ve çok kanlı bir sürecin sonunda değişim gerçekleşmiştir.
Suriye gibi bölgesel ve uluslararası güçlerin hesaplarında oldukça önemli bir yer tutan ve "bölgenin jeostratejik anlayışını değiştirebilecek" önemde olan bir ülkede ise, muhakkak ki değişim daha zor, daha sıkıntılı seyredecek ve maalesef daha fazla insanın hayatına mal olacaktır.
Ortadoğunun Kilit Taşı: Suriye
Suriye'de bir yıldan bu yana rejime karşı yapılan eylemlerde yaklaşık dokuz bin insanın öldüğü söyleniyor. Önceleri, günde üç beş kişinin öldüğü ülkede, son birkaç ay içinde günde ortalama elliye yakın insan hayatını kaybetmektedir. Ülkenin her yerinde yaygın bir biçimde gerçekleşen olaylarda, rejim artık tankları, topları ve uçakları kullanmaya başladığı için günlük ölü sayısı giderek artmaktadır.
Olayların başladığı günden bu yana geçen bir yılın içinde, ne muhalifler rejimi devirebilmiş, ne de rejim muhalifleri etkisiz hale getirebilmiştir. Kelimenin tam anlamıyla bir pat durumu söz konusudur. Bu durum ise ülkeyi daha fazla insanın hayatını kaybedeceği bir iç savaşa doğru sürüklüyor.
Kozlar Suriye'de mi Paylaşılıyor?
"İsyanın başladığı geçen Şubat'tan beri ülke, bölge içindeki ve dışındaki daha büyük güçler adına savaşın yürütüldüğü bir sahne halini aldı. Bu savaşta Ruslarla Amerikalılar ve onların müttefikleri karşı kamplarda yer alırken, Şiilerle Sünniler arasında mezhep gerilimi tırmandırılıyor. İran'la Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri arasındaki bölünme derinleşiyor."
Yukarıdaki satırlar doğruya yakın bir Suriye fotoğrafı veriyor. Bu fotoğrafa baktığımızda Suriye'nin, Suriye'den çok fazla bir şey olduğunu anlıyoruz. Dolayısıyla buradaki mücadelenin de gerek bölgesel gerekse ulus-lararası politik güçler bakımından son derece önemli olduğu ve bölge açısından tayin edici bir rol oynayabileceği açıkça görülüyor.
Suriye'de etkin olan İran uluslararası sistemin dışına itilmeye çalışılan ve sistem tarafından düşman konumunda muamele gören bir ülke. İran rejimi, Rusya ve Çin ile ekonomik menfaatlere dayalı siyasal ilişkiler geliştirirken, Ortadoğu'da Lübnan'dan başlayarak, Suriye Lübnan ve Irak'ı içine alan bir ittifak hattı ile kendini savunmaya çalışmaktadır. Bu ittifak hattının en önemli halkası olan Suriye'deki rejimin hayatiyetini devam ettirmesi İran için vazgeçilmez bir öneme sahip. Dolayısıyla İran, neredeyse kayıtsız şartsız bir şekilde Suriye rejimini destekliyor.
Elbette, kendisini İslâm Devleti olarak niteleyen bir devletin, İslâm düşmanlığı tescil edilmiş bir rejimi desteklemesi şaşırtıcıdır. Ama İran ilkesel olmaktan ziyade sadece çıkarlara dayalı bir ulus devlet politikası takip etmektedir Suriye'de.
Bu bir yere kadar anlaşılabilir bir politikadır, fakat İran'ın mezhebi ağırlığı oldukça fazla öne çıkan bölge politikası, tarihten tevarüs edilmiş ihtilafları güncellerken, bölge Müslümanlarını, anlamsız bir iç çatışmaya sürükleyebilecek bir potansiyeli bünyesinde barındırmaktadır.
Bu çatışmanın sadece İran'ın tavrı dolayısıyla ortaya çıkacağını varsaymak haksızlık olur. Aynı şekilde, uzlaşmaz ve anakronik selefi tavrın da, bu çatışma potansiyelini ateşleyen bir fonksiyon icra ettiğini belirtmeliyiz.
Suriye, bu iki eğilimin de kristalize olduğu bir ülke olması açısından önemlidir. Burada meydana gelen çatışmaların, Müslümanlar arası çatışmayı tetikleyecek bir boyuta ulaşması hiç ihtimal dışı değildir. Dolayısıyla Müslümanlar arası çatışmayı tetikleyecek bir boyuta ulaşması hiç ihtimal dışı değildir. Dolayısıyla Suriye,Müslümanlar arası ihtilafların derinleşmesini sağlayabilecek çatışmaların devam ettiği bir ülke olması açısından da önemlidir.
Suriye'de bir diğer etkili güç olan Rusya'nın bir dünya gücü olarak, uluslararası arenaya dönmek istediği biliniyor. Bir dünya gücü olmanın en önemli şartı, dünyanın değişik yerlerinde güç bulundurma ve dediğini yaptırabilme imkanına sahip olmaktır. ABD dünya denizlerinde devamlı filolar bulundururken, Rusya'nın böyle bir imkanının olmadığını görüyoruz. Ortadoğu'nun neredeyse hemen her devletinde ABD'nin etkin bir yaptırım gücü varken, Rusya sadece Suriye'de böyle bir imkana sahiptir. Dünya siyasetinde ve Ortadoğu'da tayin edici bir güç olmayı amaçlayan Rusya'nın Suriye'deki bu imkandan vazgeçmesi en azından şimdilik beklenemez. Dolayısıyla Rusya kendisine bu imkanı sağlayan rejimi desteklemeye devam edecektir.
ABD ise, fiili olarak ülkeye müdahil olmasa bile, Katar ve Suudi Arabistan vasıtasıyla dolaylı olarak fiili müdahil konumundadır.
Bu siyasal manzara, Suriye meselesinin sadece Suriye içi güçlerle çözülebilecek bir mesele olmadığını gösteriyor. Nitekim İran ve Rusya yukarıda saydığımız sebepler yüzünden, mevcut rejimi hem siyasal olarak hem de fiili olarak silah ve para gücüyle net bir şekilde destekliyorlar. Muhalifler de, ABD ve müttefikleri tarafından siyasal olarak destekleniyor. Ancak silah ve parasal olarak yeterli olmayan, hatta son derece yetersiz bir desteğe sahipler. Bu yetersiz imkanlara rağmen, mücadeleyi ülke sathına yayma başarısını göstermişlerdir. Yeterli desteğin verilmesi durumunda rejimin ömrünün kısalacağını tahmin etmek için kahin olmak gerekmez.
Türkiye: Hem Şam'ın Şekeri Hem Arabın Yüzü
Türk, Kürt, Arap bölge haklarının ortak devleti Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılışından sonra, günün şartları gereği bölgeyle ilişkisini asgari düzeye indirmiştir. 70'li yıllara gelene kadar bölgeye karşı ilgisizlik veya ters ilgi politikası sürdürüldü. 1974 yılında yapılan petrol ambargosu bölge devletlerini ekonomik açıdan zenginleştirdi. Bu bağlamda Türkiye'nin de bölgeye olan ilgisi arttı. Ancak bu, kültürel ve tarihi bağları retorik düzeyinde gündeme getiren bir ekonomik ilgiydi.
1990'lı yılların ortasından itibaren bu ilgi, ekonomiyi ihtiva eden tarihi ve kültürel bir boyut da kazandı. 2000'li yılların başından itibaren ise Türkiye bölgeye olan ilgisini yoğunlaştırdı. Bu bağlamda öncelikle, yakın komşu Suriye'yle ilişkiler geliştirildi. Türkiye Suriye arasında vize kaldırıldı. Ortak bakanlar kurulu toplantısı yapıldı. İki ülke arasında çok ciddi bir yakınlaşma sağlandı.
İki ülke arasındaki bu yakınlaşma Ürdün'ü ve Lübnan'ı da içine alan vizesiz bir serbest bölge oluşturma aşamasına geldi. Bu son derece önemli bir gelişmeydi. Bölgedeki sınırları izafileştirecek, geçirgen hale getirecek, bölgenin kültürel ve ekonomik bütünleşmesini sağlayacak derecede önemliydi.
Bu aşamada, Tunus'dan başlayarak bütün bölgeyi etkisine alan Arap uyanışı, Suriye'yi de etkilemeye başlamıştı.
Beşşar Esed iş başına geldi¬ğinde, söylemlerinden etkilenen Suriye halkı, bu söylemlerin uygulanması için uzun yıllar umutla bekledi. Fakat uygulamaya dönük kayda değer bir gelişmenin olmaması, umudu hayal kırıklığına dönüştürdü.
Arap uyanışı bu hayal kırıklığının aktive olmasında rol oynadı. Bütün bu süreç boyunca Türkiye, Esed'i halkın beklentilerine cevap vermesi konusunda yüreklendirdi. Suriye'de Libya benzeri bir çatışma ortamının olmaması için bütün imkanlarını kullandı. Fakat bu konuda bir ilerleme kaydedilemedi. Devlet güçleri bir çete mantığı ile halkın üzerine saldırmaya başlayınca Türkiye de rejime karşı tavrını değiştirdi. Muhalif kesimlerle birlikte hareket etmeye başladı.
Bu ilkesel olarak doğru bir tercihti. Ancak Türkiye, biraz abartılmış söylemlerle muhalif kitledeki beklentiyi yükseltmişti. Uluslar arası güçlerin hesaplaştığı bir alan haline gelen ülkede, muhalif kitlelerin beklentisini karşılayabilmek Türkiye açısından imkansızdı. Bunun muhalif güçlerde yaygın bir hayal kırıklığı yarattığı biliniyor.
Bu hayal kırıklığına rağmen Türkiye Suriye'ye bigâne kalamaz. Suriye'de rejimin bu haliyle hayatiyetini devam ettirmesi mümkün gözükmüyor. Bu sonuca kısa bir zaman diliminde ulaşmak da imkan dahilinde değil. Bunda, yukarıda saydığımız bölgesel ve uluslararası sebeplerin yanında, muhaliflerin dağınıklığının da ciddi bir payı var. Dolayısıyla Türkiye, ilkesel duruşunu mevcut gücünü de dikkate alarak devam ettirmelidir ve orta vadeli bir politika geliştirmek durumundadır.
Neler Yapılmalıdır?
1- Türkiye, Suriye muhalefetini bütünleştirebilmek için elinden geleni yapmalıdır. Bu bağlamda SUK ile Özgür Suriye Ordusu arasında varolan sorunların halledilmesi ve işleyen bir mekanizmanın kurulması önemlidir.
2- Suriye'ye dışarıdan bir müdahale her açıdan sorunludur. Dolayısıyla iç muhalefetin yeterli silah donanımına sahip kılınması, siyasi ve ekonomik olarak desteklenmesi önemlidir. Parçalı bir muhalefetin hangi parçasını destekleyeceğiz, diyerek atıl kalmak ipe un sermektir. Muhalif grupların içinden en uygun olanını desteklediğinizde, onun etrafında bir kümelenmenin olacağı tarihen de sabit olan bir gerçektir.
3- Muhalefete destek verilirse iç savaş çıkacağını, savaşın hızlanacağını ve daha fazla insan öleceğini öne sürerek pasif kalmak, devletin katliamına cevaz vermek demektir. Bosna'da bunun acı örnekleri görüldü. Dolayısıyla muhaliflere tank savar silahlar da dahil olmak üzere silah yardımı yapılmalıdır.
4- Türkiye Rusya ve bilhassa İran ile görüşmelere devam etmelidir. Özellikle İran'ın güvenlik kaygıları dikkate alınmalı, bu kaygıların giderilmesi noktasında politikalar geliştirilmelidir. İran, Baas'ın son kalıntısı bu rejimin hayatiyetini devam ettiremeyeceği konusunda ikna edilmeye çalışılmalıdır.
5- Türkiye, fiili askeri bir müdahaleye hem istekli olmamalı hem de mecbur kalmamalıdır. Arap askerleriyle Türkiye'nin askeri güçlerinin karşı karşıya geldiği bir durum, Türkiye'nin bölgeye geç kalmış dönüşünü bitirir. Bölgeye ilişkin oluşturduğu ilkesel ve ahlaklı politikanın da sonu olur.
6- 1 Nisan'da İstanbul'da yapılacak olan Suriye'nin Dostları toplantısı, Tunus'taki gibi havanda su dövülen bir toplantı olmamalıdır. Bu toplantıdan muhalifleri yüreklendirecek ve onları Suriye'nin toplamını kucaklayan politikalar üretebilecek olgunluğa davet eden kararlar çıkmalıdır.
7- Türkiye bu toplantıda;
a) Mezhebi çatışmanın engellenmesi, Hristiyan ve Nusayrilerin yaşam haklarının, din ve vicdan özgürlüklerinin garanti altına alınacağı bir projeyi gündeme getirmelidir.
b) Suriye ulusal konseyi(SUK) ile Özgür Suriye Ordusu arasındaki bağlantının nasıl olacağına ilişkin bir projeyi toplantı gündemine sunmalıdır.
c) Hangi şartlarda bir tampon bölge oluşturacağını ve tampon bölgenin uluslararası meşruiyetinin nasıl sağlanacağı konusunun da gündeme getirilmesi gerekir.
Kısacası, İstanbul'da yapılacak olan toplantı hayati önemi haizdir. Bu toplantının sonunda Suriye muhalefetinin, yani Suriye halkının büyük çoğunluğunun elini güçlendirebilecek somut ve uygulanabilir kararlar çıkmalıdır.
Facebook Yorum
Yorum Yazın