-Bak hala parmaklarını saklıyorsun, hani bırakacaktın, derken ellerimi avucunun içine alıp sıkıca tuttu. Ellerim, parmaklarım hatta baş parmaklarımı, kıvırıp avucumun içine sakladım. Bunu yaptığımı fark etmezdim çoğu zaman. Farkında olmadan sıkıştırıverirdim avucumun içine bir ufak kuş saklar gibi..
Televizyon izlerken boş kalan elimin hemen o şekli aldığını gördüğümde ‘’evet anladım ben ellerim boş kaldığında yapıyorum bunu’’demiştim kendime.
Avucunun içindeki elimi kendine çevirip usulca parmağımı çıkarırken ‘’biliyor-musun seviyorum elinin bu halini, en çok da başparmağını seviyorum galiba’’dedi, açtığı parmağımı öperken. Doğru ya seviyordu başparmağımı, elimi öpeceği zaman daha bir sevgiyle öpüp, bir şey görmüş gibi dikkatli bakıyordu.
Bana bakar, çocukluğuma bakar gibi. Kendini kırık hikayemde bulurmuş gibi. Tanışmamızın ilk ayları. Sonbahar yaprakları arasında yürüdüğümüz günün akşamı, yerini serin esmelere bırakan rüzgarın kollarında otururken derinlerime inmek, içimdekileri sararıp kopan yapraklar gibi döküp, diğerlerinin arasına karışıp gitmesini istemiştim. Masanın üstündeki ellerim yine yumruk olmuş, başparmaklarım yine kuş olup saklanırken o an ellerimi fark etmişti.
O zaman ellerinin içine alıp ’ biliyor musun sık, sık bunu yapıyorsun, merak ediyorum bir sebebi var mı’’? Derinime inmişti birden, dalımdan yaprak kopuyordu işte var mı? sorusuyla. ’’Evimiz’’ dedim; ve durdum, nasıl anlatabilirsin ki şimdi evini, elini sebebini. Kendimden uzak çocuk halimle karşısındaydım şimdi.
Ellerimden tuttuğu ellerine kattığı meraklı gözleriyle, başlama tuşuma basmıştı artık.
‘’Evimiz tek katlıydı, nohut oda bakla sofa misali, camları da yere yakın (belkide hırsıza daha yakın), küçük insanların yaşayacağı kadar küçük ve buzhane kadar soğuk. Üç kızkardeş annemin serdiği yer yatağında sıkıca sarılırdık birbirimize, dişlerimizin gıcırtısı geçince bildiğimiz hikayeleri anlatırdık uykuya geçene dek. O sıralar okul kütüphanesinden aldığım küçük kadınlar romanını heyecanla okuyor, kendimizi onların yerine koyarak hayattan zevk alma oyunları geliştiriyordum. Aklımda kalanları yatakta paylaşıyor, kırık hayatımızı gülerek onarıyorduk. Aslında içimizde mutluyduk ara sıra evimize konuk olanlar gelip gidene dek.
‘’Aman be bıktım bu hayvanlardan ‘’diyordu annem, zirai donanım ilaçları satan dükkandan aldığı zehiri sağa sola bırakırken. Bizde iyice merak olmuştu sabah kalkınca yakalanan uzun kuyruklu, sinsi hayvanların zehiri yiyip şiştiklerini görmek. Sabaha olan merakımız gece yerini korkuya bırakıyordu ve de nöbete. Her gece birimiz iki yüze kadar yavaş yavaş sayıyor, diğer ikimiz uyuyorduk. İki yüze kadar saymayı başaramadığımız zamanlar da oluyordu.
Soğuk kış gecelerinde buz gibi yatakta ısınmak için sarılırken, fare korkusuyla daha da bir sokuluyorduk birbirimize. Bir süre sonra ısınıp hamam gibi olana, yatağımızda nöbet sırasını alıyordu. Sevmiyordum nöbeti o zamanlar uyku daha tatlı geliyordu, zaten nöbette de iki yüzü tamamlayamayan hep ben oluyordum.
Başımı öne eğmiş o korku gecelerini anlatırken, başparmağımı sakladığım elim hala elinde, gözlerinde kocaman sevgi ışığı. Çenemi tutup kaldırırken ’’bak yüzüme,sen çok çocuktun‘’ diyor şefkat dolu sesiyle.
‘’Ama ben hiç sayamadım ‘’diyorum, ’’hiç uykusuz kalamadım, en çok ben korkuyordum oysa. O son gece yine onlar uyurken ben yine oradan oraya atlayıp zıplayan farenin korkusuyla ablama iyice sokulmuş, saydığım sayıyı unutmuştum. Unutmasaydım keşke bilirdim sayıyı uyandırırdım ablamları.
Uykum galip gelip pes edip uyu-muştum, hep uzaktan izlediğim fare burnumun dibine kadar gelmişti işte. Gece duymamıştım bu kadar sokul-duğunu, sabah gözümü açtığımda yastıktaki bir damla kanla sıçramış hemen sağıma soluma bakmıştım. Sol başparmağımda bir kırmızılık görünce kalkıp anneme koşmuştum. Annem ‘’oy ben ne diyeyim o farelere yemiş bitirmiş seni ‘’ dediğinde, burnumun da ısırılmış olduğunu o an anlıyorum. Hep derdi annem ‘’bunlar üfleye üfleye ısırırlar, hiç anlamazsın sızısı olmaz.’’ Benim burnuma tüm nefesini tüketmiş olacak ki, burnumun ucundakini görememiştim. Annem ‘’hastaneye gidiyoruz’’ dediğinde korkmuş, aslında utanmış ’’ne yani faremi ısırdı diyeceğiz’’ demiştim. Desem ne fayda devlet hastanesi koridorunda elim, ısırılmış baş parmağım, gizlediğim ısırıklı burnumla başım yerde bekliyoruz. Her gelen meraklı soruyor ‘’vah vah ne oldu hanım, çocuğun nesi var?’’
Annem gayet normalmiş hergün biz bunu yaşarmışız, hatta hayatımıza dahil olmuş bir yaşammış gibi, sakin ve net ’’yok bir şey yok, fare ısırdı da ona geldik iğnesini yaptırıp gidelim diye’’ Yere eğik başım ha düştü ha düşecek, yer yarılıp giriyorum içine. Başparmaklarımı saklıyorum avucuma sıkı sıkı kapatıyorum ellerimi. ........
‘’Canım benim ‘’deyip ellerimi okşarken başparmağımı öpüyor daha farklı bakıyor, daha tanıdık, daha keşfedilmiş.’’ oh be diyorum içimden nihayet kurtuldum şu parmak eziyetinden.’’ Suskunluğum devam ederken ‘’ee ‘’diyor’’sonra ne oldu?
‘’O gün okula utanarak gidiyorum ben. Burnumun ucunda bit kadar yara bandı. ’Soyuldu kaşırken çirkin duruyor da’’ diyorum meraklı bakanlara. Akşam ben sayı saymıyorum artık yaralıyım ya, yer yatağından divana çıkıyorum ısırılmama ödül olarak. Alışkanlık olsa gerek içimden yinede sayıyorum ikiyüz, üçyüz, beşyüz, böyle devam ediyor. Başparmaklarım artık güvende avucumun içinde sıkıca kapalı. Hep öyle kalıyor açık durmuyor artık, farkında olmadan giriyor avucumun içine, saklanıyor her an fare üfleyecek, acıtmadan ısıracak gibi.
Kimseye anlatmayıp derinime gömdüğüm parmaklarımı, anlattığım bu geceden sonra, elimi hiç bırakmıyor artık. Bir tek o yanımda olmayınca saklıyorum başparmaklarımı.
Facebook Yorum
Yorum Yazın