Asosyallik Üzerine

Aylardır her iki üç yazımda araya sıkıştırdığım, anlata anlata bitiremediğim, ruhumun huzur bulduğu adaya nihayet geldim. (Hangi ada demeyin, adı bende saklı…)
İlk günlerin ev düzenini oturtana kadar geçen yorucu saatlerinin ardından yine sakin, doğal ve huzur dolu günlerim başladı.
 
Büyük şehrin üzerimizde bıraktığı o her an tetikte olma halinden, iç huzurun olamadığı ve koşuşturmaktan durulmaya fırsat bulamadığım hallerimden kurtulmaya başladım. Aslında bir nevi asosyal hale geçtim. Ve anladım ki ben bu asosyal halleri artık çok seviyorum.

Buna yaşın etkisi de diyebiliriz belki de. Hani 40 küsurlu yaşlara gelince insana çöken o ağır olma hali sanırım hissettiğim. Ama bir başka nedeni daha var bu asosyalliği sevmemin. Anladım ki insan asosyal olunca kendine gelip üretken olmaya başlıyor.

Bu sabah bahçedeki salıncağımda sabah çayımı yudumlarken farkettim bunu. Kendi kendime günün planını yaparken anladım ki zamanı yönetebildiğin zaman üretimin artıyor. Oysa şehirdeyken yapabileceklerin için zamanı yönetmek şöyle dursun net bir şey söylemek bile imkânsız. Örneğin arabayla gidilecek mesafede buluşacağım bir arkadaşıma yanına varana kadar defalarca geldim / geliyorum / trafik sıkıştı sen beni bekleme ya da e yol tahminimden açıktı erken geldim neredesin diye telefon açtığım oluyor. Yani biz zamanı değil de bizden bağımsız durumlar zamanımızı yönetiyor dolayısıyla plansız ve hay huy içinde üretkenlikten uzak yaşamaya başlıyoruz.

Adadaki köye geldiğimden itibaren mütemadiyen bir şeylerle uğraşır oldum. Üstelik yaptığım her şey anında, doğru ve verimli olarak bana döndü. Örneğin geçen gün domates fidelerimi iplerle asmanın çardağına astım. Domatesin o özlediğim mest eden kokusunu duya duya aheste aheste bitirdim işimi. Ardından hanımelini doladım parmaklıklara. Gerçi dibinde çöreklenen kurbağalar bu yaptığıma biraz bozuldu ama gayet güzel oldu hanımelinin görüntüsü. Başka bir gün erikleri toplayıp marmelat pişirdim. Asmanın taze yapraklarından sarma sardım. Fasulyeleri toplayıp yemek yaptım. Asma ve erik ağacının terasa yayılan ağaç kısımlarına destek oturtup hava almalarını sağladım.

Dün akşamüstü henüz hala ılık olduğu halde gelen yeni sağılmış sütü kaynatıp mis gibi sütlaç yapıp kalan sütten de yoğurt mayaladım. Daha aklıma gelmeyen bir sürü iş daha yapıp kalan sürede de rahat rahat kitap okudum. Bir sürü resim çekip facebook’umda yayınladım. Ve en hoşuma giden de arkadaşlarıma uzun uzun mesajlar yazıp detaylı detaylı buraları anlatacak vakit bulmanın rahatlığını yaşamak oldu. Hiç sevmesem de sık sık kullandığım kısaltmaları bile yapmadım cepten yazarken. Örneğin canım diyecekken cnm diye kestirip atmadım ya da anla işte fazla yazamayacağım demektense uzun uzun anlattım duygularımı ve bunu yapabilmeye bayıldım.

İki sene evvel Atlas Okyanusunun orta yerinde Madeira diye bir adaya gitmiştim. Yarı tropik, modern, düzenli, uygar, gelişmiş ve lüks dahi olabilecek her ihtiyacın karşılanabileceği bir adaydı Madeira Adası. Hani o özene bezene gösterilen tv’deki gezi programlarında anlatılıp yerlere göklere konamayan cinsten bir adaydı. Ama gelin görün ki; size bir şey itiraf edeyim... Tozuna, kurbağasına, solucanına, kıyılara vurmuş çöpüne, vidanjörün iğrenç kokusuna, çay bahçesinin hengâmesine, yokluklarına, ulaşım zorluğuna ve daha birçok olumsuzluğuna rağmen ben buraya değişmem hiçbir yeri.