Yazı yazmak değişik bir durum. Eğer oturup yazdıysanız bu yazabildiğinizi ve aklınızda bir konu olduğunu üstelik de o konuya odaklanabildiğinizi gösterir. Bendeki durum ise daha farklı. Yaklaşık 20 senedir yazıyorum. Yirmi sene içinde kaç tane yazımın yayınlandığı hakkında hiçbir fikrim yok. Muhtemelen ayda iki yazım yayınlansa 500’e yakın yazım basılmış veya nette yayınlanmış. Bunun dışında eskiden oldukça yoğun bir takipçi kitlesine sahip bloğumu işin içine hiç katmıyorum.
Peki, bunca yazıya rağmen hala daha neden klavyenin başına geldiğimde yazacak konuya odaklanamıyorum? Neden hala daha en geç yazıyı dergiye ben yollayıp sevgili arkadaşım Atilla’dan aylık fırçamı yiyorum? Sanırım bunu buldum. Eminim O da okuyunca bana hak verecek.
Nedenim şu; öncelikle aklımda yazacak yüzlerce konu oluyor. Aslında tek tek hepsi hakkında konuşmak -dolayısıyla yazmak- istiyorum. Dergide sadece bir, belki iki konuluk hakkım ve yerim var. Konuların bazıları derginin formatına uygun değil. Bazıları fazla sivri, bazıları fazla kadınsı. Fikir veya düşünce budanınca diğerleri de silikleşip önemini yitiriyor… İşte her ay beni çelişkiden çelişkiye sürükleyen anlar da böyle başlıyor.
Bu ay tüm çelişkilerimi bir kenara koyup nihayet kısa da olsa yazmam gereken konuyu belirledim. Konum biraz kadınsı, biraz feminen ve biraz da aşk üzerine olacak. Atilla’dan ambargo yemeyip yayınlanma izni çıkarsa siz de okuyacaksınız inşallah.
Her şey facebookta çok eski bir gönderimi arkadaşlarımdan birinin beğenip gün yüzüne çıkarmasıyla başladı. Nereden bulduysam nefis bir ”kadın duygularını” anlatan yazı/şiir yayınlamışım. Okuyunca dedim ki işte tam şu para harcama tuzağı 14 Şubat öncesi bunu okutmalı insanlara. Kimden bulup da yayınlamışım maalesef bulamadım. Nette herkes altına kendi adını yazmış. Her kim yazmışsa yüreğine sağlık ve sevgili işli güçlü ciddi beyler, bir zahmet okuyuverin de az da olsa anlamaya çalışın saçı bile kırılgan olan kadının yüreğinin ne hale gelebildiğini…
Bazı kadınlar sol göğsünün altında mayın taşır beyler.
Oraya ilk ayak basan adam, ayağını çekip gitmeye kalkışırsa eğer; mayın patlar, kadın dağılır, adam ölür, kadının sol göğsünde.
Sonra bir daha kim gelip giderse gitsin sol göğsün altındaki kente, asla aynı etki yaşanmaz.
Bir mayın bir defa patlar beyler, bir kadın, gerçekten,
bir defa sever.
"bir şiir bir kez yazılır, bir kitap bir kez okunur” gibi çürütülebilir bir tez değildir bu.
Bir insan bir kez ölür, türündendir.
Hatta düpedüz eşdeğerdir ikisi.
Ve sevgilim, sana gelince:
bir gün uğrarsan sol göğsümün altındaki kente,
hüzünlü bir sesle:
"buralar eskiden hep benimdi" diyeceksin kendine.
***
Mutluluğun bir sırrı var mı bilmem ama bir sınırı var elbet.
Size uzatılan her el ve her yürek bir gün geri çekilecek.
Her mutluluk ya yarım kalacak ya yavaşça eksilecek.
Herkes en az bir kez terk edilecek.
Ve ne yazık ki her şarkı eskiyecek.
-istisnalar hariç elbet- her neyse.
Biz kadınlar saç uçlarımızda hüzün taşırız beyler.
Sanırız ki saçlarımızdaki kırıkları aldırırsak sarılacak tüm kırıklarımız
sağlıklı saçlar hayatımızın alçısı olacak, hayatımız daha fazla alçalmayacak.
Yanılıyoruz aslında.
Canımız cehennem bizim.
Ağlayarak söndürmeye devam edeceğiz
dişlerimizi sıkıp
bilmem kaç vedaya daha göğüs gereceğiz.
Ama o ilk mayın, o ilk dağılış, parçalanış, unutulmayacak.
Çünkü bir söküğü diktiğinizde, eskisi gibi görünmez.
Ne zaman yaralansak, ilk yara izimizi anımsarız.
Kaç kez terk edilirsek edilelim, ilk gidene ağlarız.
Evren dolusu yükü omuzlayan biz, bir çocuk kadar da uysalız.
Ama neden sevdiğimiz adamlar, hiç okşamaz başımızı?
Bir masal örtmezler üstümüze uyku öncesi,
neden gerçek bir şefkatle sevmezler ki?
Kadınlığımızı geçtim lakin
içimizdeki küçük kız çocuğuna yazık değil mi?
evet; her kadın bir parça şairdir
yalnızca doğru adam tarafından terk edilmesi gerekir
ama / yine de / şair olmak istediğimizi / kim söyledi ki?
Üstüne bir şeyler ekleyip yazıyı bitirmeye dilim varmıyor… Klasik son olsun bu sefer; Aşk’ınız daim olsun, kötülükler ve telaşlar sizden uzak olsun da işleriniz rast gelsin...
Facebook Yorum
Yorum Yazın