Arap Uyanışı ve Tehlikeli Kavşak ta Suriye Politikası

2010 yılının sonlannda Tunus'ta başlayan olaylar, başta Tunus olmak üzere, Mısır ve Libya'da diktatörlerin devrilmesini sağlamış durumda. Tunus ve Mısır'da açık bir müdahaleye gerek kalmadan Bin Ali ve Mübarek iktidardan uzaklaştırıldılar. Libya'da ise maalesef bir iç savaş sonucunda, NATO müdahalesi ile Kaddafi hem iktidarını, hem hayatını kaybetti.

Yemen'de kitlesel eylemler, hiç de küçümsenmeyecek sayıda ölümlerle devam ediyor. Yemen diktatörü Ali Abdullah Salih, bütün oyalama taktiklerine başvurarak bugüne kadar sürdürdüğü iktidarını, devretmek zorunda kaldı. Suriye'de ise, 2011 ocak sonunda başlayan eylemler, şiddetini arttırarak devam ediyor. Yaklaşık dört bin kişinin, yönetim güçleri tarafından öldürüldüğü Suriye'de şiddetin dozu günden güne artıyor. Ülke adeta bir iç savaşa doğru gidiyor.

Tunus'ta başlayan Arap uyanışı, bütün Ortadoğu'yu, Arap Dünyasını etkilemiştir, etkilemeye devam edecektir. Ancak, bu başlangıçta söylendiği gibi bir domino etkisiyle değil, her ülkenin kendi özel şartları içinde yaşanıyor.

Bu olaylar aynı zamanda, sınırları, yönetimleri, stotükoları suni olarak oluşturulmuş ülkelerin ve tüm bölgenin geç kalmış tarihinin yaşanması olarak adlandırılabilir.

"Barışa Son Veren Barış"
Başlık, David Fromkin'in 1989'da yayınladığı ve günümüz Ortadoğu'sunun oluşturulma hikayesinin anlatıldığı eserinin ismidir. 1914-1922 dönemini anlattığı eserinde bölgenin kuruluş ve paylaşım hikayesini birincil kaynaklara dayanarak anlatan Fromkin'in eserinden biraz uzunca alıntılar yaparak, bölgenin neden yaklaşık yüzyıl içinde oturmadığım ve hâlâ bugüne kadar yaşanan ve bugün de devam eden hareketliliğin sebeplerini anlamaya çalışacağız.

"İngiltere ve müttefikleri Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında, bölgedeki eski düzeni bir daha geri gelmeyecek şekilde yıkmışlardı. Arapça konuşulan Ortadoğu'daki Osmanlı yönetimini onarılmayacak derecede parçalamışlardı. Onun yerini almak üzere devletler yaratmışlar, hükümdarlar getirmişler, sınırlan değiştirmişler ve her yerde bulunan bir devlet sistemi yaratmışlardı. Ama bu kararlara karşı olan önemli yerel muhalefetin tümünü susturamamışlardı"

Yazar 1914-22 arasındaki olayların Avrupa'nın Ortadoğu sorununu bitirdiğini, ama bölgenin kendisinde bir Ortadoğu sorunu yarattığını söylüyor. Bölgeye yerleştirilen iktidarların bölge gerçeklerine uymadığını, bu kitabın yazıldığı zaman diliminde bile, yönetimlere beka sorunu yaşatabilecek potansiyel güçlerin var olduğunu söylüyor.

Avrupa'nın icat edip bölgeye yerleştirdiği modern politik sistemin, Ortadoğu'nun yabancı toprağında yaşayıp yaşayamayacağının belli olmadığını belirtiyor. Bu, modern politik sistemin belirgin özelliğinin, birçok başka şeyin yanında, dünyanın ulusal yurttaşlık temelinde bağımsız laik devletlere bölünmesi olduğunu söylüyor. Bu sistemin bölgede sorunlarla karşı¬laştığını belirtiyor.

"Dünyanın geri kalan bölümünde, Avrupa'nın politik varsayımları öylesine doğal kabul edilmektedir ki, bunları artık kimse düşünmemektedir, ama bu varsayımların en azından biri, laik sivil hükümete olan modern inanç sakinlerinin bin yıldan fazladır, hükümeti ve politikayı da içermek üzere, tüm yaşama hükmeden bir Kutsal Yasaya inandıkları bu bölgede yabancı bir inançtır."

Daha sonraki satırlarda yazar bölgedeki düzeni yıkıp yeniden düzenleyenlerin İslâm'ın bölgedeki hakimiyetinin farkına vardıklarını belirtiyor. Ancak, bu bağlılığı zayıflatacak ve giderek yok edecek başka bağlıları (dil ve etnisite kral hanedanları gibi) ikame etmeyi düşündüklerini söyleyerek şu tesbitte bulunuyor.

"Ancak zamanın Avrupalı yetkilileri İslâmiyet'i çok az anlıyorlardı. Modernleşme politikasına Avrupalılaşmaya karşı İslâm muhalefetinin yok olmakta olduğuna kolayca inanmışlardı."

Yazının devamında o günkü Avrupalı yöneticilerin, oluşturduktan Ortadoğu coğrafyasında İslâm muhalefetinin bugün ulaştığı boyutu görseler çok şaşıracaklarını belirtiyor ve 1922 düzenine karşı geliştirilen muhalefetin bölgedeki gidişatın ana noktalanndan biri olduğunu, oluşturulan düzenin meşruluğunu sarstığını ifade ediyor.

Ortadoğu'da meşruluk duygusu ve oyunun kurallarında uyuşma yoktur, hangi sınırlar içinde olursa olsun kendilerine ülke adını veren birimlerin ve bunların yöneticileri olduklarını iddia edenlerin meşrutiyeti hakkında ortak bir inanç yoktur. Bu anlamda ele alındığında, Osmanlı sultanlarının halefleri henüz kalıcı olarak yerlerine oturmamışlardır. Müttefiklerin 1919-1922 yıllan arasında bu halefleri yerleştirirken, kalıcılığı sağladıklarına inanmış olmalarına rağmen.

Yüzyılın başında bölgeyi dizayn eden Avrupalı güçler, bölge ahalisini hiçbir şekilde dikkate almadan, onlara bir nesne muamelesi yaparak statükoyu oluşturdular. Yaklaşık yüzyıldan bu yana bölge insanları nezdinde meşrutiyeti olmayan bu yönetimler, varlıklarını borçlu olduklan güçlere dayanarak bölge insanlarını güç kullanarak zapt-ü rapt altına almak görevini ifa ettiler. Despot yönetimler aynen batılı güçlerin yaptığı gibi, halklarına nesne muamelesi yaptılar. Meşrûiyet üretmek yerine, zora, güvenlik politikalarına dayanarak varlıklarını sürdürdüler.

Birçoklarının Arap bahan dediği, bizim Arap uyanışı demeyi tercih ettiğimiz hareketlenme zulme ve nesne olmaya itiraz eden halkların bu duruma isyanıdır. Mısır'da göstericilerin dillerinden düşürmedikleri en önemli slogan (onur, özgürlük, ekmek) sloganıydı. Buradaki onur kavramına özellikle dikkat etmek gerekiyor. Diğer iki kavram bütün halk hareketlerinde genellikle kullanılan kavramlardır. Ancak onur bildiğimiz kadarıyla bir istisna olarak, Mısır'daki eylemlerde kullanıldı. Bu, bir medeniyet coğrafyasında yaşayan ve medeniyete ciddi katkıları olan bir halkın, uzun yıllar tarihin öznesi olmuş bir halkın nesneleştirilmeye isyanını ifade eden bir kelime, bir şiardır onur.

Bu bağlamda, Arap Dünyasında meydana gelen hareketlenmeleri, oluşturulan bir master planın parçası olarak görmenin nakıs bir algılama olduğunu belirtmeliyiz. Elbette bu alanlann boş olduğunu söylemek istemiyoruz. Burada bir takım güçlerin hesaplar yapmadığını, hadiseleri yönlendirmeye çalışmadığını söylemek safdillik olur. Ancak göğsünü siper ederek, canını hiçe sayıp, despotlara karşı eylem geliştiren insanları iradesiz, piyon durumuna düşürmenin de insafla bağdaşır bir yanı yok. "Arap uyanışı" dediğimiz bu eylemler bize göre yüzyılın başında, bölge insanına nesne muamelesi yapılarak kurulan statükonun hayata veda etmesi anlamına gelmektedir. "Onur, özgürlük, ekmek" diyerek nesneli ğe itiraz eden bu insanların eylemleriyle, Ortadoğu'da oluşturulan statüko tarihi ömrünü tamamlamıştır. Buna eylemlere muhatap olmayan Suudi Arabistan, Ürdün, körfez ülkeleri ve diğer ülkeler de dahildir. Sorun zaman ve süreç sorunudur. Bölgede geç kalmış tarihin katan hareket etmiştir. Bu hareketlilik yeni bir düzen kurulana kadar devam edecektir. Başta da söylediğimiz gibi, dünyanın stratejik, dini, kültürel ve ekonomik olarak en önemli bölgesinin halkları bölgelerine sahip çıkan bir iradeyi ve eylemliliği ortaya koymuşlardır. Elbette bu coğrafyaya yaklaşık yüzyıldır hükmeden iç ve dış güçlerin bu iradeyi tekraren ipotek altına almak için gayret göstermeleri ve politikalar geliştirmeleri beklenmelidir. Bu konuda dikkatli olmak da gerekiyor. Ancak, bugünün ve yarının dünden daha iyi olacağına ilişkin umudu ve gayreti yok etmemelidir, dikkatli olma kaygısı. Tarihin sahnesine bir özne olarak dönmek isteyen bölge insanlarının aklına ferasetine güvenmeliyiz.

Mısır: Seçimler Vesayet Rejimini Engelleyecek mi?
Arap uyanışını başlatan Tunus seçimleri yaparak normalleşme yolunda bir önemli engeli aştı. Mısır'da ise, ordunun bütün engellemelerine rağmen yaklaşık bir ay sürmesi beklenen seçim süreci 28 kasım itibarı ile başladı. Mübarek"in devrilmesinden sonra cumhurbaşkanlığı yetkilerini kullanan yüksek askeri konsey 6 ay içinde seçimlerin yapılacağı sözünü vermişti. Süreç içinde seçimleri yapma konusunda isteksiz davranan ve seçim sürecini geniş bir zamana yaymak isteyen Konsey'e karşı Tahrir Meydanı tekrar göstericiler tarafından dolduruldu. Mübarek'in yıkılması döneminde halkına kurşun sıkmayarak saygınlık katsayısını iyice arttıran ordu, seçimler konusunda gösterdiği isteksiz tavırdan dolayı saygınlığını hızla yitirmeye başladı. Tahrir göstericileri Yüksek Askeri Konsey'in görevini hemen sivillere devretme talebinde bulundu.

Ancak, kitle gösterilerinin ana gövdesini oluşturan Müslüman Kardeşler kurumsal olarak bu gösterilere katılmadılar. Çünkü Müslüman Kardeşler seçimlerin bir an önce yapılmasını talep ediyor ve gösterilere kurumsal olarak katılmama gerekçelerini de şöyle sıralıyor:
1. Gösterilerin provoke edilme ihtimali yüksek, rejim bu provakasyonu bahane ederek seçimleri erteleyebilir.

2.Tahrir    göstericileri Konsey'in görevini bırakmasını istiyorlar. Konsey görevini bıraktığında iki yıl için geçiş dönemi hükümeti kurulacak. Bu da seçimlerin iptali demektir.

3.Mübarek'in yıkılmasında ittifak halinde olan farklı güçler, yeni sistemin kurulmasında tabii olarak ayrışıyorlar. Şu anda Tahrir'de eylem yapan daha küçük ölçekli siyasal yapılar zaten seçimden umutlu değiller. Seçimleri erteleterek hazırlanmak istiyorlar. Müslüman Kardeşler bu gerekçelerle meydana, Tahrir'e kurumsal olarak gitmiyorlar. Bu da Tahrir gençliğinin Müslüman Kardeşler'e tepki duymasına neden oluyor ve Müslüman Kardeşler'in Mısır'daki rejime karşı mücadelede meşrûiyetini sorgulanır hale getiriyor.

Mısır'lı yazar ve düşünür Fehmi Huveydi her iki tarafın hassasiyetlerini de kollayan makul bir teklif sunuyor: "Mısırlılara yapılan ihanet meydandaki gösterilerin devam etmesini gerektirir kanaatindeyim. Dolayısıyla ben meydanın bir an önce boşaltılması gerektiğini düşünenlerden değilim. Bu, seçim hakkımızı kaybetmemizi sağlayan bir oyun olabilir. Seçimlerin bu şartlarda yapılmasının riskli olduğunu düşünenlere hak veriyorum. Ama şunu da ekliyorum, ertelenmesi daha büyük bir risk."

Mısır'da olabildiğince kansız geçen bir süreç yaşandı. Ancak, mareşal Tantavi'nin başkanlığındaki Yüksek Askeri Konsey'in tavn Mısırlılarda elde edilen kazanımların çalındığı duygusunu uyandırıyor. Tantavi yeni hazırlanacak anayasada ordunun konumunun değişmeyeceğini söylüyor. Bu şartla orduyla pazarlık yapan bir siyasi parti Mısırlıların emeklerine ihanet etmiş olur. Çünkü bu Türkiye'nin çok yakından bildiği vesayet rejimidir. Türkiye yıllardır bu vesayet rejimine karşı mücadele vermesine rağmen hâlâ sonuca ulaştığı söylenemez. Konjonktürel olarak elde edilmiş kazanımlar, hukukun güvencesi altına alınmamıştır. Bu da konjonktürün değişmesi halinde vesayetin geri dönüş imkanına sahip olduğunu gösterir.

Umarız Mısır Türkiye'nin vesayet rejimi ile mücadelesinden dersler çıkanr.

Suriye: Bölgenin "Tehlikeli Kavşağı"
Mısır, Ortadoğu'nun kültürel, ekonomik ve askeri açıdan en önemli ülkesi. Mısır'da meydana gelen her olay bölgeyi doğrudan etkiler. Suriye ise bölgenin sinir uçlannın çakıştığı bir hatta bulunması sebebiyle önemli bir ülkedir. Libya ve Tunus'tan farklı olarak, Suriye'de meydana gelecek olaylar bölgeyi etkileme gücüne daha fazla sahiptir.

Suriye, Arap Birliğinin kurucu ülkesi, İsrail ile yapılmış savaşların hepsine katılarak bedel ödemiş bir ülkedir. Bu bağlamda Arap dünyasında bir meşrûiyetı vardır. İkinci olarak, hatırı sayılır bir Alevi ve Hristiyan nüfus barındırması, İran ve yeni Irak'la hem stratejik, hem mezhebe dayalı ilişkileri dolayısıyla bölgedeki diğer ülkelerden farklı konuma sahiptir. Üçüncü olarak da bölgenin Lübnan ve İsrail gibi sorunlu olanlarıyla sınırdaş olması ve bu alanları hareketlendirebılecek araçlara ve burada oluşturulacak sorunlan bölgeye yayma imkanına sahip olması.

Bunlara Suriye'nin Rusya ve Çin ile geliştirdiği ilişkileri de eklemeliyiz. Bilindiği gibi, Rusya'nın Akdeniz'deki tek deniz üssü Suriye'nin Tartus limanında bulunmaktadır. Yukarıda sıraladığımız sebeplerden dolayı Suriye, Arap uyanışının en sorunlu ülkesi olarak kabul edilebilir. Bu ülkeye ilişkin yapılması, düşünülen her eylem yukanda sıraladığımız özellikleri dikkate almak ve ona göre hareket etmek zorundadır. Türkiye, Suriye'nin bu özelliklerini bildiği için, Esed yönetimini gerekli reformları yaparak, ülkenin normalleşmesini sağlamaya ikna etmeye çalıştı. Bu konuda çok ciddi çabalar sarf etti. Suriye'ye yönelik uluslar arası tehditleri önlemek için elinden gelen bütün imkanları kullandı. Ancak Suriye yönetimi çok da makul olmayan gerekçelerle adeta Türkiye'yi oyaladı.

Bugün gelinen noktada ocak 2011 de başlayan eylemler, iç çatışma boyutuna doğru hızla yol almaktadır. Yaklaşık 4000 civarında insanın öldüğü, bu sayıya günde ortalama 15-20 kişinin eklendiği bir çatışma ortamı giderek hızlanmaktadır.

Bu ortamda Arap Birliği Suriye'ye karşı sert ekonomik ambargo kararlan aldı. Türkiye'nin de destek verdiği bu ambargo kararlan Irak ve Lübnan gibi bir iki ülke dışında büyük bir çoğunluk tarafından desteklendi. Yönetimi zayıflatmaya dönük olarak alınan bu kararlann istenen sonucu yeterli oranda vermeyeceği görülüyor. Irak ve Lübnan gibi iki komşu ülkenin bu kararların baskı gücünü azaltacak bir fonksiyon ifa edeceklerini görmek için kahin olmaya gerek yok.

Olaylar hızla bir dış müdahaleye doğru evrilmektedir. Böyle bir müdahale durumunda, Suriye ile uzun bir sının bulunan Türkiye'nin birtakım taleplere muhatap olması kaçınılmazdır. Nitekim, Libya'da Türkiye'yi devre dışı bırakmak için olağanüstü çaba harcayan Fransa, Suriye söz konusu olduğunda tam tersi bir tutum takınarak, Türkiye ile birlikte hareket etmeye istekli davranmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, uluslararası bir müdahalede Türkiye ve Fransa'nın ön plana çıkması isteniyor.

Doğrusu, Türkiye açısından zor bir durum. Suriye yönetiminin şiddetin dozunu giderek arttırması ve durumu düzeltmek için şiddet dışında hemen hiçbir şey yapmaması, dış müdahaleden başka bir çare görmeyenlerin argümanlanm kuvvetlendiriyor.

Ancak bir dış müdahalenin ve bu müdahaleye Türkiye'nin aktif katılımının, hesaplanması gereken riskleri de mevcut. Bilhassa Fransa ile beraber ön planda olarak müdahalede bulunmak, sömürgecinin kurtarıcı olarak dönüşüne payanda olmak gibi bir görüntü oluşturacaktır. Aynı zamanda Türkiye'nin bölgedeki meşrûiyetini sarsacak sonuçlar üretecektir. Mezhebi çatışmanın ve Arap milliyetçiliğinin devreye girmesi ve Türkiye'nin bölgede ötekileştirilmesi çabalarının hızlanacağını da hesaba katmak gerekiyor.

Ayrıca Türkiye'nin içinde güç dengelerinin böylesi bir kriz ortamında nasıl hareketleneceğini de dikkate almak gerekir. Irak'a ve Afganistan'a yapılan dış müdahale'nin yüz binlere varan ölümlere sebebiyet verdiği ortada iken yeni bir müdahale'nin orta¬ğı olmak, çok da arzu edilir bir durum olmasa gerek.

Ancak, bir müdahale'nin riskleri olduğu kadar, gün gün halkını katleden bir yönetime sessiz kalmanın da ciddi riskleri var. Bu gidişatı önlemenin bir imkanı var mıydı diye bir sorunun artık zamanı geçmiştir. Olaylan geriye döndürmenin imkanı yok. Ancak askeri bir müdahaleye gerek kalmadan, olaylan önlemenin son imkanlannın da denenmesi gerektiğini düşünüyoruz. Rusya ve İran'la yapılacak görüşmeler, böyle bir imkanı mümkün kılabilir mi? Denemeye değer. Ama bütün yollar denendikten sonra yapılabilecek bir müdahale umalım ki, Suriye halkı, bölge ve Türkiye için olumlu sonuçlar üretsin.

Kaynak: Umran Dergisi / Aralık 2011