Özgür basının İngilizcesi
GÜNCELStar Açık Görüş Eki'nde senarist yazar Hasan Hüseyin Öz 'Özgür Basın' yalanıyla ilgili bir makale kaleme aldı.
The New York Times gazetesi editör ve yazarı John Swithon(1829-1901), arkadaşlarının kendisi için verdikleri bir akşam yemeğinde, katılımcıların şoka uğrayacağı bir konuşma yapar. Konuşmanın ilk cümlesi şöyledir:
"AMERİKA'DA ÖZGÜR BASIN YOK"
“Dünya tarihinin bu aşamasında, Amerika’da özgür basın diye bir şey olmadığını, siz de, ben de biliyoruz...”
Salonda soğuk bir rüzgâr eser. Katılımcıların şimdiye kadar fısıltıyla söyledikleri sözleri haykırmak isteyen Swithon salondaki havayı şöyle bir süzdükten sonra acı acı gülümser. Fakat o kararlıdır. Konuşmasına devam eder:
“Hiçbiriniz sahici kanaatlerinizi yazmaya cesaret edemezsiniz, etseniz bile, asla basılmayacağını bilirsiniz. Ben, gerçek düşüncelerimi bağlı olduğum gazeteye sokmamak için para alıyorum. Sizler de benzer paraları, benzer nedenlerle alıyorsunuz. Aranızda gerçek düşüncelerini yazacak kadar aptal olanınız varsa, kendisini sokakta başka bir iş ararken bulacaktır...”
"AÇIK AÇIK DÜŞÜNCELERİMİ YAZAMAM"
Switson bir kere daha salona bakar. Orada bulunanların kimilerinin yüzünden “bu delinin böyle bir şey yapacağı belliydi” dedikleri okunuyordu. Kimileri ise suratlarını asmışlar, yaklaşmakta olan patlamanın bir an önce bitmesini bekliyor gibiydiler. Editör acı acı inleyerek “Çalıştığım gazetemin herhangi bir sayısında düşüncelerimi apaçık yazmaya izin verseydim, 24 saat dolmadan işimden atılırdım.” dedi.
"İSPİYONCU GAZETECİLİK"
Bu noktada geceye ara vererek, günümüze gelelim. 14 Aralık’tan bu yana “özgür basın” sözleri arasında Türkiye’deki basının hali pürmelali tartışılıyor. Söz radyo cıngılına dönmüş gibi. İşin daha da tuhafı bu cıngılı oluşturanlar dün “basın ne kadar özgür olmalı” meyanında sorular soruyorlardı. Modernizmin postlusu(!) tam da bu işte. Musa ile Firavun arasında bir hat oluşturulmuş, bu hattın gri noktasında özgürlük nutukları atılıyor. Kimi zaman Firavun tarafına geçiliyor, kimi zaman Musa. Ne İsa’ya, ne Musa’ya sonucu çıkıyor o zaman da. İşte, özgürlük cıngılı bir süre sonra beyni zonklatan gürültüye dönüşüyor. Yığınsallaşmanın getirdiği ergen tipi, çatallaşmış sesiyle bütün sesleri bastırmak istiyor.
Sonra klişeler devreye giriyor. Pankart açılıyor. Önde, Türkçe ve İngilizce “Özgür basın susturulamaz” dövizleri. Dövizler bir aşağı iniyor bir yukarı kalkıyor. Kameranın hareketine göre de, bu dövizlerin devinimleri artıyor. Bir ispiyon havası var. Siz aklınızdan ispiyoncunun “özgürlük talebi olabilir mi?” diye geçiriyorsunuz. İçiniz acıyor. Bu ülkede özgürlüğün, sloganlara meze yapıldığı günden bu yana bir şeylerin kılıfı olarak kullanıldığını hatırlıyorsunuz. Gönülde yolculuk yapıp, fıtratına dokunan öz(ü)gür insanlara don biçmeye çalışan, onların hikâyelerini oryantalizmin ilkel kulelerinden bakan ajandaların küçümseyici bakışlarını üzerinizde hissetmeye başladığınızda da içinizdeki acı öfkeye dönüşüyor. Ülkemin son iki yüz yıllık tarihine dair okuduğum kitaplar gözümün önünden geçiyor. Ve her bir cümle ezik! Hınçla bakıyorum. Birden ne hikmetse ressam Fikret Mualla’nın “öldüğümde Karacaahmet mezarlığına gömülmek istiyorum” sözü beynime oturuyor tüm ağırlığıyla.
FİKRET MUALLA'NIN AKIBETİ
Fikret Mualla Fransız hayranı, duyun-u umumiye memuru bir babanın oğlu... Gençliğinde resim eğitimi almak için İsviçre’ye gönderiliyor. Orada geçmişten kaçmak için bedbin bir hayat sürüyor. Babasının ona verdiği paralar suyunu çekince, büyükelçinin yardımıyla Almanya’ya gidiyor. Geçmişle hesaplaşması burada da devam ediyor. Nispeten batının form düzlemini kavradıktan sonra bir süre geçmişten kurtulmuş(!) hissediyor kendini. Fakat nafile. Sıla-i rahim duygusu içten içe, onu geçmişine yani ülkesine sürüklüyor. Dönüyor. Tabi bedbinlik onu bir türlü terketmiyor. Meyhanelerden köprü altına, oradan sanat galerilerine... Bir biriyle uyuşmayan mekanlarda aynı bedbinlik. 1930’lu yılların ortasında başına gelen bir olay, onu bu ülkeden ebediyen koparıyor. Olay, bir meyhanede asılı bulunan Atatürk portresiyle ilgili söylediği sözlerle başlıyor. Fikret Mualla, resme form düzleminde bakıyor ve “ne rezil resim” diyor. Tabi dönemin şartları herkesin malumu... İspiyonculuk belki de tek davranış ilkesi haline gelmiş. İspiyoncunun biri “Fikret Mualla adlı bir ressam, Atatürk’e hakaret etti” diyor. Ve ne olduysa ondan sonra oluyor. İşkenceler, hapisler, tımarhaneler. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları hastanesinden bir dostunun aracılığıyla çıktıktan bir süre sonra da dönmemek üzere Fransa’ya gidiyor. Ne çare ki olan olmuştur. İşkence’den sonra oluşan psikolojik rahatsızlık onu ömür boyu takip edecektir. Yaşadığı bir bilinç yarılmasıdır. Geçmişte fikir düzleminde yaşanan bu yarılma şimdi bütün hayatına hakim olmuştur.
Hıfzı Topuz onunla 1950’li yıllarda Akşam gazetesi için röportaj yaptığında bütün bu gelgitler görülüyordu. Paris’te metruk bir binanın altıncı katında sürdürdüğü bedbin hayatının içinden çıkıp gelen bir söz belki de bu ülkenin insanlarının benliklerini ifşa etmesi bakımından önemliydi Mualla röportajın sondu şöyle demişti: “Karacaahmet Mezarlığı’na gömülmek istiyorum.”
"GAZETE KÜLTÜRÜMÜZ FRANSIZ MODELİYDİ"
İspiyoncuların açtığı yaralar, sadece ölümle bağ kurulabilen bir vatan duygusu oluşturuyor belki de. Ama son iki yüz yıllık tarihimizde ispiyoncunun da çok olduğunu biliyoruz. Fransız tarzı batılılaşma çabalarının sonucuydu bu belki de. Gazete kültürümüz de Fransız journal modeli. İlk anlamıyla günlük, günce olan kelimenin bir başka anlamı da ispiyon... Bizde daha ziyade jurnallemek yani ispiyonlamak şeklinde kullanılır. Fakat gazetelerimizin çoğu da bu anlam üzerine inşa edilmiş gibi duruyor. En azından işleyiş tarzlarına baktığımız zaman bunu görebiliriz.
Daha bundan on onbeş sene önce, gazete ve televizyonlarda yapılan haberlerle intihar eden insanların hikâyelerini hepimiz hatırlarız. Tek parti döneminde bunun daha rijit örneklerini görebiliriz. Keçi çalan imamdan, irticayı hortlatan parti başkanına kadar birçok haber, ispiyonculuk üzerine örnektir.
Hepimiz biliyoruz ki ispiyonculuk bir hastalık görüntüsüdür. En azından bizim irfanımızca böyledir. Çaşıtlar, istihbaratçılar gibi değildir ispiyoncu. O, tam bir paçozdur. Küçük hesapların, efendisinin söylemleriyle hareket etmenin basitliğinde hareket eder. Tecessüsle gözleri etrafını tarar. İçinde oluşmuş kötülük tohumlarının da etkisiyle, bir insanın, bir toplumun en makul davranışını dahi evirip çevirip, yaltaklanarak birilerine haber verir. İşte ispiyonculuk hastalığının en önemli semptomlarından biri olan çıkarcılık da gem kabul etmez bir motivasyondur. Önüne kim çıkarsa çıksın onu ezip geçmek ister. Adalet dahi onu durduramaz.
Ergenekon, Balyoz davalarında özellikle bugün mağdur edebiyatı yapan grupların kullandıkları dil de tam bu noktada duruyor işte. Hal bu ki, o dönemde derin bir hesaplaşma imkanı ortaya çıkmıştı. Fakat kullanılan dil ve uygulanan yöntem öyle toptancıydı ki, siz bütün olup bitene karşı “Düşmanlarınıza karşı husumetiniz sizi adaletten saptırmasın” ebedi hükmünü hatırlatmaya kalksanız sizi dahi herhangi bir örgütün içine hapsedip ispiyonun nesnesi haline dönüştürme ihtimalleri aklınızdan hiç çıkmıyordu. Ve hakikat söylenmediği zaman da, Türkiye’nin darbelerle hesaplaşmasının da önüne geçilmiş oluyordu. O dönemi hatırlayınız lütfen. Özellikle bahsi geçen grubun gazete ve televizyonlarında kullanılan dil tam bir ispiyon diliydi.
14 ARALIK SAHNESİ
Bu dille son iki yüzyıllık tarihimizin bu son döneminde bir çok konuda hesaplaşma yapılmasına ramak kalmışken, bu grup her şeyi söz esasıyla sulandırılarak engellendi. Hatta daha yerli bir dille hareket etmeye çalışan gazetelerin, ispiyonculuğun başı ve sonu olan paçozlaşmayla boğulduğunu gördük.
Ve şimdi, “mağdurluk” kılıfıyla örtülse de ispiyoncu bir üslupla konuşan insanların hikayesini seyretmeye devam ediyoruz. 14 Aralık’ta oluşturulan sahne, tam da bu hastalığın ifşası oldu. Sahnede gazete genel yayın yönetmenin gözaltına alınışı sırasında senkronu bozuk hareketlerle görünürde oraya toplanmış insanlara selam veriyordu. Fakat dövizlere dikkat edilince selamın “oradaki toplananlara değil de birlikte iş tuttukları topraklara” ispiyon amacı güttüğü anlaşıldı.
14 Aralık dediğim gibi bir sahneydi. Söylemle kılıfladıkları müktesebatın sahnesi... İrfanımızın kader anlayışını en güzel yansıtan “Allah var gam yok” sözünün sahnede sadece ve sadece bir meze olduğunu oyuncular çok iyi biliyordu. Bu sloganlar arasında ilerlerken, efendinin emrine yerine getirmekle, korku arasında gidip gelen bir yüz ifadesi vardı genel yayın yönetmeninin. Bütün bu hareketler daha geniş kitlelerin gözü önünde yaşanan bir teşhir olayıydı.
Su sahneyi teşhir ettikten sonra tekrar yarım bıraktığımız geceye dönelim ve el salladıkları ülkelerde gazetenin ne olduğunu yine o diyarın adamının ağzından dinleyelim.
Swithon’un skandal sözleri devam ediyordu. Salonda bulunanlar artık fal taşı gibi açılmış gözleriyle ona odaklanmışlardı. Artık Swithon final vuruşunu yapmak için bağırır:
“Gazetecinin işi, gerçeği yok etmek; açıkça yalan söylemek; saptırmak; kötülemek; servet tanrısına yaltaklanmak ve günlük rızkını çıkarmak için ülkesini ve soyunu satmaktır. Bunun böyle olduğunu ben de, siz de bildiğinize göre ‘bağımsız basın’ şerefine kadeh kaldırmak da nasıl bir maskaralıktır?! Bizler sahne arkasındaki zengin adamların köleleriyiz. Bizler, ipleri çekildiğinde dans eden kuklalarız. Yeteneklerimiz, imkânlarımız ve hayatlarımız başkalarına aittir.”
Hasan Hüseyin Öz - Star Açık Görüş
İlginizi Çekebilir